6"Biz, kendilerinden evvel nice nesli helak ettik, görmediler mi? Biz, onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları verdik, gökten üstlerine bol bol yağmur gönderdik, altlarından akan ırmaklar yaptık. Günahları yüzünden yine onları helak edip, arkalarından başka nesiller çıkardık". Bil ki Allahü teâlâ kâfirleri bu yüz çevirme, yalanlama ve istihzadan, tehdid ve va'id ile men edince, peşisıra bu hususta va'z-u nasihat olacak şeyleri söylemiş ve onlara Nuh, Ad, Semûd, Lût, Şuayb. Firavun kavimleri gibi, geçmiş diğer nesillerin durumunu anlatarak öğüt vermiştir. Buna göre eğer, "Karn nedir?" denilir ise, deriz ki: Vahidî şöyle demiştir: Kam, bir zamanda bir araya gelen birlikte yaşamış olan insanlar demektir. O halde, içinde bir topluluğun biraraya geldiği ve ölüm ile birbirinden ayrıldığı bir zamana "karn" (nesil, asır) denir. Çünkü o nesilden sonra gelenler, yine belli bir zamanda birlikte yaşamış diğer bir topluluktur, binaenaleyh diğer bir karn (nesil)dir. Bunun delili Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Nesillerin en hayırlısı, benim (İçinde bulunduğum) nesildir" hadis-i şerifidir. Bu kelime, "(akran olan, yakın yaşta olan) kelimesinden türemiştir. İnsanların ömürleri çoğu zaman altmış, yetmiş veya seksen sene olduğu için, âlimlerin bir kısmı, "karn"tn altmış, bir kısmı yetmiş, bir kısmı da "seksen" senelik bir zaman dilimi olduğunu söylemişlerdir. Doğruya en yakın olan, "karn"ın, artılıp eksiltilemeyen belli bir zaman dilimi olarak takdir edilmemesidir. Aksine bundan murad, her asırdaki insanlardır. O asrın insanlarının çoğu yok olup gittiğinde "O karn (nesil) sona erdi" denilir. Bil ki Allahü teâlâ geçmiş nesilleri şu üç sıfat ile tavsif etmiştir. Birinci sıfat: "Biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları verdik" âyetinin ifade ettiği sıfattır. Keşşaf sahibi: "Bir insan bir diğerine, kendisine ait bir yerde ona bir imkân verdiğinde denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onu yeryüzünde, büyük bir kudret sahibi kıldık" (Kehf, 86) ve "Biz, onları yerleştirmedik mi?" (Kasas, 57) âyetleri de bu manadadır. Fakat tabirinin manası, "Onu, o yerde sabit kıldım" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Âhdolsun ki size bile vermediğimiz İmkânlardan, onlara nice kudret verdik" (Ahkâf, 26)âyeti de bu manadadır. Bu iki mana birbirine yakın oduğu için, Allahü teâlâ, bunları ifadesinde birlikte kullanmıştır. Buna göre mana, "biz, Ad, Semûd ve benzeri kavimlere nasîb ettiğimiz iri cüsseli olma ve zenginlik imkânlarını ve dünyevî sebeplerle güç kuvvet elde etme hususlarını Mekkelilere vermedik" şeklinde olur" demiştir. İkinci sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökten üstlerine bol bol yağmur gönderdik" ifadesinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak bu ifadeyle yağmuru murad etmiştir. O halde, bu âyette geçen lâfzının manası yağmur; ifadesinin manası ise, "çokça yağan" demektir. Bu ifadenin aslı, Arapların, sağan kimse, sağdığından çok miktarda süt elde ettiklerinde söylemiş oldukları, "sütü çok, bol" ifadesinden alınmıştır. O halde buna göre, âyette geçen lafzı, "bulut"un sıfatı olmaya elverişli olduğu gibi, yağmurun sıfatı olmaya da elverişlidir. Nitekim, bulutun yağmuru inkıtaya uğramayıp ardarda yağdığında denilir. "Mif'al" kalıbı, kendisiyle mübalağa kastedilen sıfat hakkında kullanılır. Mukâtil, lafzına, "kesilmeksizin, ardarda..." manasını vermiştir. Bu kelimenin müzekker ve müennesi müsavidir. Üçüncü sıfat, altlarından akan ırmaklar yaptık..." âyetinin ifade ettiği husustur ki bununla, bağ ve bahçelerin, bostanların çokluğu murad edilmiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu vasıfları burada zikretmesinin maksadı şudur: "Geçmiş kavimler, dünya menfaatlerini, Mekkelilerden daha çok bulmuş, elde etmişlerdir." Daha sonra Allah, onların bu dünyada, bu sayılan şeyler, nüfuslarının çokluğu, malî kudretlerinin fazlalığı ve iri cüsseli olmaları sebebiyle, bu kadar izzet sahibi olduklarını, sonra da, küfretmeleri sebebiyle sizin (mekkeliler'in) duymuş olduğunuz şeylerin, onların başına geldiğini beyan buyurmuştur. İşte böyle oluş, gaflet ve cehalet uykusundan uyanmayı icab ettirir. Burada geriye birkaç soru kalmaktadır: Birinci soru: Bu âyette, onların sadece helak oldukları zikredilmektedir. Ancak ne var ki bu helak oluş, sadece onlara mahsus değildir. Aksine, peygamberler ve bütün mü'minler de helak olmuşlardır. O halde, bu helak olma işi, kâfirler ile kâfir olmayanlar arasında müşterek bir husus iken, bu sözü, küfürden rnen etme sadedinde getirmek nasıl güzel ve yerinde olabilir? Cevap: Bu âyetten, mücerret ölüm ve helakle sakındırma manası kastedilmemiştir. Aksine bu ifadeden maksat, onların, dinlerini dünya mukabilinde satıp, onu elden çıkarmaları, böylece de dinden mahrum olmaları sebebiyle çok şiddetli bir azâb içinde kalmalarıdır. İşte bu mana, kâfirlerle mü'minler arasında müşterek bir husus değildir. İkinci soru: Mekkeliler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği hususlarda, sıdkını kabul etmeyip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen hadiseleri de müşahede etmedikleri halde, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "....görmediler mi?" demiştir? Cevap: Geçmiş ümmetlerin kıssaları, insanlar arasında yaygın ve meşhur idi. Binaenaleyh, "onlar bu kıssaları duymamışlardır" denilmesi uzak bir ihtimaldir. O hadiseleri sadece duymuş olmak, ibret almak için yeterli bir husustur. Üçüncü soru: Onların helak olmalarından sonra başka bir neslin yaratılacağının zikredilmesindeki hikmet nedir? Cevap: Bu hikmet, Allahü teâlâ hakkında, onları helak etmesinin ve beldelerini onlardan boşaltmasının büyük bir hadise olmadığına dikkat çekmektir. Çünkü Allah onların yerine, kendileriyle onların beldelerini imar edeceği bir başka topluluk yaratmaya kadirdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bunun sonundan korkmayacak..." (Şems. 15) âyeti gibidir. |
﴾ 6 ﴿