12

"Andolsun ki Allah İsrailoğullarından misak (söz) almıştı. Biz, içlerinden oniki nakib (kefil) seçmiştik. Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim: Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Artık içinizden kim, bu (mîsakdan) sonra kâfir olursa, muhakkak ki o, dosdoğru yoldan sapmış olur".

Âyetin Mâkabliyle Münasebeti

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Bil ki bu âyetin, önceki âyetlerle ilgisi hakkında birkaç izah vardır:

1) Allahü teâlâ, yukarıda geçen âyette "Allah'ın üzerinizdeki nimetinive: "Dinledik, itaat ettik" dediğiniz zaman, onun sizi bağladığı o ahdini hatırlayın" (Mâide.7) diye mü'minlere hitap etmiş, sonra şimdi de, İsrâiloğullarından mîsâk aldığını, fakat onların bu mîsakı bozduklarını ve buna uymadıklarını zikretmiştir. Binâenaleyh, "Ey mü'minler, bu kötü huy bakımından o yahûdiler gibi olmayın ki, başlarına gelen lanet, zillet ve meskenet hususunda da onlar gibi olmayasınız" demek istemiştir.

2) Cenâb-ı Hak, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir güruh size ellerini uzatmaya yeltenmişti de..." buyurup ve biz de, bazı rivayetlerde bu âyetin yahûdiler hakkında nazil olduğunu ve onların Resûlullah'a bir suikasd peşinde olduklarını zikretmiştik. İşte Allah bu âyeti (Maide, 11) zikredince, bunun peşinden o yahudilerin kepazeliklerini ve onların devamlı olarak ayıplarım ve de mîsaklarını bozduklarını anlatmıştır.

3) Önceki âyetlerden maksat, mükellefleri, mükellefiyetlerini kabul etme ve diretip âsî olmayı bırakmaya bir teşviktir. Böylece Cenâb-ı Hak, onlar, mükellefiyetler ve mecbur tutulma hususunda adetullahın sadece onlara has olmadığını, aksine bunun bütün kullarına uygulamış olduğu bir âdeti olduğunu bilsinler diye, onları mükellef kıldığı gibi, müslümanlardan önceki ümmetleri de mükellef tuttuğundan bahsetmiştir.

Nakib Kelimesinin İzahı

Zeccâc, "en-nakîb" kelimesinin, fail vezninde bir kelime olup, bu kelimenin aslının "geniş delik" demek olan "en-nakbu" kelimesinden geldiğini söylereyerek, sözüne şöyle devam etmiştir: Nitekim hallerini ve sırlarını adeta delerek ortaya koyduğu, izhar ettiği için, "Falanca, o topluluğun nakîbidir" denilir, "Faziletleri" mânasına, menakıb kelimesi de bu köktendir. Çünkü bu faziletler ancak, çok İyi bir araştırma neticesinde ortaya konulur. Yine, "delme işinde, sonuna yaklaştım, sonuna vardım" mânasında, "duvarı iyice deldim" denilir., "Uyuz" anlamına gelen "en-nukbetu" kelimesi de bu mânadandır. Çünkü bu da, cildi delip vücuda iyice nüfuz eden bir hastalıktır. Çünkü uyuza yakalanan deve, katranla sıvanıp boyanır. Böylece de, o katranın tadı ve kokusu, devenin etine nüfuz eder. Yine, dizden aşağı kısımları olmayan kısa pantalona da, "en-nukbetu" denilir. Çünkü pantalonun bacakları kısaltılarak, bacaklar iyice meydana çıkmış ve böylece bacaklar iyice ortaya çıkmıştır. Yine, havlama sesi yükselmesin diye boğazı delinmiş olan köpeğe de, denilir. Bunu, müsafirler kapılarını çalmasın, kimse misafir olmasın diye, Arapların cimrileri yapardı.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, "nakîb" kelimesi, fail vezninde bir kelimedir. Fail vezni ise, hem fail hem de mef'ûl mânasına gelebilir. Binâenaleyh, eğer bu kelime fail manasına alınırsa, bu, "durumu iyice araştırılan kavmin hallerini ortaya koyan, bilen" anlamına gelmiş olur. Ebû Müslim, bu kelimenin "mef'ûl" anlamında olduğunu söylemiştir. Yani, (Hazret-i Musa) onları bilerek, tanıyarak, hallerine iyice vâkıf olarak seçmiştir" demektir. Bunun bir benzeri de, dövülmüş kimseye darîb; öldürülmüş kimseye de katîl denilmiş olmasıdır. Esamm bu kelimeye, "Bunlar, kavmin işlerinin ve maslahatlarının yerine getirilmesi kendilerine bırakılmış ve isnad edilmiş olan kimselerdir" mânasını vermiştir.

Üçüncü Mesele

İsrailoğulları, oniki kabile idi. Böylece Allahü Teâlâ, her bir kabileden, kendilerinin temsilcisi olan ve haklarında hüküm verecek olan bir kimse seçmiş idi. Mücahid, Kelbî ve Süddî ise şöyle demişlerdir: "Nakîbler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın savaşması emredilen zorbaların bulunduğu şehre gönderilmişlerdi, tâ ki onların durumlarını öğrenerek dönüp peygamberleri olan Hazret-i Musa'ya bildirsinler. Onlar oraya varınca, orada çok büyük cüsseli ve çok güçlü kuvvetli kimseler gördüler. Böylece de onlardan korkarak geriye dönüp, durumu kendi kavimlerine anlattılar... Halbuki Hazret-i Musa, onlara, gördüklerini kavimlerine anlatmalarını yasaklamıştı. Böylece, Yehuza'nın kabilesinden olan Ka'leb İbn Yûfenna ile Efrasîm İbn Yûsuf'un kabilesinden olan Yûşe İbn Nûn hariç, hepsi ahidlerini bozup sözlerinde durmadılar. İşte bu iki kişi, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında "Allah'ın, kendilerine nimet ettiği iki kişi... dedi" (Mâide. 23) buyurduğu kimselerdir.

Ahdini Tutanların Mükâfatı

Cenâb-ı Hak, "Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim. Andolsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyette bir hazf bulunup, takdiri ise, "Allah onlara dedi..." şeklindedir. Ancak ne var ki o ifâde, söz o kimseler hakkında olduğundan hazfedilmiştir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, 'Ben, muhakkak sizinle beraberim" sözü kime hitaptır? Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu, nakîblere, temsilcilere hitaptır. Yani Allah nakîblere, "Ben sizinle beraberim" dedi" demiştir.

b) Bu, İsrailoğullarının tamamına bir hitaptır. Bu iki mâna da muhtemel olmakla beraber birincisi daha münasiptir. Çünkü zamir, kendinden önce zikredilenlerin en yakın olanına ait olur. Âyette geçen en yakın merci ise, nakîblerdir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Hitap, "Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim" ifâdesinde tamamlanmıştır. Buna göre mâna,

"Ben, ilmim ve kudretim ile sizinle beraberim. Binâenaleyh, sizin sözlerinizi duyar, fiillerinizi görür, kalblerinizdekini bilir ve hak ettiğiniz mükâfaatı da size ulaştırmaya kadir olurum..." şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, muhakkak sizinle beraberim" buyruğu terğib ve terhîb hususunda nazar-ı dikkate alınacak çok önemli bir mukaddimedir.

Yüce Allah bu küllî ve umumî mukaddimesini vazedince, bundan sonra şart cümlesini getirmiştir. Şart, şu beş şeyden meydana gelmektedir: Ki bunlar, Hak teâlâ'nın, "eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara destek olursanız ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." buyruğunda zikredilen hususlardır. Bu şartın cezası İse, O'nun, "mutlaka sizin günahlarınızı örterim (bağışlarım)..." ifadesidir ki, işte bu, cezanın kaldırılmış olduğuna; yine O'nun "...ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" cümlesidir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın kullara sevap vereceğine ve mükâfaat ulaştıracağına bir işarettir.

Bu âyet hakkında birkaç soru bulunmaktadır:

Peygamberlere İman, Neden Namaz ve Zekâttan Sonra Getirildi?

Birinci Soru: "Cenâb-ı Hak, daha önce zikredilmesi gerekirken, peygamberlere iman etme hususunu, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermek ifâdesinden sonra zikretmiştir, niçin?"

Cevap: Yahudiler, namaz kılıp zekât verdikleri için, mutlaka kurtulacaklarını zannediyorlardı. Ama ne var ki onlar bazı peygamberleri ısrarla yalanlamaya devam ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, maksat hâsıl olsun diye, namazın kılınıp zekâtların verilmesinin yanında, mutlaka bütün peygamberlere inanmanın gerekli olduğunu beyân buyurmuştur. Aksi halde, bütün peygamberlere iman etmeden, namaz kılıp zekât vermenin, kurtuluşa nail olmada herhangi bir tesiri olamaz.

Ta'zîr ne Demektir?

İkinci Soru: Âyette geçen ta'zîr kelimesinin manası nedir? anlamındadır. Buna göre ifâdesinin mânası, "o kimseye, kendisini kötülükten koruyacak, men edecek şeyi yaptım" demektir. İşte bundan dolayı, ekseri alimler, Allah'ın tabirinin mânasının, "siz onlara yardım ettiniz..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir. Zira herhangi bir kimseye yardım eden bir kimse, o kimseden düşmanlarını men etmiş, kovmuştur." Zeccâc sözüne devamla, "Şayet "ta'zîr", "tevkîr" (büyük tanımak...) mânasında olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (Fetih, 9) ifâdeleri bir tekrar olmuş olurdu."

Üçüncü Soru: Hak teâlâ'nın, "ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." ifâdesi, "zekâtı verirseniz..." ifâdesinde mündemiçtir. O halde bu ifâdeyi yeniden zikretmenin fayda ve mânası nedir?

Cevap: "Zekâtı verirseniz... "sözünden maksat, farz olanlar; "ve Allah'a güzel bir borç verirseniz..." ifâdesinden maksat da, mendûb olan sadakalardır. Sadakalar da, dinî bakımdan mertebelerinin çok yüce ve kıymetli olduğuna dikkat çekmek için, ayrıca zikredilmiştir.

Ferrâ şöyle der: "Şayet Cenâb-ı Hak, "ve Allah'a güzel bir borç verme ile borç verirseniz..." demiş olsaydı, bu da doğru ve güzel olurdu. Ancak ne var ki, isim de bazan, masdar yerine kullanılabilir. Bunun misâli, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun üzerine Rabbi onu İyi bir rıza ile kabul etti" âyetidir. Cenâb-ı Hak burada, demiş, ama dememiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "onu güzel bir nebat gibi büyüttü" (Al-i imrân, 37) buyurmuş, ama dememiştir.

Daha sonra Allah"Artık içinizden kim, bu (mîsaktan) sonra kâfir olursa, o, muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur" buyurmuştur. Yani, Allah'ın kendilerine meşru kılmış olduğu din demek olan, müstakim yoldan sapmış olur" demektir.

Buna göre eğer, "Bundan önce küfreden kimseler de, mutlaka dosdoğru yoldan sapmış olur" denilirse, biz deriz ki: Evet; amma şu var ki bundan sonra sapma, daha açık ve daha büyük bir cürüm ve sapış olur. Çünkü küfrün çirkinliği, inkâr edilen nimetin büyüklüğü nisbetinde artar. Binâenaleyh, nimet arttığında, o nimeti inkâr etmenin kabahati de o nisbette artar ve had noktaya ulaşır.

Allah'a Sadık Kalmayan Yahudilerin Düştükleri Durum

12 ﴿