6

"Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünüp olduysanız, gusledin. Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Binâenaleyh (niyet ile), ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah size bir güçlük vermeyi istemez. Fakat sizi iyice temizlemeyi ve size olan nimetini tamamlamayı diler. Umulur ki şükredersiniz".

Bil ki Allahü teâlâ, Mâide sûresine, "Ey iman edenler, akidlerinizi yerine getirin..." diye başlamıştır. Çünkü Rab ile kul arasında, rubûbiyyet ve ubudiyyet ahdi vardır. Bundan dolayı, "Akidlerinizi (sözlerinizi) yerine getirin" buyruğu ile, Allahü teâlâ, kullarından ubudiyyet (kulluk) ahdini yerine getirmelerini istemiştir. Sanki şöyle denilmektedir:

"Ya Rabbena, ahd iki çeşittir: Senden yana olan rubûbiyyet ahdi; bizim tarafımızdan da ubudiyyet ahdi. Binâenaleyh sen, rububiyyet ve ihsan ahdini önceden yapmaya daha layıksın..." İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Evet ben ilk önce rubûbiyyet ve ikram ahdimi yetine getiriyorum" demiştir. Dünyevî faydaların, münhasıran şu iki şeyde toplanıp, onlara varıp dayandığı herkesçe malumdur:

a) Yeme-içme lezzeti...

b) Evlilik lezzeti...

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak subhanehû, yeme-içme ve evlilikle ilgili helal ve haram olan şeyleri iyice beyan ederek ortaya koymuştur. Yenilen şeylere duyulan ihtiyaç, evliliğe duyulan ihtiyacın üzerinde olduğu için, haliyle Allahü teâlâ, yenilen şeyleri, nikah edilenlerden önce zikretmiştir. Allah tarafından yapılan bu açıklama tamamlanınca O, sanki şöyle demek istemiştir: "Dünyada iken elde edilmek istenilen fayda ve lezzetlerle ilgili şeyler konusunda rubûbiyyet ahdimi bihakkın yerine getirdim... Binâenaleyh, ey kulum sen de, dünyada iken kulluk ahdini yerine getirmekle meşgul ol!"

Abdest

İmandan sonra en büyük taat namaz olup, namazı kılmak da ancak temizlikte mümkün olunca pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, önce abdestin şartlarıyla işe başlayarak, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Namazdan Önce Abdest Alma

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, kalkacağınız zaman..." ifadesiyle bizzat kıyâmın kendisi murad edilmemiştir. Şu iki şey bunun delilidir:

a) Eğer bu ifadeden maksat bu olsaydı, o zaman abdestin namazdan sonra alınması gerekirdi ki, bunun böyle olması ise, icmâen bâtıldır.

b) Alimler, bir kimsenin namaza kalkmadan önce abdestte yıkaması gereken uzuvları oturarak veya yan üstü yatarak yıkaması halinde, o kimsenin abdest alma görevini yerine getirdiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Aksine bu ifadeden maksat, "namaza kalkmak için kollarınızı sıvayıp, namaz kılmayı murad ettiğinizde..." demektir. Bu ifade, her ne kadar mecaz olsa da, ancak ne varki bu, herkes tarafından bilinen meşhur bir mecazdır. Şu iki şey de bunun delilidir:

1) Kesin bir irade, fiilin meydana gelmesinin sebebidir. Sebebin ismini müsebbebe (neticeye, sonuca) vermek ise, meşhur olan bir mecazdır.

2) Hak teâlâ'nın, "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler..." (Nisa.34) âyetidir. Buradaki "kıyam"dan maksad, "ayakta dikilmek" manasına olan kıyam değildir. Nitekim, "Falanca, bu işi hakkıyla yerine getirmektedir" denilir ve yine Cenâb-ı Hak da, "...adaleti ayakta tutarak... " (Âl-i imran, 18) buyurmuştur. Yine bundan murad da, kesinlikle ayakta dikilip durmak değildir. Aksine bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın, o fiili irade etmesi, onu hazır hale getirmesi ve onu varlık âlemine girmeye elverişli bir duruma getirmesi demektir. İşte Allah'ın, buyruğu da böyledir. Ki buna göre lafzın manası, "Namazı edâ etmek ve onu ifa etmekle meşgut olmak istediğinizde..." demektir.

İkinci Mesele

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Abdest almayı ifade eden emir, namaz ile ilgili emre tâbidir. Abdest almak, kendi başına müstakil bir mükellefiyet değildir."

Bu görüşte olanlar, şu şekilde istidlal etmişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "namaza kalkacağınız zaman.... yıkayınız" ifadesi şart ve ceza cümlesidir. Bu cümlede şart olan, "namaza kalkmak"; ceza ise "yıkama" emridir. Şart edatıyla bir şarta bağlanan husus, o şartın bulunmaması, o şart halinde vücud bulamaz. İşte bu da, abdestle ilgili emrin namazla ilgili olan emre tâbi olmasını gerektirir...

Diğer bazı alimler de şöyle demişlerdir: Abdest almaktan maksat, temizliktir. Temizlik ise, gerek Kur'ân, gerekse hadisin delaletiyle, bizatihî maksûd olan bir şeydir. Bu hususun Kur'ân'dan delili, Allah'ın, tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyetin sonundaki "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyruğudur.

Bu hususun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Din, temizlik üzerine kurulmuştur" Keşfu I-Hafa, 1/288 Kıyamet gününde ümmetimin abdest azalan (elleri, alınları ve ayakları), almış oldukları abdestten dolayı pırıl pırıldır" Vudü, 3; Müslim, Taharet 34-35 (1/216)- hadisleridir. Bir de abdest almanın, günahların bağışlanmasına vesile olduğu hususunda varid olmuş olan pekçok haber vardır. Allah en iyi bilendir

Her Namaz İçin Ayrı Abdest Gerekir Diyen Zahiriler

Davud-er Zahiri her namaz için abdest almak reciptir. Derken, fukahanının ekserisi, bunun recip olmadığını söylemiştir.Davud bu ayetle şu iki yönden istilal etmiştir:

a) Ayetin lafsızın zehir, buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak'ın namaza kalkacağınız zaman ifadesinden, ya tek bir kıyam ve tek bir namaz murad edilmiştir. Böyle olması halinde ise bundan murad, bu hususun ya hususi, ya da umumi olduğudur...

Birinci ihtilal şu sebeplerden dolayı batıldır.

1) Böyle olması halde ayet mücbel olur.Çünkü o bir kereyi tain etme hususu, ayette yer almaktadır.Binaenaleyh ayeti, onu mücber kılacak bir manaya hamletmek, onu adeta faydasız bir hale getirmek demektir. Bu ise aslolan şeyin hilafına bir durumdur.

2) Bu ifadeden istisna yapılması doğru olan istisna ise, yapılmaması halinde, o hükmen dahil olacak olan şeylerin dışda bırakmak için yapılır.Böyle olması ise, ifadeni umumi olmasını gerektirir.

3) Ümmet-i Muhammet abdestle ilgili emrim bu ayette ne tek bir şahsa nede tek bir detaya hasredilmediği hususunda ittifak etmiştir.Bu ihtimal batıl oldukça ayet “her namaza kalktığında ...” şeklinde umumi bir manaya hamletmek gerekir.Çünkü ayet , şayet bu manaya hamledilmezse, o zaman bu ayet, Allah'ın ne murad ettiğine delalet etme hususunda diğer başka delillere muhtaç olur ki, bu durumda ayet tek başına mücber olur.Halbuki biz bunun aslı olanı hilafına bir durum olduğunu beyan etmiştir. Binaenaleyh yaptığımız bütün bu izahlarla, ayetin zehrinin, namaza her kalkışta abdest almanın farz olduğuna delalet ettiği sabit etmiş olur.

b) Biz umumi manayı lafsız işaretinden elde etmekteyiz.Bu böyledir, namaz Mabüt'a hizmetle meşkuliyettir. Hizmetle meşkul olmanın kulun güç yetirebileceği ileri derecedeki saygıyla yapılmış olması gerekir.Kulun bu hizmeti son derece temiz olması halde yapmış olması, Allah'a karşı ta'zim ve saygının şeklerinden birisidir.Her namaza kalkışta abdest yenilemenin son derecede mükemmel bir temizlik olduğunda şüphe yoktur.Bu vasfın peşinden hükmen zikredilmiş olmasının, o hükmün, kendisine uygun bir vasfa bağlanmış olduğuna delalet ettiği mağlumdur.Bu ise , vasfın umumi olmasından dolayı, hükmün de umumi olmasını gerektirir.Binaenalh , her namaza kalkışta abdest almanın farz olaması gerekir.

Davud ez-Zahiri sözüne devamla şöyle der: “Şaz kıraatlerde” abdestsiz iken namaza kalktığınızda... şeklinde bir okuyuş almıştır. Denilmeyeceği gibi, hükmen aksine, haber-i vahit bulunduğu için, ayetin zahirini terkediyoruz" şeklinde bir söz de söylenemez. Çünkü şaz kıraatler, kesinlikle merduddur. Zira biz, tevatürle nakledilmeyen bir Kur'ân'ın varlığını kabul edersek, o zaman Kur'ân'ın tamamına ta'n edilir ve adeta şöyle denilir; "Kur'ân, şu andakinden daha fazlaydı. Ancak ne var ki, bu fazlalıklar nakledilmemiştir!" Bir de, abdestin hallerini bilmek, "umûm-u belvâ'nın en büyüklerinden ve kendisini, herkesin bilmeye muhtaç olduğu şeylerin en önemlilerindendir. Binâenaleyh, eğer bu şaz kıraat Kur'ân olmuş olsaydı, onun şazlar içinde kalması imkansız olurdu."

Haber-i vahide temessük etmek hususunda da, Davud ez-Zahirî, "Bu, Kur'ân'ın haberle neshedilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir" demiştir.

Abdest Bozulmadıkça Yenilemek Gerekmez Diyen Cumhurun Delilleri

Fukahânın ekserisinin delilleri ise şunlardır: lafzı, umûm ifâde etmez. Bunun delili şudur: Bir kimse hanımına, "Eve girdiğinde, sen boşsun" dese, hanımı da bir kere eve girse, boş olmuş olur. Daha sonra hanımı ikinci kez eve girse, hanımı ikinci kez boş olmaz. İşte bu misal, (......) kelimesinin umûm ifâde etmediğine delâlet eder. Yine, efendi kölesine, "Çarşıya girdiğinde, falancanın yanına var ve ona şöyle şöyle de!" dediğinde, bu ifade, kölenin bu işi tek bir defada yapmasını anlatmaktadır.

Bil ki, talak meselesinde Davud'un mezhebi iyice bilinmemektedir. Belki de o, umumîliğe tutunup onu iltizam etmiştir. Yine Davud şöyle diyebilir: "Biz, bu âyetteki (......) kelimesinin umûm ifade ettiğine işaret ettik. Çünkü, Kur'ân'da varid olan mükellefiyetlerin temeli, tekrara dayanır. Halbuki, sizin zikretmiş olduğunuz misallerde durum böyle değildir. Çünkü zahiri ipuçları, bu misallerdeki emrin temelinin tekrara dayanmadığına delâlet etmektedir."

Ekseri fukahâ, kendi görüşlerinin doğruluğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında rivayet edilen şu haberle istidlal etmişlerdir: "O, her namaz için abdest alıyordu... Fetih günündeyse böyle yapmadı... O günde O, bütün namazları tek bir abdestle kılmıştı..." Ömer (radıyallahü anh) de, "Bu hususta kendisine "niçin böyle yaptın? " dediğinde o, "Yâ Ömer, bunu bilerek yaptım..." dediğini" söylemiştir,

Davud buna şöyle cevap vermiştir: Biz, haber-i vahidin, Kur'ân'ı neshetmediğini söylemiştik.Bir de, bu haber Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her namaz için yeniden abdest aldığına delâlet eder. Bu, bunun bize de vacip olmasını gerektirir. Çünkü Allahü teâlâ, "Resule uyun..." (Enam, 153) buyurmuştur. Geriye ise şöyle denilmesi kalır: Bu haberde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Fetih günü bunu terkettiği hususu varid olmuştur. Binâenaleyh biz diyoruz ki, deliller arasında bir tearuz vâki olunca, tercih şu birkaç bakımdan bizden yanadır:

1) Farzet ki, her namaz için abdest yenilemek vacip değil, ama mendup olsun... Görünen o ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fetih günü taatleri arttırmış, eksiltmemişti. Çünkü bu gün, üzerine nimetin tamamlanmış olduğu gün idi. Allah tarafından nimetin arttırılmasına, taatlerin de arttırılması uygun düşer, eksiltilmesi değil...

2) Hiç şüphe yok ki, bizim görüşümüz daha ihtiyatlıdır. Binâenaleyh bizim görüşümüz, Hazret-i Peygamber'in "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene geç" Keşfu'l-Hafa, 1/406 (Ebu Davud, Nesai, Tirmizi, Darimi ve Müsned'den) hadisinden dolayı, daha çok tercihe şayandır.

3) Kur'ân'ın zahiri, haber-i vâhidden evlâdır.

4) Kur'ân'ın, bizim görüşümüze delâleti, lafzîdir. Rivayet ettiğiniz haber-i vahidin sizin görüşünüze delâleti ise, fiilîdir. Lafzî delâlet fiilî delâletten daha güçlüdür. Çünkü lafzî delâletin fiilî delâlete ihtiyacı yoktur. Oysa ki bunun aksi söz konusu değildir. İşte bu meselede söylenebilecek şeyler bunlardır. Allah en iyi bilendir.

Meşhur olan görüşü isbat hususunda en güçlü delil, şöyle denilmesidir: Eğer her namaz için yeni bir abdest almak vacip olsaydı, abdesti vacip kılan şey, namaza kıyam etmek, kalkmak olur ve bundan başka bir şeyin, abdestin vacip oluşunda bir tesiri olmamış olurdu. Fakat bu yanlıştır. Çünkü Allahü teâlâ bu âyetin sonunda, "...veya biriniz tuvaletten gelmiş ise yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız o zaman tertemiz bir topraktan teyemmüm edin" buyurmuş ve def-i hacet yapan ile cima yapana, su bulamamaları halinde, teyemmümü vacip kılmıştır. Bu, bunlardan herbirinin su bulunduğu zaman su ile temizlenmenin vacip oluşunun bir sebebi olduğuna delâlet eder. Bu da, abdestin vacip oluşunun, bazan namaza kalkmanın dışındaki başka bir sebeple olmasını gerektirir. İşte bu, bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir.

Abdestli Olmak Namazın Şartıdır

Alimler bu âyetin, abdestin, namazın sıhhatinin bir şartı olan görüşe göre âyet iki bakımdan buna delâlet etmektedir:

1) Allahü teâlâ, namaz kılma işini, su ile temizlenmeye bağlamış, sonra su bulunmadığı zaman, namazın ancak teyemmüm ile sahih olabileceğini beyan etmiştir. Eğer bu bir şart olmasaydı, böyle bir şey doğru olmazdı.

2) Allahü teâlâ, namazı ancak abdest ile beraber emretmiştir. Binâenaleyh, abdestsiz olarak namaza gelen kimse, emrolunduğu şeyi terketmiş olur. Emrolunduğu şeyi terkeden de, ikâba müstehak olur. Mükellefiyet içinde bulunmanın manası da ancak budur. Bu sabit olunca, bu âyetin muktezasınca, abdestin, namazın sıhhatinin bir şartı olduğu ortaya çıkar.

Abdest Alırken Niyetin Hükmü

Şafiî (r.h), "Niyet, abdest ve guslün sıhhatli olmasının bir şartıdır" demiştir. Ebu Hanife (r.h) ise, bunun böyle olmadığını söylemiştir. Bil ki bunlardan her biri, bu âyetin zahirî manasıyla istidlal etmişlerdir.

İmam-ı Şafiî (r.h)'ye gelince o şöyle demiştir: "Abdest, emrolunan bir şeydir. Emrolunan her işe, niyet edilmesi gerekir. Binâenaleyh, abdestte de niyet edilmesi gerekir. Bu sabit olunca, niyetin abdestin bir şartı olması gerekir. Çünkü bu ikisi arasında bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur. Biz ancak, "namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın" buyruğundan ötürü, abdestin emrolunduğunu söyledik. Hiç şüphe yok ki, âyette ki, "yıkayın, ...mesnedin..." sözleri birer emirdir; ve biz, Allahü teâlâ'nın "Onlar ancak, Allah'a O'nun dininde ihlas erbabı... olarak ibadet etmekle... emrolunmuşlardı" (Beyyine. 5) âyetinden dolayı, emrolunan bir şeyi yaparken niyet etmek gerektiğini söyledik... Bu âyetteki (Beyyine, ifâdesinin başındaki lam, açık bir biçimde talîl ve sebep göstermektedir. Fakat Allah'ın hükümlerini bir illete bağlamak imkansızdır. Bundan dolayı bu lamı, bâ harfi anlamına hamletmek gerekir. Çünkü harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanıldığı bilinmektedir. Buna göre bu âyetin takdiri (Beyyine. 5) "Onlar ancak, dini ihlasla sadece Ona tahsis ederek, Allah'a ibadet etmekle emrolundular" şeklindedir. İhlas ise, halis ve katıksız niyetten ibarettir. Hâlis niyet muteber olunca, niyetin aslı, gayesi de muteber olur. Biz bu delil ile ilgili sözümüzü, Beyyine 5 âyetinin tefsirinde iyiden iyiye anlattık. Bu hususta daha fazla ikna olunmak isteyen kimse oraya müracaat etsin. Binâenaleyh, zikrettiğimiz bu açıklamalarla, her abdestin emrolunan bir iş olduğu ve her emrolunan işin de niyet ile olması gerektiği sabit olmuş olur. Böylece her abdeste niyet edilmesinin vacib olduğu katiyyet kazanmış olur. Bu konuda söyleyebileceğimiz en son söz şudur: Bizim, "Emrolunan her şeyin niyet ile olması vacibtir" sözümüz bazı durumlara mahsustur. Fakat biz, bu mukaddimeyi, nassın umûmî manasıyla tesbit ettik. Umûmî delil ise, tahsis edilen hususun dışında hüccettir...

Ebû Hanife (r.h)'ye gelince o da bu âyeti, niyyetin, abdestin sıhhati için şart olmadığı hususuna delil getirmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyette, dört uzvun yıkanmasını vacib kılmıştır, niyet etmeyi vacib kılmamıştır. Halbuki, abdest için niyetin vacib olduğunu söylemek, nassa bir ilave yapmadır. Nassa bir ilave yapmak ise bir neshtir; Kur'ân'ın da haber-i vâhid veya kıyas ile neshedilmesi ise caiz değildir.

Biz buna şöyle cevap veririz: "Biz, "Abdest alırken niyet etmeyi, Kur'ân'ın delâleti ile vacib saydığımızı" beyân etmiştik.

Abdestte Tertibin Hükmü

İmam-ı Şafiî (r.h): "Abdestin sahih olabilmesi için, tertib (uzuvların sıraya göre yıkanması) şarttır" demiştir. İmam Mâlik ve Ebû Hanife (r.h) ise, bunun böyle olmadığını söylemişlerdir. İmam Şafiî (r.h) kendi görüşüne şu birkaç bakımdan, bu âyetle istidlal etmiştir:

1) Âyetteki, "Namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi... yıkayınız" emri abdeste yüzü yıkamakla başlamanın vacib olmasını gerektirir. Çünkü "yıkayınız" ifadesindeki fâ harfi, takibiyye fâ'sıdır. Yüzü yıkamada tertib vacib olunca, diğer uzuvları yıkamada da tertib vacib olur. Çünkü bunlar arasında bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur.

Eğer bu görüşte olmayanlar, "Takibiyye fâ'sı, bu amellerin hepsinin başına birden gelmiştir; binâenaleyh bu söz, şöyle denilmesi yerine geçmiş olur: "Namaza kalktığınızda, bu işlerin tamamını yapın!" derlerse, biz deriz ki:

Takibiyye fâ'sı sadece (......) kelimesinde, yani yüzü yıkama işinin başında gelmiştir. Çünkü bu harfi, yüzün yıkanması ifadesinin hemen başına gelmiştir. Sonra bu, yüzü yıkama ifadesinin başına gelmesi vasıtasıyla, diğer amellerin de başına gelmiştir. Buna göre harfinin, yüzün yıkanması ifadesinin başına gelmesi asıldır. O amellerin hepsinin başına gelmesi ise, yüzün yıkanması ifadesinin başına gelmesine tâbi ve bağlıdır. Yüzün öncelikle yıkanmasının vacib oluşu ile, bütün amellerin vacib oluşu arasında bir aykırılık bulunmamaktadır. Bundan dolayı biz buradaki fâ harfinin, hem asıldaki, hem de ona tâbi olandaki manasını nazar-ı itibare aldık... Siz ise bu manayı, asılda ilga edip, asla tâbi olanda nazar-ı itibare aldınız. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır.

2) Biz şöyle deriz: Âyette, önce yüz zikredilmiştir. Binâenaleyh, "dosdoğru hareket et" (Hûd. 112) âyetinden ve Hazret-i Peygamber'in Allah'ın başladığından başlayınız" hadisinden dolayı, onunla, yüzle başlamak gerekir. Bu hadis, her ne kadar Safa ile Merve arasında sa'y etmek vecibesi hakkında varid olmuş ise de, itibar, lafzın umumiliğinedir, sebebin hususiliğine değildir.

Bu konuda söylenecek en son söz şudur: "Bu, her ne kadar bazı durumlara tahsis edilmiş ise de, malumdur ki, umumî olan delil, tahsis edilen hususun dışında hüccettir."

3) Allahü teâlâ bu uzuvları, ne his ve duyu İtibariyle muteber olan bir tertibe göre, ne de şeriatta muteber olan bir tertibe göre zikretmiş değildir... Bu da, âyetteki tertibin vacib olduğunu gösterir.

Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Hisse göre muteber olan tertibte, başta başlanıp ayaklara doğru inilir veya ayaktan başlanıp başa doğru çıkılır. Âyetteki tertip ise böyle değildir.

Şeriatta muteber olan tertibe gelince bu, yıkanacak iki uzvu beraberce zikredip, bunlardan meshedilecek olanı ise tek başına zikretmektir. Âyet ise böyle değildir. Çünkü Hak teâlâ, meshedilen uzvu, yıkanılan uzuvların arasına dere etmiştir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Bu da, tertibin vacib olduğuna delâlet eder. Bunun delili şudur: Sözdeki tertibe riayet etmemek hoş karşılanmaz... Binâenaleyh, Allah'ın kelâmını böyle birşeyden tenzih etmek gerekir. Muhtemel olduğu durumda, bununla amel edilmemesi bu tertibin vacib olduğuna dikkat çekmek içindir. Binâenaleyh amel, bu durumun dışında asla uygun olarak kalır...

4) Abdestin vacib kılınışının manası, aklen anlaşılamaz. Bu, abdestin alınmasının, nassta varid olduğu şekilde vacib olmasını iktiza eder.

Birinci hususun izahı birkaç yöndendir:

a) Hades (abdesti bozan şey) bedenin bir yerinden çıkar, ama abdestte bedenin başka yerlerini yıkamak gerekir. Bu, makul bir şey değildir.

b) Allahü teâlâ'nın, "müşrikler ancak bir necistir" (Tevbe, 28) âyetinden dolayı, abdest bozan kimsenin uzuvları temizdir. Çünkü (......) edatı, hasr ifâde eder. Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Mü'min, diri iken de ölü iken de pis olmaz... Zaten temiz olanı temizlemek imkânsızdır.

c) Şeriat, teyemmümü abdestin yerine koymuştur. Şüphe yok ki teyemmüm, (suyla) temizlenme ve abdest almanın zıddıdır.

d) Şeriat, yıkama yerine, mestler üzerine mesh etmeyi koymuştur. Malumdur ki mesh kesinlikle, o uzvu temizleme manasını ifade etmez.

e) Bulanık ve kokuşmuş su, temizliği ifa etmektedir. Gül suyu ise, temizlik ifade etmez. Böylece bununla, abdestin manasının aklen anlaşılmayacağı sabit olur. Bu sabit olunca da, bu hususta nassa itimat etmek vacib olur. Çünkü zikredilen bu tertibin ya sırf teabbüd sebebiyle, ya da bizim bilmediğimiz gizli hikmetten dolayı muteber olması muhtemeldir. İşte bu sebepten dolayı, biz namazın rükünleri ile ilgili olarak zikredilen muteber tertibe riayeti vacib kabul ettik. Öyle ise tertibe riayet, abdestte daha evlâdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kitabı Kur'ân'da, namazın rükünlerim tertipli (sıralı) bir şekilde zikredip, bu âyette de abdest uzuvlarını bir sıra ile zikredince ve namazın rükünlerinde tertip (sıraya riayet) vacib olunca, abdestte tertibe riayet daha evla olur."

Ebû Hanife (r.h) ise, bu âyeti, kendi görüşüne şöyle diyerek delil getirmiştir: "Âyetteki atıf vavı, tertibi (sıralamayı) ifade etmez. Binâenaleyh âyet, tertibin vacib olduğunu göstermemiş olur. Eğer biz, tertibin vacib olduğunu söyler isek, bu âyete bir ilave yapılması demek olur ki, bu bir nesihtir. Böyle (kıyas ile) nesih yapmak caiz değildir."

Ebû Hanifeye cevabımız şudur: Biz, âyetin, abdestte tertibe riayetin vacib oluşuna delâletinin ondaki vavın tertibi ifade etmesi bakımından değil, başka cihetlerden olduğunu açıklamıştık. Allah en iyisini bilendir.

Abdeste Uzuvları Peşpeşe Yıkamanın Hükmü

Şafiî (r.h) kavl-i cedidine (daha sonraki görüşüne) göre, abdest uzuvları kurumayacak şekilde, uzuvları peşpeşe yıkamak, abdestin sahih olmasının şartı değildir. Bu aynı zamanda, Ebû Hanife (r.h)'nin de görüşüdür. İmam Mâlik (r.h) ise, bunun şart olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, bu uzuvları yıkamayı bize farz kılmıştır. Şüphe yok ki bunların farz oluşu, peşpeşe yapılmasının vacib oluşu ile, aralıklı ve bekleye bekleye yıkanmasının vacib oluşu arasında müşterektir. Cenâb-ı Hak âyetin sonunda, bu kadar bir işin, tahareti tahakkuk ettirdiğine hükmederek, 'Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" buyurmuştur. Binâenaleyh, uzuvların peşpeşe yıkanması suretinde alınmamış olan abdestin de, temizliği gerçekleştirdiği ortaya çıkmış olur. İşte bu sebepten dolayı, böylesi bir abdest ile kılınan namazın caiz olduğunu söylüyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Namazın anahtarı, taharettir" ' buyurmuştur.

Abdestin Sona Ermesi

Ebû Hanife (r.h), (def-i hacetin) iki yolu dışında kalan yerlerden çıkan herhangi bir şeyin abdesti bozacağını söyler. İmam Şâfiî (r.h), bunların abdesti bozmayacağını söylemiştir. Ebû Hanife (r.h) bu âyeti görüşüne delil getirerek, "Âyetin zahiri, daha önce de belirttiğimiz gibi, her namaz için yeni bir abdest almayı gerektirir. Fakat bedenden pis birşey çıkmadığı müddetçe, âyetin zahirine göre amel edilmez. Binâenaleyh, bedenden pis bir şey çıktığında, âyetin zahirine göre amel edilmesi gerekir" demiştir. Şafiî (r.h) ise, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kan aldırdığı va kan alınan yeri yıkama işinden başka birşey yapmaksızın namaz kıldığı" rivayetine dayanmıştır.

İstihaze Kanının Abdesti Bozup Bozmaması

İmam Mâlik (r.h), devamlı alışkan olmaması şartıyla (def-i hacetin) iki yolunun dışında, bedenden çıkan şeylerin abdesti bozacağını söylemiş ve buna istihaze kanını misal vermiştir. Rebi'a ise şöyle demiştir: "İstihaze (özür) kanı da abdesti bozar. Bizim delilimiz, âyetin umumî oluşudur."

Namazda Sesli Gülmenin Abdesti Bozup Bozmaması

Ebû Hanife (r.h), rükû ve secdesi olan namazlarda sesli olarak gülmenin abdesti bozacağını söylerken, diğer namazda imamlar, bunun abdesti bozmayacağını söylemişlerdir. Ebû Hanife (r.h), açıkladığımız gibi, bu hususta âyetin umumî oluşunu delil getirmiştir.

Kadınlara Dokunmanın Bozup Bozmaması

Şafiî (r.h), kadınlara dokunmanın abdesti bozduğunu söylerken; Ebû Hanife, bunun abdesti bozmayacağını söylemiştir. İmam Şâfiî, bu hususta âyetin umumî manasına dayanmış ve bu umumî mananın, âyetteki "yahut da kadınlara dokunmuşsanız" ifadesinin zahiri ile te'kid edildiğini söylemiştir. Ebû Hanife'nin delili ise, haber-i vâhid ve kıyastır. Binâenaleyh haber-i vâhid ve kıyas, âyete zıt olarak gelemez.

Avret Mahalline Dokunma

Şafiî (r.h), insanın avret mahalline dokunmasının, abdesti bozacağını söylerken; Ebû Hanife (r.h), bunun abdesti bozmayacağını söylemiştir. İmam Şafiî'nin delili, âyetin umumî olan manasıdır. Bu umumî mana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim, avret mahalline dokunur ise, abdest alsın" hadis-i şerifi ile te'kid edilmiştir. Ebû Hanife'nin bu hususta delil getirdiği hadis ise, âyetin umumî manasının aksinedir.

(Bedenindeki Necaseti Gidermek İçin Abdest)Böylece Tercih Bizim Lehimizdedir.

Bir kimsenin bedeninde veya yüzünde bir pislik bulunur da, onu (ve diğer uzuvları) yıkarsa ve bu yıkaması ile de, abdestsizlikten kurtulmaya niyet ederse, onun aldığı abdest sahih olur mu? Bu meselenin, alimlerimizin kitaplarında söz konusu edildiğini görmedim. Ben diyorum ki: Bu, abdest için yeterlidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, âyetteki "yıkayınız" emri ile, yıkamayı emretmiştir. Bu adam da, bunu yerine getirmiştir. Binâenaleyh abdest alma mükellefiyetinin ondan sakıt olması gerekir. Çünkü bu insan, serinlenme ve temizlenme ihtiyacı duyduğu zaman, eğer bunu yerine getirirken abdeste de niyet ederse, abdesti sahih olur. Bu olayda da durum aynıdır. Hem, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Herkese, niyet ettiği şey vardır" Buhar inin ilk hadisi (yani niyetine göre mükâfaat verilir) buyurmuştur. Bu insan da abdeste niyet etmiştir. Öyle ise, niyet ettiği işin, gerçekleşmiş olması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Oluktan Gelen Su İle Abdest Niyetiyle Yıkanma

Bir kimse, bir oluğun altında dursa, oluktan üzerine su aksa ve böylece abdest almaya niyet etmiş olsa, abdest almış olur mu olmaz mı? Bu hususta şöyle denilebilir: Bu sahih olmaz. Çünkü o, abdest uzuvlarını yıkamakla emrolunmuştur. Yıkamak ise bir fiildir ve o adam bunu yapmamıştır.

Şöyle de denilebilir: "Onun abdesti sahihtir. Çünkü yıkamak, neticesi yıkanmış olmaya varan bir işten ibarettir. Binâenaleyh oluğun altında durmak, neticesi yıkanmış olmaya varan bir iştir. Öyle ise bu durma, bir nevi yıkamadır.

Abdesten Sonra Derinin Soyulması

Birisi, abdest uzuvlarını yıkayıp sonra derisi soyulsa, şüphe yok ki o derinin altında kalan kısım yıkanmamıştır. Yıkanmış olan, sadece o soyulmuş olan deridir.

Abdeste Islatma Değil, Suyu Akıtma Gerekir

"Yıkamak", suyu uzuv üzerinde akıtmaktan ibarettir. Bundan dolayı bir kimse, abdest uzuvlarını ıslatsa, fakat suyu üzerinden akıtmasa bu abdest için yeterli olmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, suyun uzuvlar üzerinde akıtılmasını emretmiştir. Ama cünüplükten dolayı gusülde, bunun yeterli olma ihtimali vardır. Bu ikisi arasındaki fark şudur: Abdestte emredilen şey yıkama işidir ve bu ancak suyu abdest azalan üzerinde akıtma ile meydana gelir. Cünüplükte emredilen ise temizliktir ve, "Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" âyeti ile ifâde edilmektedir. Bu temizlik de, bedeni sadece ıslatma ile hasıl olmaktadır.

Karla Abdestin Durumu

Eğer insan kar alıp bunu yüzüne sürse, eğer hava sıcak ise ve karı eritiyor ve böylece karın suyu akıyor ise, bu şekilde alınan abdest caiz olur. Yok eğer hava böyle sıcak değil ise, caiz olmaz. İmam Malik ve Evza'î, bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz, âyetteki "yıkayınız" ifâdesinin, yıkama işinin emredilmiş olmasını gerektirmektedir. Halbuki bu şekilde (erimeyen) karı sürmek, "yıkama" diye isimlendirilmez. Binâenaleyh bunun caiz olmaması gerekir. Buhârî'nin ilk hadisi.

Uzuvların Üç Kere Yıkanmasının Hükmü

Abdest uzuvlarını üç defa yıkamak farz değil, sünnettir. Farz olan bir defa yıkamaktır. Bunun delili ise şudur: Allahü teâlâ yıkamayı emrederek, "yüzlerinizi ve ... ellerinizi yıkayın" buyurmuştur. Yıkamak ise, tek bir defa yıkanmakla hasıl olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kadar yıkamaya, temizliğin meydana gelişini ve tahakkuk edişini dayandırarak, "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyurmuştur. Böylece, tek bir defa yıkamanın da abdestin sahih olması hususunda yeterli olduğu sabit olmuştur. Sonra bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmış olduğu rivayet edilen şu hususla da güç kazanır: O, abdest uzuvlarını birer kere yıkayarak abdest almış, sonra da, "Bu, Cenâb-ı Hakkın, namazı, ancak kendisiyle kabul edeceği (asgari) bir abdesttir" buyurmuştur.

Misvak Kullanma

Misvak kullanmak sünnettir. Dâvud ez-Zahirî, bunun vacip olduğunu ve fakat yapılmaması halinde namaza zarar vermeyeceğini belirtmiştir. Bizim delilimiz şudur: Âyet-i kerimede misvaktan bahsedilmemiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, "Fakat sizi iyice temizlemeyi., diler" buyurarak, temizliğin teşekkül ettiğine ve bulunduğuna hükmetmiştir. Temizlik tahakkuk edince, namaz da kılınabilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Namazın anahtarı, Tirmizi, Taharet, 3 (1/9). temizliktir' buyurmuştur.

Abdeste Besmele İle Başlama

Abdeste başlarken besmele çekmek sünnettir. Ahmed İbn Hanbel ile İshak, bunun vacip olduğunu, kişinin kasten terketmesi halinde, abdest temizliğinin bâtıl olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Abdeste başlarken besmele çekme hususu, âyet-i kerimede belirtilmemiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, taharetin tahakkuk ettiğine dair hüküm vermiştir. Bu delilin izahı biraz önce geçmişti. Sonra bu husus, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu haberle de kuvvet kazanır:"Kim abdest alır ve besmele çekerse, bu abdest onun bütün bedenini temizlemiş olur. Kim de besmele çekmeksizin abdest alırsa, bu onun (sadece) abdest uzuvlarını temizlemiş olur."

Abdesten Önce El Yıkama

Fakîhlerin bir kısmı, abdest almadan önce ellerin yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Bize göreyse, bunu yapmak farz olmayıp sünnettir. Bu hususta âyet-i kerimeden yapacağımız istidlal, misvak ve besmele çekme hususunda yapmış olduğumuz istidlal gibidir.

Yüzün Sınırı

Uzunluk olarak yüz, alnın alanının başlangıcından, çenenin sona erdiği yer ile; en olarak da, kulaktan kulağa kadar olan kısım arasında kalan yüzeydir. "Vech" (yüz) lafzı, muvacehe (yüzleşmek, yüzyüze gelmek) lafzından alınmadır. Binâenaleyh, bu kısımların tamamının yıkanması vaciptir.

Gözlerin Yüzde Sayılıp Sayılmaması

İbn Abbas (radıyallahü anh), gözlerin içinin yıkanmasının farz olduğunu söylerken, onun dışında kalan alimler, bunun farz olmadığını belirtmişlerdir. İbn Abbas'ın delili şöyledir: Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi yıkayın" ifâdesinden ötürü, yüzün tamamını yıkamak farzdır. Göz, yüzün bir cüz'üdür. Binâenaleyh, onu da yıkamak farzdır. Fukahânın delili ise şöyledir: Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda, "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" buyurmuştur. Gözlerin içine suyu girdirmedeyse, bir zorluğun bulunduğu hususunda asla şüphe yoktur. Allah en iyi bilendir.

Ağız Ve Burnun Yıkamanın Hükmü

Şafiî (r.h)'ye göre, hem abdest hem de gusülde, ağza ve burna su vermek farz değildir. Ahmed İbn Hanbel ile İshâk (r.h)'a göreyse, bu her ikisinde de farzdır. Ebû Hanife (r.h)'ye göreyse, bu gusülde farz, abdestte ise farz değildir.Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, yüzü yıkamayı farz kılmıştır. "Yüz" ise, insanın görebildiği kısımdır. Halbuki, burnun ve ağzın içi, (ilk bakışta) görülmez. Dolayısıyla, bu kısımlar yüzden sayılmaz.

Bu sabit olunca biz deriz ki, suyu âyet-i kerimede bahsedilen dört uzva ulaştırıp onları yıkamak, Hak teâlâ'nın "Fakat sizi iyice temizlemeyi... diler" buyruğundan dolayı, temizliğin tahakkuk ettiğini ifâde eder. Temizliğin bulunması da, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, namazın kılınabileceğini ifâde etmektedir.

Kulakla Sakalbaşı Arasındaki Kısım

Ebû Hanife, İmam Muhammed ve Şafii (r.h)'ye göre, sakal başıyla kulak arasında kalan beyaz (kılsız, kıl bulunmayan)kısmı yıkamak farzdır. Ebû Yusuf (r.h) ise, bunun farz olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu kısım, yüze aittir. Yüzün ise, âyet-i kerimeye göre yıkanması farzdır. Bir de, yüzde kıllar bitmeden (sakal gürleşmeden) önce, o kısmın yıkanmasının farz olduğunda ittifak etmiştik... Binâenaleyh, kılların onunla yüzün arasına geçmesi, tıpkı alında olduğu gibi, oranın yıkanmasının farz olmasını düşürmez. Zira, kaşlar bitmeden önce, alnın da yıkanması vacip idi. Binâenaleyh, kaşlar bitince de o kısmı yıkamak yine farzdır.

Sakal Altını Yıkama

Şafiî (r.h), seyrek sakalın altına suyu ulaştırmanın farz olduğunu; Ebü Hanife ise farz olmadığını söylemişlerdir.Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi.yıkayın" emri, yüzün yıkanmasını gerektirir. Yüz, alın cephesinden çeneye kadar uzanan derinin, sathın adıdır. Hak teâlâ'nın "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" buyruğuyla amel edilerek, sakalın sık ve gür olması halinde, "yüzünüzü yıkayın" ifadesiyle amel edilmemiştir. Ama, sakal seyrek olunca, böyle bir zorluk söz konusu olmaz. Böylece de âyet, seyrek sakalın altını yıkamanın farz olduğuna delâlet etmiş olur.

Yirmi yedinci Mesele

Sakalın, gerek uzunluk bakımından gerekse en bakımından, yüzün sınırlarını aşan kısmını yıkamak farz mıdır?

Bu hususta Şafiî (r.h)'nin iki görüşü bulunmaktadır:

a) Bu kısmı yıkamak farzdır.

b) Farz değildir... Bu ikinci görüşü, aynı zamanda İmam Mâlik, Ebû Hanife ve Müzenî'nin de görüşüdür. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Biz, sık ve gür sakalın altındaki deriye suyun ulaştırılmasının farz olmadığı hususunda anlaştık... Biz, bu teklifi böylece düşürdük; çünkü biz, sakalın görünen kısmını, yüz olması hususunda, yüzün derisinin yerine koyduk. Sakalın dışı, yüz olarak adlandırılınca ve yüzün de, Hak teâlâ'nın "yüzlerinizi... yıkayın" emrinin delaletiyle, tamamının yıkanması farz olunca, bu delilin hükmü gereği sakalın görünen bütün kısmına suyu ulaştırmak, yıkamak gerekir.

Kadında Biten Sakal

Kadının sakalı bitse, velevki bu sakal çok sık ve gür dahi olsa, yüzünün derisine suyu ulaştırması farzdır. Bu böyledir, zira âyetin zahiri, yüzün yıkanmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Yüz, alnın başlangıcından çenenin nihayetine kadar uzayan deriden ibarettir. Biz, zorluğu kaldırmak için, bu hükümle erkekler hakkında amel etmeyi terkettik. Halbuki, kadının sakalının bitmesi nadirattandır. Binâenaleyh, kadın hakkında bu hükmün olduğu gibi kalması gerekir. Bil ki beş yerde sık ve gür kılların dibine suyu ulaştırmak farzdır. Buralar, alt dudak ile çenenin arasında kalan kısım; kaşlar, bıyıklar, sakal başları ve uzun kirpikler... Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "yüzlerinizi... yıkayın" emri, yüzün derisinin tamamını yıkamanın farz olduğuna delâlet etmektedir. Zorluğu gidermek için, sık ve gür sakal hususunda, bu ifâdenin hükmüne göre amel edilmemiştir. Halbuki, sayılan bu yerlerdeki kıllar seyrektir. Binâenaleyh, suyu deriye ulaştırma hususunda bir zorluk bulunmamaktadır. Bu sebeple hükmün, aslı üzere kalması gerekir.

Kulakları Yıkama

Şa'bî şöyle der: "Kulakların ön kısmı, yüzden sayılır. Binâenaleyh, yüz ile beraber o kısmın da yıkanması farz; kulakların arka kısmı ise baştan sayılır; binâenaleyh, bu kısmın da meshedilmesi gerekir. Bize göre kulak, kesinlikle yüzden değildir. Çünkü yüz, kendisiyle karşı karşıya gelinen kısımdır. Kulak ise böyle değildir."

Dirsekleri Yıkama

Cumhûr-u ulemâ şöyle der: Elleri dirseklerle beraber yıkamak farzdır. İmâm Mâlik ve Züfer (r.h)'e göreyse, dirsekleri yıkamak farz değildir. Bu ihtilâf, Cenâb-ı Hak'ın, "Her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız" ifâdesi hakkında da aynısıyla söz konusudur. İmam Züfer'in delili şudur: (.......-e, -a kadar) kelimesi, intihâ-i gaye içindir. Bir hükme gaye kılınan şey ise, o hükmün dışında kalır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra geceye kadar orucu tamamlayın" (Bakara. 187) âyetinde de durum aynıdır. Binâenaleyh, dirseklerin yıkanmasının farz olmaması gerekir. Bu görüşe şu iki bakımdan cevap verilmiştir:

a) Bir şeyin sınırı, sınırlanan şeyden bazan hissedilen (görülen) bir sınırla ayrılır: İşte burada sınır, sınırlanandan hariç kalmış olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Sonra geceye kadar orucu tamamlayınız" (Bakara. 187) âyetinde de böyledir. Çünkü gündüz, geceden gözle görülür bir biçimde ayrılır. Zira, aydınlığın karanlıktan ayrılması hissedilir, görülür. Bazan ise bu, bu şekilde olmayabilir. Bu senin tıpkı, "şu elbiseyi (kumaşı) şu uçtan şu uca kadar sattım" demen gibidir. Çünkü elbise (kumaşın) ucu, tarafı, kumaştan hissî bir çizgiyle ayrılmaz...

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, dirseğin, dirsekten bileğe kadar olan kısımdan ayrılması için muayyen bir mafsal yoktur. Durum böyle olunca, (bu iki nokta arasında kalan kısımlardan) bir cüz'ün yıkanmasının farz kılınması, diğer cüz'ün yıkanmasından daha evlâ değildir. Binâenaleyh, dirseklerin tamamının yıkanmasının farz olduğuna hükmetmek gerekir.

b) Biz, dirseklerin yıkanmasının farz olmadığını kabul edelim, ancak ne var ki dirsek, kemiğin en ucundaki kısmın adıdır. Çünkü bu kısım, kendisine dayanılan kısımdır. Kemiğin ucunu öte geçen kısmın yıkanmasının farz olmadığı hususunda bir münakaşa yoktur. Zeccâc bu cevabı tercih etmiştir. Allah en iyi bilendir.

Kolu Kesik Olanın Abdesti

Adamın kolları kesik olursa, bu durumda eğer, kesilen kısım dirseklerden (bileklere doğru) aşağı olursa, dirseklerden kalan kısmı yıkamak farzdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" emri, ellerin dirseklerle beraber yıkanmasının farz olmasını gerektirir. Binâenaleyh, kesilmek suretiyle dirseklerin bir kısmı sakıt olunca, bu âyetin hükmüne göre, geriye kalan kısmı yıkamak farz olur. Ama, dirseklerin üstünden kesilmişse, o kimseye bu uzvunu yıkaması farz değildir. Çünkü, teklifin mahalli mevcut değildir. Şayet, kollar tam dirsekten kesilmiş olursa, Şafiî (r.h), "Kemiğin ucuna suyu dokundurmanın farz olduğunu" söylemiştir. Bu böyledir zira, dirsekleri yıkamak farz olup, dirsek de iki kemiğin karşı karşıya gelmesinden ibaret olunca ve de suyu iki kemiğin birbirine rastlaştığı yere dokundurmak farz olunca, suyu İkinci kemiğin ucuna değdirmek, (orayı yıkamak) da muhakkak ki farz olur.

Sağ Uzuvdan Başlamak

Sağı sola takdim etmek, farz değil mendûptur. Ahmed İbn Hanbel, bunun farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, ellerden ve ayaklardan bahsetmiş, fakat burada sağın sola takdim edileceğinden bahsetmemiştir. İşte bu da, farz olanın, elleri (onlarla beraber kolları) her ne şekilde olursa olsun yıkamak olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Abdesten Avuçtan Dirseğe Doğru Su Verilir

Sünnet olan, suyun avuç içinden dirseklere doğru akacak bir biçimde avuç içine dökülmesidir. Binâenaleyh, şayet su, dirsekler üzerine dökülse ve böylece de avuçlara doğru akıverse, işte bu durumda bazı alimler bunun caiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "ve dirseklere kadar ellerinizi.." buyurmuş, böylece dirsekleri yıkamanın son noktası, "gâye"si kılmıştır. Bu sebeple dirsekleri, yıkamanın başlangıcı kabul etmek, âyetteki durumun aksine bir hareket olur. Binâenaleyh, caiz olmaması gerekir. Cumhûr-u fukâhâ ise, "Bu hareketin, abdestin sıhhatine zarar vermeyeceğini, ama ne var ki bunun sünneti terketmek olduğunu" söylemişlerdir.

Otuz Dördüncü Mesele

Şayet her dirsekten de, iki kol ve iki el çıksa, Hak Tealâ'nın "ve dirseklere kadar ellerinizi..." ifâdesinin umûmî olmasından dolayı, her iki el ve kolu yıkamak farz olur. Bu tıpkı, bir elde beş parmaktan fazla parmağın bulunması haline benzer. Bu durumda da, bu âyetin hükmüne göre, o ilâve parmakları da yıkamak farzdır.

Otuz Beşinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "dirseklere kadar..." ifâdesi, emredilenin değil, emrin sınırlanmasını gerektirir. Yani, Hak teâlâ'nın, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyruğu, her iki eli, dirseklerle birlikte yıkamayı emretmektedir. Binâenaleyh, yıkamanın farz oluşu, bu sınırla sınırlanmıştır. Bu sebeple farz olan sadece bu kadarı yıkamaktır. Ama, bizzat yıkama işi, bu sınırla sınırlandırılmamış . Çünkü, (Kıyamet gününde abdest uzuvlarının daha parlak olması için), uzuvların daha fazla yıkanması sünnet-i müekkede olduğu, haberlerle sabit olmuştur.

Başın Meshedilmesi

Şafii (r.h) başa meshetme hususunda farz olan miktarın, "başına meshetti" denilecek kadar az bir miktar olduğunu söylerken, başın tamamının; Ebû Hanife (r.h) ise, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî'nin delili şudur: Bir kimse şayet "Mendile silindim" dediğinde, bu kimsenin bu sözü, o kimse ancak mendilin tamamıyla silindiği zaman doğru olur. Ama bu kimse şayet, "Ellerimi mendille sildim" derse, onun bu ifâdesinin doğruluğu için, onun iki elini, bu mendilin cüzlerinden herhangi birisiyle silmiş olması kâfidir.

Bu sabit olunca, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "ve başlarınıza meshedin..." emriyle amel etmiş olmak için, eli başın cüzlerinden bir cüze dokundurmak yeterlidir. Sonra bu cüz, bu miktar, âyette belirlenmemiştir. Binâenaleyh, şayet biz bunu, muayyen bir miktarla takdir edilmesini vacip kılarsak, bu miktarın tayin edilmesi, ancak bu âyete mugayir olan başka bir delil ile mümkün olur. Böyle yapılması halindeyse âyet mücmel olmaya doğru yönelmiş olur ki, bu aslolanın hilâfına bir haldir. Şayet biz, meshetme konusunda, meshin, başın cüzlerinden herhangi birisine yapılması kâfidir dersek, o zaman âyet mübeyyen ve açık, müfîd olmuş olur. Âyeti, kendisiyle beraber bir mâna ifâde eden ve mübeyyen olan bir anlama hamletmenin, âyeti mücmel hale getirecek mânaya hamletmekten daha evlâ olduğu malumdur. Binâenaleyh, bizim söylediğimiz görüşü benimsemek daha uygun olur. İşte bu, âyetten elde edilmiş olan güzel bir istinbattır.

Sarık Üzerine Meshetme

Sarık üzerine meshetmekle yetinmek caiz değildir. Evzaî, Sevrî ve Ahmed İbn Hanbel ise, bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Âyet, başa meshetmenin farz olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki sarığa meshetmek, başa meshetmek demek değildir. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in, sarığına meshettiği rivayetine dayanmışlardır.

Bunların bu deliline karşı bizim cevabımız da, "Belki de, Hazret-i Peygamber, farz olan miktarı başına, geriye kalan kısmı ise sarığına meshetmiştir" şeklinde olur.

Ayakların Yıkanması Ve Meshedilmesi

Alimler, ayakların meshedileceği veya yıkanacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir: Kaffâl, bu âyetin tefsiri hususunda İbn Abbas, Enes İbn Mâlik, İkrime, Şa'bî ve Ebû Cafer Muhammed İbn Ali el-Bakır'dan ayakları meshetmenin farz olduğu hükmünü nakletmiştir ki bu, Şia'nın İmâmiyye kolunun mezhebidir. Fukahâ ve müfessirlerin cumhuru ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Dâvûd el-İsfehani, hem yıkamanın hem de meshetmenin farz olduğunu söylemiştir ki bu görüş, Zeydiyye imamlarından en-Nasır Lilhakk'ın görüşüdür.

Hasan el-Basrî ve Muhammed İbn Cerîr et-Taberî ise, mükellefin (kulun), yıkama ile meshetme arasında muhayyer bırakıldığını söylemişlerdir.

Ayaklara meshetmenin farz olduğunu söyleyenlerin delili, Hak teâlâ'nın, (......) ifadesiyle ilgili şu iki meşhur kıraata dayanmaktadır. Binâenaleyh İbn Kesir, Hamza, Ebû Amr ve Ebû Bekrin ravisi Asım, cer ile olmak üzere (......) şeklinde; Nâfi, İbn Âmir ve Hafs rivayetine göre Asım ise nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre biz deriz ki, bu kelimeyi cer ile okumak, bunun (......) kelimesine matuf olmasını gerektirir. Binâenaleyh, başa meshetmek farz olduğuna göre, ayaklara da meshetmek farzdır.

Buna göre şayet, "Bu şairin, "Kelerin bozulmuş deliği" ve "İnsanların büyüğü, nakışlı elbiseler içindedir; (ona bürünmüştür)" ifâdelerinde olduğu gibi, civardan, yakınlıktan ötürü meksûr kılınmıştır, denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu şu bakımlardan bâtıldır:

a) Civara göre meksûr kılmak, bazan şiir zaruretinden dolayı mecbur kalınarak yapılan hatalardan sayılmıştır. Halbuki, Allah'ın kelâmını bundan tenzih etmek gerekir.

b) Civardan dolayı kesreye, şairin tıpkı ifâdesinde olduğu gibi, iltibastan (karşılıktan) emin olunulduğu zaman ancak başvurulur... Zira, bu ifâdedeki (......) kelimesinin, (......) kelimesinin değil, (......) kelimesinin sıfatı olduğu, zarurî olarak bilinen bir husustur. Halbuki bu âyette, iltibastan emin olmak söz konusu değildir.

c) Civardan dolayı kelimeyi meksûr kılmak, ancak atıf harfi olmadığı zaman söz konusudur. Ama atıf harfi bulunduğu zaman, Araplar böyle demez.

Nasb ile okuyanlar da, bunun, ayakları meshetmeyi gerektirdiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "...ve başlarınıza meshedin..." ifâdesindeki "başlarınıza" ifâdesi, mahallen mansûptur. Ancak ne var ki kelimenin başında harf-i cer bulunduğu için kelime mecrûr kılınmıştır. Binâenaleyh, (......) kelimesini, (......) kelimesine atfettiğinde, (......) kelimesinde, (......) kelimesinin mahalline atfedilmesi halinde nasb; zahirine atfedilmesi halinde ise, cer caizdir, Bu, nahivcilerce çok iyi bilinen meşhur bir yoldur.

Bu sabit olduğu zaman biz deriz ki, Hak teâlâ'nın "ayaklarınızı" ifâdesinde, nasbin âmilinin "meshediniz" emri olabileceği gibi, bu âmilin "yıkayınız" emri de olabileceği ortaya çıkmıştır. Ancak ne var ki, bir mamul üzerinde iki âmil amel etmeye kalkışınca, o mamule daha yakın olanı amel ettirmek evlâ olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, sözündeki nasbin âmilinin, "meshediniz" emri olması gerekir. Binâenaleyh, lamın nasbıyla (......) şeklinde okumanın da ayaklar üzerine meshetmeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. İşte bu, ayaklan meshetmenin farz olduğu hususunda âyetle yapılan istidlalin izah şeklidir. Sonra, bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Hadislere dayanarak, bu hususu savuşturmak da caiz değildir. Çünkü bu haberlerin tamamı, âhad haberlerdir. Halbuki âhad haberlerle Kur'ân'ın neshi caiz değildir.

Bil ki buna ancak şu iki bakımdan cevap vermek mümkündür:

a) Pek çok hadis, ayakları yıkamanın farz olduğunu ifâde etmektedir. Yıkama, meshe de şamildir, ama meshetme, yıkamaya şamil olmaz. Binâenaleyh abdestte ayakları yıkama, daha ihtiyatlı davranıştır. Bu sebeple bunu yapmak gerekir. Bu izaha göre, abdestte ayakları yıkamanın, ayakları meshetme yerini tuttuğunu kesin olarak söylemek gerekir.

b) Ayakları yıkamadaki farz oluş, topuklara kadar yıkama ile sınırlıdır. Böyle bir sınırlama meshde değil, ancak yıkamada söz konusudur.

Ayakların Meshedilmesini Benimseyenler

Ayaklan meshetmenin farz olduğunu söyleyenler, bu cevaplara karşı şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

1) "Topuk", ayak mafsalının altında kalan kemikten ibarettir. Buna göre, ayakların üst kısmına mesh vaciptir,

2) Bu görüştekiler, topukların, bacağın iki yanından çıkan iki kemik çıkıntısından ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat onlar ayakların bu topuğa kadar olan dış kısmına meshetmenin farz olduğunu söylemişlerdir. İşte bu durumda, geriye bir soru kalmaz.

Otuzdokuzuncu Mesele

Fakîhlerin çoğunun görüşü şudur: "Kâ'beyn (topuk), ayağın iki tarafındaki iki çıkıntı kemikten (aşık kemiklerinden) ibarettir." İmamiyye ve ayakların meshinin farz olduğunu söyleyen herkes şöyle demişlerdir: "Topuk, sığır ve davarın topuğu (inciği) gibi, bacak ile ayağın mafsalı (ayrılma yeri) olacak şekilde, bacak kemiğinin alt ucuna yerleştirilmiş yuvarlak bir kemiktir." Bu, Muhammed İbn Hüseyin'in de görüşüdür. Esmaî de, bu görüşü tercih eder ve "Ayağın iki tarafındaki bu iki çıkıntıya "mincem" denilir" der. Bunu, Kaffal tefsirinde, bu şekilde rivayet etmiştir.

Yıkamak Gerekir Diyen Cumhurun Delilleri

Cumhurun bir çok delili vardır:

1) Eğer topuk, İmâmiyye'nin söylediği mânada olsaydı, o zaman her ayakta tek bir topuk olması ve âyette "ve topuklara kadar ayaklarınızı..." denilmesi gerekirdi. Nitekim her elde sadece bir dirsek bulunduğu için, âyette Cenâb-ı Hak, , "dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyurmuştur.

2) Bacak ile ayağın mafsalındaki (içerdeki) yuvarlak kemik, ancak cerrah doktorların bilebileceği, görünmeyen bir şeydir. Halbuki ayağın iki tarafındaki o iki kemik çıkıntısı, (aşık kemikleri) herkesçe bilinen ve görünen bir şeydir. Bütün herkesin mükellef olduğu şeylerin dayanağının, gizli ve saklı bir şey değil, açık olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "(Ey cemaat, saf yaparken) topukları topuklara iyice yapıştırın" dediği rivayet edilmiştir. Şüphe yok ki bundan murad, bizim söylediğimiz husustur.

3) "Ka'b", yükselme ve çıkıntı mânalarından alınmıştır. Memeleri tomurcuklanan kız çocuğuna denilmesi de bu mânadan dolayıdır. Çıkıntılı olan herşeye "ka'b" denilmesi de bundan dolayıdır. İmâmiyye'nin delili ise şudur: "Ka'b", bütün hayvanların ayaklarında bulunan belli bir kemiğin adıdır. Binâenaleyh insanlar hakkında da, bunun aynı kemik olması gerekir. Yine ayak ile bacak arasındaki yere (mafsala) da ka'b denir. Mızrağın boğum yerlerine de, bu mânada ku'ûb denilir. Ayağın ortasında da mafsal vardır. Binâenaleyh buna da ka'b denmesi gerekir."

İmâmiyye'nin iddiasına: "Zahirî tekliflerin dayanağının, zahirî (görünen) bir şey olması gerekir. Bizim söylediğimiz topuk da, daha görünürdedir. Binâenaleyh ka'bın (topuğun), bu olması gerekir" diye cevap veririz.

Mestler Üzerine Meshetmeyi Kabul Etmeyenler

Müçtehidlerin çoğu, mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu söylerken, Şia ve Haricîler bunu kabul etmemede ittifak etmişler ve şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: "Hak Teâla'nın "Başlarınızı meshedin ve aşık kemiklerine kadar ayaklarınızı..." ifâdesi, ayakları ya yıkamayı, ya da meshetmeyi gerektirir. Halbuki mest üzerine mesh, ayakları ne yıkamak ne de meshetmektir. Binâenaleyh âyetin ifâdesinin hükmüne göre, bunun caiz olmaması gerekir. Sonra mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu söyleyenler, o husustaki hadislere dayanıyorlar. Fakat, Kur'an'a dayanmak, hadise dayanmaktan daha uygundur.

Bunun delili şunlardır:

a) Kur'ân-ı Kerim'in, haber-i vâhid ile neshedilmesi caiz değildir.

b) Bu âyet, Mâide sûresindedir. Halbuki müfessirter, "Ey iman edenler, Allah'ın şeâirine hürmetsizlik etmeyin, (helal saymayın)... " (Mâıde, 2) âyeti dışında bu sûrede, neshedilen başka bir âyet olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bazı müfessirler, bu âyetin mensûh olduğunu söylemişlerdir. Durum böyle olunca, ayakları yıkamanın farz oluşunun, (mest üzerine mesh hükmü ile) mensûh olduğu söylenemez.

c) Mest üzerine mesh edilebileceğine dair hadisler, eğer bu âyetin inmesinden önce söylenmiş iseler, o zaman bu haber-i vâhidler, Kur'ân ile neshedilmîş olurlar. Eğer aksi söz konusu olur ise, o zaman haber-i vâhid Kur'ân'ı neshetmiş olur. Hiç şüphesiz ki birinci ihtimal, şunlardan dolayı daha uygundur:

1) Mütevatir olan Kur'ân'ı, haber-i vahide tercih etmek, bunun tersini yapmaktan daha evlâdır.

2) Âyete göre amel etmek, daha ihtiyatlıdır.

3) Rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir Size, benden bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah'ın kitabına arzedin (onun ışığında inceleyin), eğer ona uyarsa atın, aksi halde onu reddedin." İşte bu hadis-i şerif de, Kur'ân'ın haber-i vahidin önüne geçirilmesini gerektirir.

4) Muaz İbn Cebel (radıyallahü anh) hadisi de, Kur'ân'ın, hadisden önce nazar-ı itibara alınmasını gerektirir.

d) Alimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Mesela Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'den şu rivayet edilmiştir: "İki ayağımın kesilmesi, mest üzerine mesh vermemden bana daha sevimlidir." İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eşek derisine meshetmem, mest üzerine meshetmemden daha evlâdır." İmam Mâlik ise, kendisinden gelen iki rivayetten birine göre, mest üzerine mesh vermeyi caiz görmemiştir. Halbuki İmam Mâlikin ilm-i hadis'de, âdeta doğan bir güneş gibi olduğunda bir münakaşa yoktur. Binâenaleyh eğer o, bu husustaki hadislerin zayıf olduğunu bilmeseydi, hiç böyle birşey söylemezdi. İmam Mâlik'ten gelen ikinci rivayete göre ise, o, mukîm (yolcu olmayan) kimsenin, mest üzerine mesh vermesini mubah saymamış, yolcunun ise, bir sınırı olmaksızın, dilediği kadar mest üzerine mesh verebileceğini söylemiştir.

İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife ve fukâhânın çoğu, mestlerini giydikten sonra, abdesti bozulduğu andan itibaren, misafirin (yolcunun), üç gün üç gece mest üzerine mesh verebileceğini söylemişlerdir.

Hasan el-Basrî, bu müddeti, yolcunun mestlerini giyindiği andan itibaren başlatır. Evzâi ve Ahmed İbn Hanbel ise, yolcunun ayaklarına meshetme müddetini abdestin bozulduğu andan itibaren başlatmışlardır. İşte fukâhâ arasında mevcud olan böylesine bir ihtilaf da, mest üzerine meshetme ile ilgili hadislerin, "meşhur" ve "mütevatir" derecesine ulaşmadığını gösterir. Durum böyle olunca, bu hadisler, birbiri ile çeliştikleri için, düşmelerine hükmetmek gerekir. İşte bu durumda da, Allah'ın kitabının zahirine göre amel etmek gerekir.

e) Mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu bilmeye olan ihtiyaç, herkes için söz konusu olan umûmî bir ihtiyaçtır. Binâenaleyh şayet bu, meşru bir hüküm olsaydı, bunu herkes bilir ve bu "mütevatir" derecesine çıkardı. Böyle olmadığına göre, bu hadislerin zayıflığı ortaya çıkar. İşte mest üzerine meshi caiz görmeyenlerin görüşleri bunlardan ibarettir.

Mest Üzerine Meshi Kabul Eden Fakîhlerin Delilleri

Fakihler ise şöyle demişlerdir: Mestler üzerine meshin caiz olduğu görüşü bazı sahabe tarafından ileri atılmış, diğer sahabelerin ise bunu yadırgamadıkları görülmüştür. Binâenaleyh bu, sahabenin bir icmâı olmuş olur. Bu sebeple bu, bu hususta söylenilen en kuvvetli görüştür. Hasan el-Basrî, "Ashab-ı Resûlullah'dan yetmiş kadarı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mestleri üzerine meshettiğini rivayet ettiler" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, mest üzerine meshi kabul etmediğini ise İkrime rivayet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kendisine İkrîme'nin sözü sorulunca, "O, bana iftira etmiş" demiştir. Atâ şöyle der: "İbn Ömer, mest üzerine mesh konusunda, diğer sahabîlerin görüşüne muhalefet ediyordu. Fakat ölmeden önce, onların görüşüne gelmiştir."

Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'ye gelince, rivayet edildiğine göre Şureyh İbn Hâni', "Hazret-i Aişe'ye mest üzerine mesh meselesini sorduğumda o, "Git ve Hazret-i Ali'ye sor. Çünkü o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün yolculuklarında, Hazret-i Peygamber ile birlikte idi" dedi. Ben de gidip bunu Hazret-i Ali'ye sorduğumda o, "meshet" dedi" demiştir. İşte bu da, Hazret-i Âişe'nin, yukarıda bahsedilen görüşünden döndüğüne delâlet eder.

Kolları ve Bacakları Kesik Olanların Abdesti

İki kolu ve iki ayağı kesik olan bir adamdan, abdestte bunları yıkama farziyyeti düşer. Böyle bir insanın vazifesi, abdest alırken sadece yüzünü yıkaması ve başını meshetmesidir. Eğer bu adamın yanında, kendisine abdest aldıracak veya teyemmüm etmesine yardım edecek birisi bulunmaz ise, bu adamdan abdest alma farziyeti tamamen düşer. Çünkü âyetteki, "Başlarınızı meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın" emri, hiç şüphesiz bunları yapabilme şartına bağlıdır. Böyle bir kudret bulunmadığı zaman, abdest alma mükellefiyeti düşer. İşte abdest âyeti ile ilgili meselelerin tamamı bundan ibarettir.

Cünüp Olanlar Gusletsinler

Cenâb-ı Hak "Eğer cünüp olduysanız, gusledin" buyurmuştur. Zeccac, bu âyetteki ifadesinin aslının, şeklinde olduğunu, fakat hem tâ, hem tî harfleri aynı mahreçden çıktığı için, "tâ"nın "tî"ye idgam edildiğini, bu idgamdan sonra kelimenin başının sakin kaldığını, okunabilmesi için başa bir hemze-i vasim getirildiğini ve böylece , şeklini aldığını söylemiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, küçük temizliğin (abdestin) nasıl yapılacağını bildirince, bundan sonra da büyük temizliğin nasıl olduğunu zikretmiştir. Bu büyük temizlik de, cünüplükten dolayı gusletmektir: Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır;

Birinci Mesele

Cünüplüğün iki sebebi vardır:

1) Menînin akmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Su (gusül), ancak sudan (meninin akmasından) dolayı gerekir" Müslim, Hayz. 80(1/269). demiştir.

2) İki iltikay-ı hıtaneyn (sünnet mahallerinin) birleşmesi... Zeyd İbn Sabit, Mu'az İbn Cebel ve Ebû Sa'idi'l-Hudri (radıyallahü anhnhüm), guslün ancak meni aktığı zaman farz olduğunu söylemişlerdir. Bizim (buna karşı) delilimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "(Erkek ile kadının) sünnet mahalleri birleştiği zaman, gusül gerekir hadis-i şerifidir.

Bil ki erkeğin sünnet mahalli (hitâm), sünnet olurken kesilen derinin altında kalan yerdir. Kadının sünnet mahalline (hitanına) gelince bil ki, onun sünnet mahallinin iç tarafı, şu üç şeyle çevrilidir: Tirmizî, Taharet, 80 (1/180).

a) Fercin en iç kısmındaki, erkeğin cinsel organının girdiği, hayz kanının çıktığı ve çocuğun doğduğu deliktir.

b) Tıpkı erkeğin cinsel organındaki delik gibi, bu deliğin üzerinde bulunan ve sadece idrarın çıktığı delik.

c) İdrarın çıktığı deliğin üstünde, kadının sünnet mahalli vardır. İşte burada, tıpkı horozun ibiği gibi, dimdik duran ince bir deri vardır. Kadının sünneti, bu derinin kesilmesidir. Binâenaleyh "haşefe" (erkeğin sünnet mahalli), kadının cinsel organı içine girip görünmediğinde; erkeğin sünnet mahalli ile kadının sünnet mahalli birleşmiş olurlar.

Gusl Bütün Bedeni Yıkanmasıdır

Âyetteki (gusledin, temizlenin) emri, herhangi bir uzva has olmaksızın, genel olarak temizlenmeyi emirdir. Binâenaleyh bu, bütün bedeni temizleme hususunda bir emir olmuş olur. Bir de taharet-i suğra (küçük taharet, abdest), sadece bazı uzuvlara ait olunca, Cenâb-ı Hak, âyette bu uzuvları belirleyerek zikretmiştir. Bundan dolayı, gusül hususunda her hangi bir uzuv belirlemediğine göre, bunun, bütün bedeni temizleme hususunda bir emir olduğu anlaşılır.

Bil ki bu temizleme, gusüldür. Nitekim Cenâb-ı Allah bir başka yerde, "Cünüp iken de, yolcu olmanız müstesna, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Gusülde delk, yani ovmak farz değildir. Mâlik (r.h) ise, bunun farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz, âyetteki "gusledin (temizlenin)" emrinin, sadece bedeni temizleme hususunda bir emir oluşudur. Bedeni temizleme hususunda ise, ovalama nazar-ı dikkate alınmaz. Bunun delili ise şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cünüplükten nasıl temizlendiği sorulduğunda O, "Bana gelince, ben başıma hafif üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmiş... " İbn Mâce, Taharet, 95 (1/190-191) (Benzeri bir hadis) buyurmuş ve böylece ovalamaksızın da temizliğin olacağını göstermiştir. Binâenaleyh bu da temizlenmenin ovmaya bağlı olmadığına delâlet eder.

Cünüp Kur'an Dokunamaz

Cünübün Mushaf'a (Kur'ân'a) dokunması caiz değildir. Davûd ez-Zâhiri ise, bunun caiz olduğunu söylemiştir.

Bizim delilimiz, âyetteki "gusledin (temizlenin)" ifâdesidir. Bu ifâde, cünübün temiz olmadığına delâlet eder. Aksi halde bu, temiz olana temizlenmeyi emretme olur ki, caiz değildir. Bundan dolayı cünüp temiz olmadığına göre, "O (Kur'ân'a), ancak temiz olanlar dokunabilir" (Vakıa, 79) âyetinden dolayı, Kur'ân'a dokunması caiz değildir.

Gusülden Önce Abdesin Hükmü

Guslederken, önce bir abdesî almak farz değildir. Ebû Sevr ve Dâvud ez-Zâhiri bunun farz olduğunu söylemişlerdir Bizim delifimiz şudur: Âyetteki, "gusledin (temizlenin)" sözü, bir temizlenme emridir. Temizlenme ise, yıkanmakla meydana gelir, abdest almaya bağlı değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Bana gelince, ben başıma üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmişim..." buyurmuştur.

Gusûlde Ağzı ve Burnu Yıkama

İmam Şafiî (r.h), guslederken ağza ve burna su vermenin farz olmadığını söylerken, Ebû Hanife (r.h), bunun farz olduğu görüşündedir. Şafiî'nin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bana gelince, ben başıma üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmişim..." hadis-i şerifidir. Ebû Hanife'nin ise hem âyetten, hem de hadisten delili vardır. Âyetten delili, Cenâb-ı Hakk'ın "gusledin (temizlenin)" emridir. Bu ifâde, cünüp kimselerin kendilerini temizlemeleri hususunda bir emirdir. İnsanın kendisini temizlemesi ise, ancak her tarafını temizlemesi ile olur. Bu ifâde ile, temizlenmesi mümkün olmayan iç organlar hakkında amel edilmemiştir. Ama ağız ile burun içinin temizlenmesi mümkündür. Öyle ise, bu iki yerin, âyetin hükmüne girmiş olması gerekir. Onun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kıllarınızı iyice ıslatın ve cildinizi iyice temizleyiniz. Zira, her kılın dibinde cünüblük vardır" sözüdür. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kıllarınızı iyice ıslatın" emrine burnu yıkama da girer. Çünkü burnun içinde kıllar vardır. Yine Hazret-i Peygamber'in, "cildinizi iyice temizleyiniz" emrine, ağzın içinin derisi de girer.

Saçların Dibine Yıkama

İnsanın başındaki saçlar, eğer örülmüş ve birbirine bağlanmış ise, duruma bakılır. Eğer bu, suyun başın derisine ulaşmasına mâni ise, o örgülerin açılması gerekir. İmam Mâlik, "Bu örgüleri açmak farz değildir" demiştir. Eğer bu örgüler, suyun başın derisine ulaşmasına mâni olmaz ise, onları açmak farz değildir. Nehât ise, bu durumda da bunun farz olduğunu söylemiştir. Ibn Mace, Taharet, 106 (1/196); Tirmizî, Taharet, 78 (1/178) (Benzeri bir hadis).

Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın, "gusledin (temizlenin)" ifâdesi, suyu bedenin her parçasına ulaştırmaktan ibarettir. Binâenaleyh baştaki saçların, birbiri ile örgülü ve bağlı olması, eğer suyun geçmesine mâni olacak şekilde ise, bu mâninin ortadan kalkması için, onları çözmek gerekir. Eğer mâni değil ise, onları çözüp açmaya gerek yoktur. Çünkü maksad hasıl olur. Bu sebeple de, onları çözmeye ihtiyaç yoktur.

Gusülde Azaları Sıra İle Yıkama

Alimlerin ekserisi, gusülde bir tertibin (sıranın) olmadığı görüşündedirler. İshâk ise, gusle bedenin en üstünden başlamanın farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ'nın "gusledin (temizlenin)" emri, mutlak mânada bir temizlenme emridir. Bu ise, suyun bütün bedene ulaştırılması ile gerçekleşmiş olur. Binâenaleyh temizlenme gerçekleşince, bunun, insanın sorumluluktan kurtulabilmesi hususunda yeterli ve kâfi olması gerekir.

Teyemmüm

Cenâb-ı Hak, "Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz, veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Hasta, Teyemmüm Edebilir

Hasta da teyemmüm edebilir, Çünkü Cenâb-ı Hak âyette, "Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz..." demiştir. Şöyle denilemez: "Teyemmümün caiz olması için, suyun bulunmaması şarttır. Çünkü teyemmümü, suyun bulunamayışı mubah kılar." Çünkü bu şartın, hastayı da içine almasının bir mânası yoktur. Âyetteki, "Su da bulamamışsanız" ifâdesi, sadece yolcu ile ilgilidir.

Teyemmüm Bakımından Hastalık Nevileri

Üç çeşit hastalık vardır:

1) (Su kullanılması halinde) büyük zarar vermesinden ve öldürmesinden korkulan hastalık... İşte böyle bir hastalıkta, hastanın teyümmüm etmesi, bütün imamlara göre caizdir.

2) (Su kullanılması halinde) zarar vermesinden ve öldürmesinden korkulmayan hastalık... İşte böylesi hastanın teyemmüm etmesinin caiz olmayacağını Şafiî söylemiştir. İmam Mâlik ve Dâvûd ez-Zâhiri ise, bu hastanın da teyemmüm edebileceğini söylemişlerdir. Bunların delili, âyetteki "eğer hasta iseniz" ifadesinin, her türlü hastalığa şamil olmasıdır.

3) (Su kullanılması halinde) artmasından ve iyileşmesinin gecikmesinden korkulan hastalık... İmam Şafiî'nin, bu husustaki iki görüşünden daha sahihine göre, böylesi hasta da (su bulduğu halde) teyemmüm edebilir. İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe de aynı görüştedirler. Bunun delili, âyetteki "eğer hasta iseniz..." ifadesinin umûmî oluşudur.

Bir dördüncü çeşit de (su kullanılması halinde), organlarda herhangi kötü bir iz bırakmasından korkulan hastalıktır. İşte böylesi bir hastalığa tutulanın, İmam Şafiî, kavl-i teyemmüm edemeyeceğini, kavl-i kadîminde (önceki görüşünde) ise, teyemmüm edebileceğini söylemiştir ki "teyemmüm edebilir" görüşü daha sahihtir. Çünkü âyete daha uygundur.

Teyemmümle Abdest Birlikte Olabilir mi?

Suyun kullanılmasına mâni olan hastalık, bedenin bir kısmında bulunur, diğer kısımlarında bulunmaz ise, bu durumda Şafiî (r.h): "O kimse, suyun zarar vermeyeceği kısımlarda suyu kullanır, sonra da teyemmüm eder" derken; Ebû Hanife (r.h): "Eğer bedenin çoğu yeri sağlam (hastalıksız) ise, o hasta sağlam yerleri yıkar. Teyemmüm de etmez. Eğer onun bedeninin çoğu yeri yara olur ise, teyemmüm etmesi kifayet eder" demiştir. Şafiî (r.h)'nin delili, ihtiyata sarılmaktır. Ebû Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Allahü teâlâ, hastalığı teyemmüm etme sebeplerinden biri saymıştır. Binâenaleyh hastalık kişinin organlarından birinde görüldüğünde o, hasta sayılır. Öyle ise bu kimse, âyetin hükmüne girer.

Teyemmüm Uzvunun Sargılı Olmasını Hükmü

Bir kimse teyemmüm edilecek yerlere, suyun oraya işlemesine mani olacak biçimde bir sargı sarsa, bu sargının açılması halinde kişinin ölmesinden de endişe edilmezse, Şafiî (r.h) şöyle der: "Toprak o uzva ulaşsın diye, teyemmüm ederken, o sargı bezini açması gerekir." Alimlerin ekserisi ise, bunun farz olmadığını söylemiştir. Şafiî'nin delili, ihtiyata riayettir. Cumhurun delili ise, teyemmümde, hükmün kolaylık ve meşakkati giderme (ref ul-harec) üzerine bina edilmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedl" (Hacc, 78) buyurmuştur. Binâenaleyh, sargı bezinin açılmasını gerekli görmek, bir zorluk ve güçlüktür. Bu sebeple farz olmaması gerekir.

Kısa Yolculukta Teyemmüm

Kısa yolculukta da teyemmüm caizdir. Şafiî alimlerinden bazı müteahhirûna göreyse, bu caiz değildir. Alimlerimizin delili şudur: Hak teâlâ'nın, "veya yoluculukta iseniz" sözü mutlak bir ifade olup, burada yolculuğun uzun veya kısa oluşu hususunda bir tafsilat yoktur. Bir kimse şöyle diyebilir: Biz, "Âyet-i kerimede "sefer" kelimesi mutlak olduğu için, hem uzun hem de kısa yolculuk ruhsatın sebebidir" dediğimizde, o zaman bizim, âyet-i kerimede hastalık lafzı mutlak olarak geçtiği için, "Hafif veya ağır hastalığın da ruhsat sebebi olduğunu" söylememiz gerekir.

Kısa yolculuğun teyemmümü mubah kıldığına başka bir delil de, Ibn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu husustur: "İbn Ömer, cemaatinden ayrıldı. Ve derken Medine'ye yakın bir yere geldi. Bu sırada ikindi vakti girmişti. Bunun üzerine abdest almak için su aradı. Bulamayınca da teyemmüm etmeye başladı. Bunun üzerine kölesi ona: "Medine'nin duvarları sana bakıp duruyorken, sen teyemmüm mü ediyorsun?" deyince, Ibn Ömer: "Oraya kavuşuncaya kadar yaşayabileceğimi biliyor muyum?" dedi. Böylece teyemmüm edip namazını kıldı. Güneş, henüz dipdiri ve bembeyaz iken Medine'ye girdi, fakat namazını iade etmedi.

İhtiyaç Miktarı Su Varsa Teyemmüm Caizdir

Yanında su olmakla beraber susuz kalacağından endişelenen yolcunun, Hak teâlâ'nın, âyetin sonundaki "Allah size bir güçlük vermeyi İstemez" buyruğundan dolayı teyemmüm etmesi caizdir.

Bir de, malına zarar verdiği zaman, abdestin farziyyeti sakıt olur. Bunun delili şudur: Bu kimse, çok bir para mukabilinde su bulduğu zaman, onun o suyu satın alarak abdest alması farz değildir. (Malına zarar verdiği zaman teyemmüm etmesi caiz olduğuna göre), kendisine zarar verdiği zaman, teyemmüm etmesi haydi haydi caiz olur.

Mahdut Suyun Hayvanlara Verilip Teyemmüm Edilmesi

Yanında su bulunan yolcuyla, ölümle yüzyüze gelmiş olan susuz başka canlılar, hayvanlar bulunsa, bu kimsenin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü o suyu o canlılara harcaması farzdır. Çünkü canlıların hakkı, namazdan önce gelir. Baksana, bir çocuk veya bir kör, boğulma veya yanma tehlikesiyle yüzyüze geldiğinde, namazın kesilerek yarım bırakılması caizdir. Bu böyle olunca, bu su, adeta yokmuş gibi kabul edilir. Böylece de yanında su bulunan bu kimse, Cenâb-ı Hakk'ın "su da bulamamışsanız..." ifâdesinin hükmüne dahil olmuş olur.

Su Satın alma Külfeti Halinde Teyemmüm

Kişinin kendi yanında su bulunmasa, bu su başkasında olsa ve o suyu da ancak aşırı bir fiatla satın alması mümkün olsa, bu durumda bu kimsenin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" (Hacc. 78) buyruğu, o kimseden, aşırı ve pahalı bir biçimde su satın alma külfetini kaldırır. Bu durumda da o, suyu bulamayan kimse hükmünde olmuş olur da, böylece de, Allah'ın "su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" emrinin hükmüne girmiş olur. Su, dengi bu parayla satılıp, ancak ne var, bu bulamadığı veya bu suyu alabilecek parası olup da, o paraya fazla ihtiyacı olduğu zaman da durum aynıdır. Ama, dengi bir parayı bulup ve o paraya da, zarurî olacak derecede bir ihtiyacı olmazsa, bu durumda o kimsenin suyu satın alması farz olur.

Hediye Edilen Su İle Teyemmüm Gerekmez

Bir kimseye su hibe edildiğinde teyemmüm etmesi caizmidir? Alimlerimiz, "Bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz olup, onun, o suyu kabul etmesi farz değildir." Çünkü hibeden dolayı yapılmış olan minnet, başa kakma daha zor ve maşakkatlidir" demişlerdir. Ben bunlara şaşıyorum. Bunlar bu kadar zorluğu, teyemmüm edebilmenin sebebi kabul ediyorlar da, hastalıkta acının artma korkusunu ve endişesini niçin teyemmüm sebebi saymıyorlar?

Onuncu Mesele

Bir kimseye kova ve ip emanet olarak verildiğinde, işte bu durumda, ekseri alimler şöyle demişlerdir: Bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz değildir. Çünkü bu emanetten dolayı söz konusu olan başa kakma azdır, cüz'îdir. Böylesi bir kimse, güçlüğe düşmeden suyu bulmuş demektir. Binâenaleyh, bu kimsenin teyemmüm etmesi caiz değildir. Zira Yüce Allah'ın "su da bulamamışsanız..." ifadesi, teyemmümün caiz olabilmesi için, suyu bulamamanın şart koşulmuş olduğunun delilidir.

Onbirinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "veya biriniz tuvaletten gelmiş ise..." ifâdesi, kaza-i hacetten kinayedir. Ulemânın ekserisi, hadisler de kendisine delâlet ettiği için, ister devamlı olsun, isterse arasıra olsun, bedenin iki yolundan (uzvundan) çıkan her şeyi de, bu ifâdenin içinde görmüşlerdir.

İstincanın Hükmü

Şafiî (r.h), ister su ile, isterse taşla olsun istinca yapmanın farz olduğunu söylerken; Ebû Hanife (r.h) bunun farz olmadığını söylemiştir. Şafiî'nin delili, Hazret-i Peygamberin "üç taş ile istincâ etsin" ifadesidir. Ebû Hanife'nin delili ise şöyledir: Allahü teâlâ, "veya biriniz tuvaletten gelmiş ise, yahut da kadınlara dokunmuş ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurarak, tuvaletten gelindiğinde, abdest almayı veya teyemmüm etmeyi farz kılmış, ama "hades" yerini, mahallini yıkamayı farz kılmamıştır. Bu da, istincanın farz olmadığına delâlet eder.

Erkeğin Kadına Dokunması Abdeste Zarar Verirmi

Şafiî (r.h)'ye göre, kadına dokunmak abdesti bozduğu halde, Ebû Hanife (r.h)'ye göre kadına dokunmak abdesti bozmaz.

Ondördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "yahut da kadınlara dokunmuşsanız..." ifâdesinin zahiri, dokunan kimsenin abdestinin bozulduğuna delâlet eder. Ama, dokunulanın abdestinin bozulmas ise, âyetten çıkarılmayıp, aksine hadisten ya da kıyas-ı celîden çıkarılmıştır.

Abdest Suyunun özelliği

Hak teâlâ'nın, "...ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır ki bu meseleler de şu iki kısımda toplanmıştır:

a) Temizleyen suyun ne olduğu hususundaki söz;

b) Teyemmümün nasıl olacağı hususundaki sözümüzdür.

Kaynatılmış Su İle Abdest

Birinci nev' ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kaynatılmış su ile abdest almak caiz olup, mekruh değildir. Mücahid ise, bunun mekruh olduğunu söyler. Bizim delilimiz şu iki husustur:

1) Allahü teâlâ'nın, "yüzlerinizi yıkayınız" emridir. Yıkamak, suyu uzuv üzerinde akıtmaktan ibarettir. Bu kimse de bunu yapmıştır; binâenaleyh, abdest alma mükellefiyetini yerine getirmiş sayılır.

2) Allah, "... bu durumda su da bulamamışsanız" buyurmuş, teyemmümün yapılabilmesini, suyu bulamama şartına bağlamıştır. Burada ise, su bulunmaktadır. Binâenaleyh, teyemmüm edilmemesi gerekir.

Güneşte Isıtılmış Su İle Abdest

Alimlerimiz şöyle der: Bir kabın içinde su ısıtılmak istenip de o su ısıtıldığında, onunla abdest almak mekruhtur. Ebû Hanife ve Ahmed İbn Hanbel ise, bunun mekruh olmadığını söylemişlerdir. Alimlerimizin delili, İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edilen şu haberdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir kimse güneşte ısıtılmış suyla yıkanırda, böylece ona bir alaca hastalığı isabet ederse, o kimse suçu ancak kendisinde bulsun" buyurmuştur. Bazı alimlerimiz ise, "Bu, şeriat açısından değil, ama tıp açısından mahzurludur" demişlerdir.

Ebû Hanife (r.h)'nin delili şudur: Cenâb-ı Hak, "yüzlerinizi yıkayın" emriyle yıkamayı istemiştir. Bu da bir yıkamadır; bu sebeple o da kâfidir. Bir de, suyu bulan kimsenin teyemmüm etmesi yeterli değildir.

Müşriklerin Suyunu Kullanmak

Müşriğin kullandığı suyun artanıyla abdest almak mekruh olmadığı gibi, müşriklerin kaplarında bulunan su ile abdest almak da mekruh değildir. Ahmed ve İshâk, bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, yıkanmayı emretmiştir. O insan da, bunu yerine getirmiştir ve o kimse suyu bulmuş olduğu için, teyemmüm edemez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir müşrik kadının su kabından abdest aldığı ve yine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, bir hristiyanın kırbasındaki sudan abdest aldığı rivayet edilmiştir.

Deniz Suyu İle Abdest

Deniz suyu ile abdest almak caizdir. Abdullah İbn Amr İbn As (radıyallahü anh) ise bunun caiz olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: "Allahü teâlâ yıkanmayı emretmiştir. Denizin suyu ile yıkanan da, bunu yapmıştır ve teyemmüm edilebilmesinin şartı, suyun bulunamamasıdır. Deniz suyunu bulan da, su bulmuş demektir.

Meyve Suyu ile Abdest

İmam Şafiî (r.h): "Hurma (meyve) suyu ile abdest almak caiz değildir" derken; Ebû Hanife (r.h), bunun yolculukta caiz olacağını söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Allahü teâlâ, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin..." buyurmuş ve böylece su bulunmadığı zaman, teyemmüm etmeyi farz kılmıştır. Ebû Hanife ise: "(Meyve suyu) bulan kimsenin, teyemmümü terketmesi caizdir, hatta vaciptir. Bu kimse hurma (meyve) suyu ile abdestini alır" demiştir. Halbuki bu, âyetin aksinedir. Eğer onlar (Hanefîler), cinlerle ilgili kıssaya (hadiseye) tutunmuşlar ise, biz deriz ki, (bahsedilen) bu şeyin çoraklığını gidermek için içine hurma sıkılan bir su olduğu söylenmiştir. Bir de cinlerle ilgili bu hâdise, Mekke'de geçmiştir. Halbuki Mâide Sûresi, Kur'ân'ın en son nazil olan süresidir. Binâenaleyh bu sûredeki âyetin, o hâdise(nin ifâde ettiği hükmü) neshetmiş olması daha uygundur.

Altıncı Mesele

Evzaî ve Esamm, temiz olan her türlü sıvı ile, abdest alınıp gusledilebileceğini söylemişlerdir. Alimlerin çoğu ise, bunun caiz olmayacağı görüşündedirler. Ekseriyetin delili şudur: "Allah, su bulunmadığı zaman, teyemmüm edilmesi gerekliğini bildirmiştir. Halbuki diğer sıvılarla abdest almanın caiz olduğunu söylemek, bu hükmü iptal eder."

Evzâî ve Esamm ise şöyle istidlal etmişlerdir: "Âyetteki, "yüzlerinizi yıkayın.." emri, mutlak mânada bir yıkama emridir. Uzuvlar üzerinde sıvı bir şeyi akıtmak da yıkama sayılır. Nitekim şâir: "Gözyaşı, sürmesini yıkadığı zaman, ey o (sevgilinin) güzelliği" (sen onun güzelliğini ah, göz yaşı onun sürmesini yıkadığı zaman görsen)" demiştir. "Yıkama", su ve diğer sıvılar arasında müşterek bir mânanın (şeyin) ismi olduğuna göre, âyetteki "yıkayınız" buyruğu, her türlü sıvı ile abdest alınabileceğini göstermiş olur." Biz, buna karşı deriz ki, bu mutlak (kayıtsız-şartsız) bir emirdir. Bizim, zikrettiğimiz delil ise mukayyeddir. Mutlakı, rnukayyed üzerine hamletmek vaciptir.

Rengi Değişmiş Olan Su

İmam Şafiî (r.h): "Zağferân ile iyice rengi değişmiş olan suyla abdest almak caiz değildir" derken, Ebû Hanife (r.h), bunun caiz olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Böyle sular, mutlak mânada "su" diye adlandırılamaz. Binâenaleyh böyle bir su bulan, sanki su bulmamış gibidir. Bu sebeple, onun teyemmüm etmesi gerekir." Ebû Hanife (r.h)'nin delili ise şöyledir: "Bu şekildeki bir suyu bulan da, su bulmuş sayılır. Çünkü içindeki zağferan yüzünden, rengi değişmiş olan su, belli bir sıfatı olan sudur. Binâenaleyh onda, suyun kendisi hiç şüphesiz mevcuttur. Bu sebeple, böylesi suyu bulan da, su bulmuş olur. Binâenaleyh teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" buyurarak, teyemmümün caiz oluşunu, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır.

Kokmuş Su

Uzun süre beklediği için, Özelliği bozulan ve kokuşan su, şer'an hem temiz, hem de temizleyicidir. Bunun delili, âyetteki, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" ifadesidir. Cenâb-ı Allah, bu buyruğu ile, teyemmüm edilebilmesini, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Bu kokuşmuş olan su da, bir sudur. Bundan dolayı böyle bir su var iken, teyemmümün caiz olmaması gerekir.

Abdestte Kullanılmış Suyun Durumu

İmam Mâlik ve Dâvûd ez-Zâhirî, abdestte kullanılmış olan su, hem temiz, hem de temizleyici olarak kalır. İmâm Şafiî de, kavl-i kadîminde bu görüştedir. O, kavl-i cedidinde ise, bu suyun temiz ama temizleyici olmadığını söylemiştir ki İmam Muhammed de bu görüştedir.

Ebû Hanife (r.h)'den nakledilen rivayetlerin çoğuna göre, o, bu suyun necis (pis) hükmünde olduğunu söylemiştir. İmâm Mâlik'in delili şudur: Teyemmüm, su bulamamaya bağlanmıştır. Bu da, "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" âyetinin hükmüdür. Müsta'mel (abdestte kullanılmış) suyu bulan da, su bulmuş sayılır. Binâenaleyh, bu kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir. Teyemmümü caiz olmayınca da, o kimsenin, o su ile abdest alması caizdir. Çünkü bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu söyleyen yoktur. Yine Cenâb-ı Hak, "Bizgökten temizleyici bir su indirdik" (Furkân, 48) buyurmuştur. Bu âyette seçen "tahûr" (çok temizleyici) kelimesi, (çok içen) kelimeleri gibi, (temizleme) fiili kendisinde tekrar tekrar meydana gelen şey demektir. Tekrar ise, ancak kullanılmış su, temizlikte tekrar kullanılabildiği takdirde söz konusu olur.

Suyun, İçine Düşen Pislikte Necis Olması

İmam Mâlik şöyle demiştir: "Suyun içine bir pislik düşse ve su o pislik yüzünden değişmese (bozulmasa), az da olsa, çok da olsa o su hem temiz, hem temizleyicidir." Bu, Sahabe ve Tâbiî'nin çoğunun görüşüdür.

İmam Şafiî (r.h) ise, "Eğer o su, iki "kulle" (iki büyük küp)den daha az olur ise, bu necasetin düşmesi ile pis olur" demiştir.

Ebû Hanife (r.h) de: "O suyun: kabının yüzeyi, on zira eninde ve on zira boyunda bir alandan daha az olur ise, bununla pis olur" demiştir.

İmam Mâlikin delili şudur: "Allahü teâlâ bu âyette teyemmümü, suyun bulunamamasma bağlamıştır. Hakkında ihtilaf ettiğimiz şu suyu bulan kimse de, su bulmuş sayılır. Binâenaleyh o kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir."

Bu konuda söylenecek son söz şudur: "Suyu bulmuş olma" mânası, özelliği değişmiş az bir su bulunduğu zaman da söz konusudur. Fakat biz deriz ki: "Âmm (genel mefhum), tahsis edilen hususların dışında delildir." Keza Allahü teâlâ'nın "yüzlerinizi yıkayın" sözü, mutlak mânada bir yıkama emridir. Gerek su dışındaki diğer sıvılarla gerekse içine düşen pislik yüzünden özellikleri değişmiş az miktardaki sular hakkında bu emirle amel edilmemiştir. Bu, bunların dışındaki sular hakkında, delil olarak kalır."

İmam Mâlik de şöyle der: "Bu âyet ile yaptığımız istidlal, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "bu, temizleyici olarak yaratılmıştır, onu hiçbir şey kirletemez (pisletemez). Ancak tadı, kokusu veya rengi değişmiş olanlar müstesna... hadîs-i şerîfi ile de kuvvet bulur. Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Su, iki külle miktarına ulaştığı zaman, pisliği taşımaz (yani pislenmez)" hadis-i şerifi ile de tezad teşkil etmez. Çünkü Kur'ân, haber-i vâhidden, sözün mantûku (söylenen hali) mefhumundan (ondan zımnen anlaşılan mânadan) daha evlâdır."

Onbirinci Mesele

Cünüp kimsenin yıkandığı sudan artakalan kısımla, abdest almak caizdir. Ahmed ve İshâk, onunla tek başına kalırsa, kadının yıkandığı sudan arta kalanla abdest almanın caiz olmayacağını söylemişlerdir. Bu, Hasan el-Basrî ve Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in görüşüdür. Bizim delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" emridir." Bu suyu bulan kimse, su bulmuş demektir. Binâenaleyh, teyemmüm etmesi caiz değildir. Ona bu caiz olmayınca, o suyla abdest alması caizdir. Çünkü bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.

Vahşi Hayvanların Artığı

Vahşi hayvanların artığı olan sular, temiz ve temizleyicidir Eşeğin artığı da böyledir. Ebû Hanife (r.h) ise bunun necis, pis olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu artık suyu bulan kimse, su bulmuş demektir. Binâenaleyh, teyemmüm etmesi caiz değildir. Çünkü, âyetteki "yıkayınız" emri yukarıda da bu iki veçhin izahı geçtiği üzere bütün sulara şamildir.

Onüçüncü Mesele

Su, iki "külle" miktarına ulaştığında ve de ona, onun özelliklerini bozmayan bir pislik düştüğünde, İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu su temiz ve temizleyici olarak kalır. Ebû Hanife (r.h)'ye göre İse, o su pis olur. Bizim (Şâfiîlerin) delilimiz şudur: Böyle bir suyu bulan da su bulmuştur. Bundan dolayı teyemmüm etmesi caiz olmaz. Çünkü kişi, yıkamayla emrolunmuştur. Bu emri de yerine getirmiştir. Binâenaleyh, mükellefiyetten çıkmış olur.

Ondördüncü Mesele

İçinde yaprakların parçalanmış olduğu su ile ilgili olarak, alimlerin pekçok açıklamaları vardır. Fakat bu âyet, o suda mutlak mânada su ismi devam ettikçe, onun temiz ve temizleyici olduğuna delâlet eder. Özet olarak, bu âyet-i kerime kendisinde mutlak anlamda su ismi sürdükçe, her suyun temiz ve temizleyici olduğuna delâlet eder.

Teyemmümle İlgili Meseleler

İkinci Nev': Bu âyetten çıkarılan meselelerin ikinci nev'i de, teyemmümle ilgili meselelerdir:

Vahşi Hayvanların Artığı

Teyemmümde Niyet Şarttır

İmam Şafiî, Ebû Hanife ve müctehidlerin çoğu (r.h), "Teyemmümde niyet etmek lâzımdır" demişlerdir. İmam

Züfer (r.h) ise, bunun vacip olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz Cenâb-ı Hakk'ın, "...teyemmüm edin" emridir. Çünkü teyemmüm, "kastetmek, niyetlenmek" anlamından ibarettir. Binâenaleyh bu ifâde, niyetin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

Teyemmümde Kolların Sınırı

İmam Şafiî ve Ebû Hanife: "Ellerin dirseklere kadar teyemmüm edilmesi farzdır" demişlerdir. Hazret-i Ali ve İbn

Abbas (radıyallahü anh)'dan, ellerin bileklere kadar teyemmüm edileceği rivayet edilmiştir. İmam Mâlik'den de, iki bileğe kadar teyemmüm edileceği; Zühri'den de koltuk altlarına kadar teyemmüm yapılacağı rivayet edilmiştir. Bizim delilimiz şudur: El, şu uzvun koltuğa kadar olan adıdır. Binâenaleyh, âyetteki "...yüzlerinize ve ellerinize sürün" emri, elleri koltuklara kadar meshetmeyi gerektirir. Biz, pazuların bulunduğu kısım hakkında bu nass ile amel etmedik, çünkü biliyoruz ki teyemmüm abdestten bedeldir. Teyemmümün dayanağı ise, hükmü hafifletmektir. Bunun delili ise, abdestte dört uzvu temizlemenin, teyemmümde ise, iki uzvu temizlemenin vacip olmasıdır. Bu mâna, teyemmüm âyetinin sonundaki, "Allah size bir güçlük vermeyi istemez" ifadesiyle de kuvvet kazanır. Binâenaleyh, kollarda pazuların bulunduğu yerlere, abdest alırken itibar edilmediğine göre, bunlara teyemmümde itibar edilmemesi daha evlâdır. Bu delil ile, iki pazuları nassın zahir hükmünün dışına çıkınca, geriye dirseklere kadar iki el kalmaktadır. Velhasıl Allahü teâlâ, teyemmümle ilgili olarak elleri, iki dirsek ile kayıtlamamıştır. Çünkü teyemmüm abdestten bedeldir ve iki elin de abdestte dirseklerle sınırlandırılması, bu sınırlamanın teyemmümde de yapılmasına gerek bırakmamıştır.

Teyemmüm Edilecek Kısımlar

Teyemmümde, o iki uzvu (elleri ve yüzleri) tamamen kaplamak farzdır. Hasan İbn Ziyâd, Ebû Hanife'den,

"Uzuvların ekseri kısmı teyemmüm edilirse, bu caiz olur" görüşünü nakletmiştir. Biz (Şâfiîlerin) delili şudur: "ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün..." Yüz ve el, bu iki uzvun tamamının adıdır. Bu emir ancak, bu ikisi kaplama mesh edilirse yerini bulur.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Siz, Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki bâ harfinin teb'îz için olduğunu söylemiştiniz. Bu âyette de böyledir..."

Dördüncü Mesele

İmam Şafiî (r.h)'ye "Teyemmüm yapan kimse elini yere koyup eline hiçbir toz bulaşmadığı zaman bu kâfi gelmez" demiştir. Bu, Ebû Yusuf (r.h)'un da görüşüdür. İmam Mâlik ve Mâlik (r.h) ise, bunun kâfi geleceğini söylemişlerdir. Bizim delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğudur. Buradaki (ondan) bu topraktan herhangi bir miktar sürünmeye delâlet eder. Nitekim, "Falanca, yağdan sürünmektedir" diyen kimse bu mânayı murad etmektedir. Biz bu hususu, Nisa süresindeki (Âyet, 43) teyemmümle ilgili âyetin tefsirinde iyice izah ettik. Allah en iyi bilendir.

Teyemmümde Kullanılacak Maddeler

Şafiî (r.h): "Teyemmüm, ancak halis ve katıksız toprak ile caiz olur" demiştir. Bu, Ebû Yusuf (r.h)'un da görüşüdür. Teyemmüm, Ebû Hanife (r.h) "Toprak, ufatılmış tuğla, kireç, alçı ve zırnîh"ile teyemmüm yapılırsa caizdir" demiştir.

Biz Şafiîlerin delili, şu rivayettir: İbn Abbas, Âyette geçen (......) kelimesi, "toprak" anlamına gelir. Yine, teyemmüm de, mânası aklen anlaşılmayan bir temizliktir. Binâenaleyh, bu hususta gelmiş olan nass ile yetinmek, ona göre amel etmek gerekir. Açıklayıcı nass, toprak hakkında varid olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Toprak, on yıl su bulamasa dahi müslümanı temizleyicidir" ve "yeryüzü bana mescid ve toprağı da temizleyici kılındı" Müsned, 1/98, 158. buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Altıncı Mesele

Şayet bir kimse rüzgârın önüne dursa, rüzgâr da onun üzerine toz-toprak savursa; o adam eliyle teyemmüm uzuvlarını ister sıvazlasın isterse sıvazlamasın, Şafiî (r.h)'nin mezhebinin zahirine göre, bu teyemmüm için kâfi değildir... Bazı muhakkik âlimler, "Bu kâfidir, çünkü toz o adamın uzuvlarına ulaşıp, sonra o adam da eliyle uzuvları üzerindeki tozları sıvazlayınca, bu kimse böylece uzuvları üzerindeki temiz toprağı kullanmaya niyet etmiş olur. Bu da, teyemmüm için kâfi olur..." demişlerdir.

Başkasının Teyemmüm Ettirmesi

Kabule şayan görüş şudur: Eğer insana, bir başkası teyemmüm yaptırırsa, bu sahihtir. "Bu sahih olmaz, çünkü âyetteki "teyemmüm ediniz" ifadesi, bu işi insanın kendisine emirdir. Halbuki böyle yapıldığı zaman bu emir yerine getirilmemiştir" diyenler de olmuştur.

Teyemmüm Vakti

İmam Şafiî (r.h): "Teyemmüm ancak, namaz vakti girdikten sonra caiz olabilir" derken, Ebû Hanife (r.h): "Namaz vaktinden önce de caiz olur" demiştir. Biz Şâfîîlerin delili şudur: Allahü teâlâ, "Namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız, teyemmüm edin" buyurmuştur. Namaza kalkmak ise, ancak vaktin girmesinden sonra olur.

Dokuzuncu Mesele

Adam ayağını toz kaldıracak kadar yere vursa, Ebû Hanife (r.h): "Bu adamın, kalkan toz ile teyemmüm etmesi caizdir" demiştir. Ebû Yusuf (r.h) ise, bunun caiz olmadığını söylemiştir. Ebû Yusuf'un delili şudur: Allahü teâlâ, "temiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyurmuştur. Yerden ayrılan, yükselen toz için, "temiz toprak" tabiri kullanılmaz. Binâenaleyh, bunun yeterli olmaması gerekir.

Onuncu Mesele

Âyetteki, "temiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinden dolayı, pis bir toprak ile teyemmüm etmek caiz değildir. Çünkü pis olan, temiz olmaz...

Su Aranmadan Teyemmüm Edilmez

İmam Şafiî (r.h), şöyle demiştir: "Yolcu, yakınında su bulamadığı zaman, sağdan soldan su aramadıkça, teyemmüm etmesi caiz olmaz. Eğer oralarda bir vadi var ise, vadiye iner; bir dağ bulunuyorsa, dağa çıkar." Ebû Hanife (r.h) de, "O yolcu, zann-ı gâlibince su bulunmadığını hissederse, onun su araması gerekmez" demiştir.

Biz Şâfiîlerin delili şudur: Allahü teâlâ, "su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" buyurmuş ve teyemmümün yapılabilmesi için, kişinin suyu bulamamış olmasını şart kılmıştır. Suyu bulamamak ise, daha önce onu aramış olmaya bağlıdır. Binâenaleyh bu ifade, teyemmümden önce, suyu aramanın gerekli olduğuna delâlet eder.

Onikinci Mesele

Suyu aramak, ancak namaz vakti girdikten sonra sahihtir. Eğer insan, namaz vaktinden önce suyu aramış ise, namaz vakti girdikten sonra da tekrar suyu araması gerekir. Fakat o kimse, durumun değişmediği ve daha önceki gibi su bulamayacağı hususunda kesin bir bilgi sahibi olmuşsa, o zaman müstesna...

Bizim delilimiz şudur: Allahü teâlâ, "...namaza kalkacağınız zaman, ...su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" buyurmuştur. "Namaza kalkacağınız zaman..." ifâdesi, namazın vaktinin girmesinden ibarettir. Binâenaleyh, "...su da bulamamışsanız" ifâdesinin, namaz vakti girdikten sonra su bulamamak mânasında olması gerekir. Namaz vakti girdikten sonra su bulamamak ise, namaz vakti girdikten sonra su arama işinin yapılmasına bağlıdır. Binâenaleyh, su aramanın namaz vakti girdikten sonra yapılması gerektiğini anlıyoruz.

Teyemmüm Hem abdest Hem De Gusul Yerine Geçebilir

Teyemmümün, abdeste bedel olarak caiz olduğu hususunda bir ihtilâf bulunmamaktadır. Fakat, cünüp kimse hakkında, gusle bedel olarak teyemmümün caiz olmasın gelince, Hazret-i Ali ve İbn Abbas (r.h)'tan, bunun da caiz olduğu rivayeti gelmiştir. Fakîhlerin çoğunun görüşü de böyledir. Hazret-i Ömer ve İbn Mesudun ise, bunu caiz görmedikleri rivayet edilmiştir. Bizim delilimiz şudur: Bu hüküm, ya sadece cimâdan dolayı olan cünüplüğe hastır, veyahut da daha umûmî bir cünüplük söz konusu olup, cimâdan dolayı olan cünüptük de buna dâhildir. Şu halde âyetteki, "yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinden dolayı, teyemmümün gusle bedel olarak caiz olması gerekir.

Aynı Teyemmümle Birden Fazla Farzın İfası

İmam Şafiî (r.h): "Teyemmüm eden kimse abdesti bozacak bir şey yapmamışsa, abdestli iken yaptığı gibi bir teyemmümle iki vakit farz namaz kılamaz"; Ahmed İbn Hanbel ise: "Bir teyemmümle, istediği kadar kaza namazını kılar, fakat iki vakit farz namazı kılamaz" demişlerdir.

Şafiî'nin delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Namaza kalkacağınız zaman, ...eğer cünüp olduysanız, gusledin. Eğer hasta iseniz veya bir yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmiş ise yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamamışsanız o zaman teyemmüm edin" âyetidir. Bu âyetle şu şekilde İstidlal edilmiştir: Bu ifâdenin zahiri, su bulunduğu zaman, her namaz kılındığında yeniden abdest almayı; su bulunmadığı zaman ise, yeniden teyemmüm etmeyi gerektirir. Hazret-i Peygamber'in fiiliyatından, tatbikatından dolayı, abdest hakkında, bu ifâdenin zahirine göre amel edilmemiştir. Binâenaleyh bu hükmün, teyemmüm hakkında âyetin zahirine göre kalması gerekir.

Onbeşinci Mesele

Şafiî (r.h): "Vaktin evvelinde su bulamayan, fakat vaktin sonunda su bulacağı ümidini taşıyan kimsenin, vaktin evvelinde teyemmüm etmesinin caiz olduğunu söylerken, Ebû Hanife (r.h), aksine bu kimsenin namazını, vaktin sonuna kadar tehir edebileceğini belirtmiştir. Şafiî'nin delili şöyledir: Allah 'namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Namaza kalkacağınız zaman" ifâdesinden, namaza kalkma mânası murad edilmeyip, aksine bundan, namaz vaktinin girmesi mânası murad edilmiştir. İşte bu da, namaz vakti girdiğinde su bulamayan kimsenin, teyemmüm etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Su Bulununca Teyemmüm Bozulur

Teyemmüm ettikten sonra ve namaza başlamadan önce su bulan kimsenin, teyemmümü geçersiz olur. Ebû Musa el-Eşarî ve Şa'bî, teyemmümün bâtıl olmayacağını söylemişlerdir. Bizim delilimiz, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız... teyemmüm edin" âyetidir. Cenâb-ı Hak bu âyette, teyemmümle namaz kılmanın caiz olabilmesini, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Teyemmüm ettikten sonra ve namaza başlamadan önce su bulan kimse hakkında, bu şart ortadan kalkar. Binâenaleyh, o teyemmüm ile namaza başlamasının caiz olmaması gerekir.

Onyedinci Mesele

Bir kimse namazını bitirdikten sonra su bulsa, bu kimsenin namazını iade etmesi gerekmez. Tâvûs, namazı iade etmenin gerekli olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz şudur: Hak teâlâ, "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman... su da bulamamışsanız... teyemmüm edin" buyurmuş, teyemmümle namaz kılabilmeyi, suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Nitekim böyle de olmuştur. Binâenaleyh bu teyemmümün o kişiden, o mükellefiyetin sakıt olmasına sebep olması gerekir. Çünkü emredilen şeyi yerine getirmek makbuliyet için yeterlidir.

Namazda iken Su Görenin Yapması Gereken

Namaz kılarken su gören kimsenin, namazı bozması gerekmez. Bu görüş, İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanife ve Sevrî ise bunun aksini söylemişlerdir ki, bu da Müzeni ve İbn Şüreyh'in tercih ettiği görüştür. Bizim delilimiz şudur: Suyu bulamama, âyetin de kendisine delâlet ettiği gibi, teyemmümle namaz kılmanın caiz olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu kimsenin namazı, bu hükme göre tahakkuk etmiş, yapılmıştır. Bu sebeple, namaz kılarken su bulan kimse hakkında biz şöyle deriz: Bu kimse, namazı bâtıl olmadığı sürece, suyu kullanmaya kadir değildir. Suyu kullanamayan kimsenin ise, namazı bâtıl olmaz. Binâenaleyh, bunlardan her biri diğerine dayanır. Böylece bu, bir "devr" (devr-i fasit) olur; bu ise bâtıldır. Allah en iyi bilendir.

Yanında Su Olduğunu Unutup Teyemmüm Edenin Durumu

Yükünde suyun bulunduğunu unutup da, teyemmüm ederek namaz kılan, sonra da suyun bulunduğunu hatırlayan kimseye, Şafiî (r.h)'nin iki görüşünden birine göre, namazı iade etmek gerekir. Bu, Ahmed İbn Hanbel ile Ebû Yusuf'un görüşüdür. Diğer görüşüne göreyse, bu kimsenin, namazını iade etmesi gerekmez. Bu da, İmam Mâlik ve Ebû Hanife'nin görüşüdür. Şafiî'nin ikinci görüşünün delili şudur: Bu kimse, suyu kullanmaktan âcizdir. Nitekim suyu bulamama, suyu kullanmaktan âciz olmanın sebebi olduğu gibi, unutmak da, suyu kullanmaktan âciz olmanın sebebidir. Binâenaleyh, bu kimsenin de, suyun bulunduğunu unuttuğu için, suyu kullanmaktan âciz olduğu sabit olur. Böylece de bu kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman teyemmüm edin" ifâdesinin hükmüne dâhil olmuş olur. Şafiî'nin ilk görüşünün delili de, "O kimse, unutmaktan dolayı mazur değildir" şeklindedir.

Yirminci Mesele

Denkler arasında dengi kaybolan kimse hakkında da aynı ihtilâf söz konusudur. Evlâ olanı, namazını iade etmemesidir.

Yirmibirinci Mesele

Yükünde su bulunduğunu unutup, sonca da su arayarak, onu da bulamadığı için, teyemmüm edip böylece de namaz kılan; daha sonra da o suyu bulan kimse hakkında âlimlerin ekserisi, namazını iade etmesinin farz olduğu görüşünü beyân etmişlerdir. Çünkü bu kimsenin mazereti zayıftır. Bazıları da, iade etmesi farz değildir demişlerdir. Çünkü bu kimse suyu iyice araştırıp da bulamadığında, suyu kullanmaktan âciz olmuş demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" ifâdesinin hükmüne dâhil olur.

Yirmiikinci Mesele

Bir kimse, teyemmümle namaz kılıp, sonra da yanıbaşında, suyunu kullanabilmesi mümkün olan bir kuyuda su bulsa, bu durumda bakılır. Eğer o kimse namazı kılmadan önce orada su olduğunu bildiği halde unutmuşsa, bu kimse, adeta yükünde su bulunduğunu unutan kimse gibi olur. Eğer orada su olduğunu kesinlikle bilmiyor idiyse, bu durumda yine bakılır: Eğer o kuyu üzerinde, oranın kuyu olduğuna dair açık bir işaret var ise, bu kimsenin namazını yeniden kılması gerekir. Eğer böyle bir işaret yok ise, namazını iade etmez. Çünkü o bu durumda, suyu kullanmaktan aciz kimse durumundadır. Böylece bu kimse Cenâb-ı Hakk'ın, "...su da bulamamışsanız, o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin" buyruğunun hükmüne girmiş olur.

İşte bu âyetten çıkarılan fıkhî meseleler hakkındaki sözün tamamı budur. Bunların tamamı yüz mesele olup, bunları, yanımızda muteber fıkıh kitaplarından hiçbirinin bulunmadığı ve kalbimin de, kâfirlerin müslüman ülkeleri istilâ etmiş olmaları sebebiyle, karmakarışık olduğu bir dönemde yazdım. Kâfirlerin serlerini def etme hususunda bize yetmesini ve O'nun nasslarından O'nun hükümlerini çıkarmamız hususunda çekmiş olduğumuz bu sıkıntıyı, hasenatımızın seyyiâtımıza üstün gelmesine sebep kılmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ederim... Çünkü Allah, kendisinden bir şeyler arzu olunan en aziz ve kendisinden bir şeyler istenilen en kerîm varlıktır.

Hak teâlâ "Allah size bir güçlük vermeyi istemez. Fakat sizi iyice temizlemeyi ve size olan nimetini tamamlamayı diler. Umulur ki şükredersiniz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'ın İrade Sıfatı Hattında Çeşitli Anlayışlar

Âyet, Allahü teâlâ'n m, irâde sahibi olduğunu göstermektedir. Bu âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Fakat onlar, Allah'ın irâde sahibi oluşunun izahı üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Hasan en-Neccâr. "Allah, "mağlup edilemez ve birşeyi yapmaya zorlanamaz" mânasında, irâde sahibidir" demiştir. Bu izaha göre, Allah'ın irâde sahibi oluşu, selbî bir sıfattır. Bazı âlimler, "İrâde, Allah'ın subûtî bir sıfatıdır" demişler ve kendi aralarında değişik görüşlerle ihtilaf etmişlerdir. Bunlardan bazıları, "Allah'ın kendi fiillerini irâde etmesi Allah'ı o fiilleri yapmaya sebep olması mânasına; başkalarının fiillerini irâde etmesi ise, Allah'ın o fiilleri emretmeye sebep olması mânasına gelir" demişlerdir. Bu görüş, Mu'tezile'den Câhiz, Ebû Kasım el-Ka'bî ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî'nin görüşüdür.

Diğerleri ise, Allah'ın irade sıfatının, ilim sıfatına zâid bir sıfat olduğunu ifade edip "biz buna "dâî" (sebep) diyoruz" demişlerdir. Sonra bunlardan bir kısmı da, Allah'ın, zâtı gereği irâde sahibi olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Hasan en-Neccâr'dan rivayet edilen ikinci görüştür.

Diğer bazı âlimler de, Cenâb-ı Hakk'ın bir irâde ile irade ettiğini söylemişlerdir. Bizim âlimlerimiz, Allah'ın kadîm bir irâde sıfatı ile irade ettiğini söylemişlerdir. Basralı Mu'teziffler, Cenâb-ı Hakk'ın muhdes (sonradan olan) bir irâde ile irâde ettiğini; Kerrâmiyye ise, zâtı ile kâim (birlikte bulunan), muhdes (sonradan olma) bir irâde ile irade ettiğini söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Tüm Haricinde Mükellef Tutma Hakkında

Mu'tezile şöyle der: "Âyet, "teklîf-i mâla yutâk"ın (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmanın) olamayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ, "Allah size, dinde hiçbir güçlük yüklemedi" (Hacc, 78) diye haber vermiştir. "Teklîf-i mâla yutâk"ın, güçlüklerin en çetini olduğu malumdur."

Alimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Malum olan şeyin hilafı imkansız olduğuna göre, bizi ilzam ettiğiniz şey sizi de ilzam eder."

Zarar İzale Olunur

Bil ki bu âyet, şeriatta çok önemli bir asıldır. Bu asıl kaide şudur: "Zararlı şeylerde aslolan, onun meşru (helal) olmamaşıdır." Bunun böyle olduğuna, şu âyet de delâlet eder: "Allah size, dinde hiçbir güçlük yüklemedi" (Hacc, 76). Hak teâlâ'nın "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (Bakara, 188) âyeti de buna delâlet eder. Keza şu hadisler de bunu gösterir: "İslam da zarar verme ve zarara zararla karşılık verme yoktur " Keşfu'l-Hafa, 2/365 Akleri de, zararların uzaklaştırılmasının güzel ve yerinde kabul edilmesi, buna delâlet eder. Binâenaleyh şeriatta da durumun aynı olması gerekir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müslümanların güzel ve hoş saydıkları şey, Allah katında da güzel ve Keşfu'l-Hafa, 2/188. Faydalı olan şeylerde, aslolan mübahlıktır" kaidesini şu şekilde izah ederiz:

a) Cenâb-ı Hak, "Allah, yeryüzünde olan herşeyi sizin için yarattı" (Bakara. 29) buyurmuştur.

b) Allah, "Bugün size bütün tayyibât (iyi ve temiz nimetler) helâl kılındı" buyurmuştur. Biz, daha önce, "tayyibât"tan muradın, lezîz ve kendisinden istifâde edilen şeyler olduğunu açıklamıştık. Bu iki temel kaide, böyle sabit olunca, kıyâsı kabul etmeyenler şöyle demişlerdir: "Şeriatta kıyâs yapmaya kesinlikle ihtiyaç yoktur. Çünkü meydana çıkan her hadisenin hükmü geniş olarak, eğer kitap ve sünnette zikredilmiş ise, hüküm işte odur. Eğer böyle olmaz ise bu durumda bakarız, hükmedeceğimiz şey, zararlı bir şey ise, "zararlı şeylerde aslolan haramlıktır" delilinden hareket ederek, onun haram olduğunu; yok o faydalı ve menfaatli bir şey ise, faydalı şeylerin mubah olduğuna delâlet eden delillerden hareket ederek, onun mubah olduğunu söyleriz. Hiç kimse, hiçbir kıyâs ile, bu iki temel kaideyi zedeleyemez. Çünkü bu iki temel düstura ters olarak yapılacak kıyâs, aslında nassa karşı yapılmış bir kıyâs olur ki kabul edilmez. Binâenaleyh yapılacak kıyâs geçersiz olur.

Burada, “Temizlemek” den Maksad

Âyetteki, "Fakat (Allah) sizi iyice temizlemeyi diler" buyruğundaki, "temizleme"nin ne olduğu hususunda âlimler Burada " ihtilaf etmişlerdir:

1) Ebu Hanife'nin talebelerinden rey taraftarı olanların çoğu "İnsandan, abdesti bozan birşey çıktığında, uzuvlar hükmî bir necaset ile pislenmiş olurlar. Binâenaleyh âyette bahsedilen "temizleme", işte bu hükmî necaseti gidermektir" demişlerdir. Bizce bu, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Bunun uzak olduğuna şunlar delâlet eder:

a) Cenâb-ı Hak, "Müşrikler ancak bir pisliktir" (Tevbe, 28) buyurmuştur. Âyette geçen (ancak) kelimesi, hasr (sadece) mânası ifâde eder. Bu da mü'minin hiçbir uzvunun pis olmadığını gösterir.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mü'min, ölü iken de, diri iken de pis değildir" Buhari, Gusül, 23, 24; Müslim, Hayz, 115 (1/282). buyurmuştur. İşte bu hadis, geçen o âyetle birlikte, sanki onların sözlerinin yanlış olduğunu gösteren bir nassdır.

c) Ümmet, abdestsiz kimsenin bedeninin ıslak olması ve elbisesinin vücuduna yapışması halinde, o elbisenin pis olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta birisi, o ıslak elbiseyi alıp giyse ve onunla namaz kılsa, namazı bozulmaz. İşte bu da, abdestsiz mü'minin bedeninin pis olmadığına delâlet eder.

d) Eğer abdestsizlik, abdest azalarından o dört uzvun pis olmasını gerektirseydi ve o dört uzvu temizlemek, bütün uzuvları temizlemiş olmayı gerektirseydi, o zaman abdestin, şeriatların değişmesine göre, değişmemesi gerekirdi. Malumdur ki durum böyle değildir.

e) Bir yerden pisliğin çıkması, nasıl bedenin başka yerlerinin pis olmasını gerektirir?

f) Cenâb-ı Allah'ın, "...Fakat (O) sizi iyice temizlemeyi diler" buyruğu teyemmümün peşisıra zikredilmiştir. Halbuki teyemmümün kirlenmeyi artırdığı, temizliğe ve nezâfete ters olduğu ve hiçbir pisliği gidermediği açıkça bilinen birşeydir.

g) Mest üzerine meshetmek, ayakları yıkamanın yerini tutar. Halbuki meshin, ayaktaki kirlerden hiçbir şeyi gidermediği malumdur.

h) Giderilmesi istenen, eğer maddi bir şey (pislik) ise, zaten duyularımız, onun bâtıl olduğu neticesine varır. Eğer arazî (görülmeyen) bir şey ise, bunu gidermek imkânsızdır. Çünkü arazların (sıfatların), bir yerden başka bir yere geçmesi imkânsızdır. İşte yaptığımız bütün bu izahlar ile, o fakîhterin söyledikleri bu sözün gerçekten uzak bir söz olduğu sabit olur.

2) Âyette geçen "temizlememden maksad, kalbin, Allah'a itaat hususunda başkaldırma, diretme ve isyan sıfatından temizlenmesidir. Çünkü inkâr ve günah, ruh (kalp) için birer pisliktir. Zira pislik, giderilmesi, yok edilmesi ve uzaklaştırılması istenen birşey olduğu için "necaset" diye isimlendirilmiştir. İnkâr ve günah da böyledir. Binâenaleyh inkâr ve günah da, ruhdaki bir takım pislikler olmuş olurlar. Maddi pislikleri gidermek, "taharet" diye ifâde edildiği gibi, bozuk inanç ve kötü huylan gidermek de "taharet" diye ifâde edilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Müşrikler, ancak bir pisliktir" (Tevbe 28) buyurmuş ve onların inançlarını da "pislik" saymıştır.

Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ey ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve iyice temizlemek ister" (Ahzâb, 33) buyurmuş, böylece ehl-i beyt'in günahlardan uzak kalmasını, onlar için bir "temizleme" kabul etmiştir. Yine O, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında. "şüphesiz ki seni öldürecek ve nezdime yükseltip, kâfirlerden (kurtarıp) temizleyecek olan benim" (Âl-i İmran, 55) buyurmuş ve böylece Hazret-i İsa'yı, kâfirlerin tenkidlerindan ve tasarruflarından kurtarışını, onun için bir "temizleme" saymıştır.

Bunu iyice kavradığın zaman, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, kullarına o belli uzuvlara o uzuvlar temiz olmalarına rağmen su ulaştırıp yıkamalarını emredince, kul bu mükellefiyette aklı ile anlayabileceği bir faydanın bulunduğunu bilemez. Binâenaleyh kul, bu mükellefiyetleri kabul edip, onlara uyunca, bu inkiyadı, sırf kulluğunu ortaya koymak ve Allah'ın rubûbiyyetine boyun eğmek için olur. Böylece de bu inkıyâd, kulun kalbinden isyan izlerini tamamen siler ve bu bir nevî (manevî) bir temizlik olmuş olur. Bu sebeple, bu amellerin "temizlik" diye adlandırılması hususundaki en doğru izah budur. İşte bu husus, mü'minin abdest alırken, yüzünü, ellerini ve ayaklarını yıkayıp başına meshettiğinde, bu uzuvlarının günahlarının döküldüğünü ifâde eden pek çok hadis ile de kuvvet kazanır.

Bil ki anlattığımız bu kaide, Şafiî (r.h)'nin mezhebinde muteber bir kaide olup, temizlik konusundaki hilafiyyat meselelerinin çoğu buna dayanır. Allah en iyi bilendir.

Nimetleri Tamamlamak Ne Demektir?

Cenâb-ı Allah"ve size plan nimetini tamamlamayı diler" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu söz, sûrenin başından buraya kadar bahsedilen şeylerin tamamı ile ilgilidir. Zira Allahü teâlâ, sûrenin başında yiyeceklerden lezîz ve hoş olanlar (tayyibât) ile kadınları mubah kılarak kullarına in'am ettiğini belirtmiş, bundan sonra da abdestin farz oluş keyfiyetinden bahsetmiştir. Binâenaleyh sanki o, bu ifâdede şöyle demek istemiştir: "Ben, önce dünya nimetlerinden, ikinci olarak da din nimetlerinden bahsederek, nimetlerimi (saymayı) tamamladım.

b) Bundan murad, "Yolculuk ve hastalık halinde teyemmüme ve mükellefiyetlerinizi hafifletmeye müsaade ederek, size olan nimetlerimi tamamladım. Binâenaleyh sizler bununla, Kıyamet gününde de, günahlarınızı affedip, kötülüklerinizi bağışlamak suretiyle cezanızı hafifleteceğime istidlal edin" mânâsıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Umulur ki şükredersiniz" buyurmuştur. Burada geçen (belki, umulur ki) kelimesi ile ilgili izahımız, (Bakara, 21) âyetinin tefsirinde geçti. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın Üzerinizdeki Nimetini ve Ahdini Hatırlayın

6 ﴿