15"Gece ve gündüz içinde barınan herşey Onundur. O, semî'dir, alîmdir. De ki: 'Gökleri ve yeri vâr eden Allah'dan başkasını mı ben tanrı edinecekmişim! Halbuki O yediriyor, kendisi yedirilmiyor." De ki: "Bana gerçekten Müslüman olanların birincisi olmam emrediliyor." Sakın müşriklerden olma. De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım". Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki, bunların önceki âyetlerle münasebeti hususunda söylenenlerin en güzeli Ebû Müslim (r.h)'in yaptığı şu izahtır: "Allahü teâlâ önceki âyette, göklerden ve yerden bahsetmiştir. Çünkü bu ikisinin dışında bir mekan yoktur. Bu âyette de gece ve gündüzden bahsetmiştir. Çünkü bu ikisinin dışında bir zaman yoktur. O halde zaman ve mekan muhdes (yaratılmış) varlıkların zarfıdırlar. Bundan dolayı Hak teâlâ hem mekânın, hem mekânda bulunanların, hem zamanın, hem de zaman içinde bulunanların mâliki ve sahibi olduğunu bildirmiştir." Bu, son derece güzel ve yerinde bir izahtır. Ben derim ki: "Burada şu şekilde bir başka incelik daha vardır: Allah önce mekândan ve mekânda bulunanlardan bahsetmiş, bunun peşisıra da zaman ve zamanda olanları zikretmiştir. Zira sırf aklî ilimlerde bahsedilen şu incelikten ötürü, mekân ve mekânda olanlar, akla ve fikre, zaman ve zamanla ilgili olanlardan daha yakındır: En kâmil mânada öğretim, gittikçe daha kapalı ve zor hususlara doğru ilerlemek üzere, en açık ve en kolaylardan başlayıp, daha zoruna doğru yapılan öğretimdir. İşte âyetin kendisinden öncekilerle ilgisi hususunda bir açıklama da budur. Âyetteki "Gecenin ve gündüzün içinde barınan herşey O'nundur" buyruğu hasr ifade eder. Ve "Bütün bunlar, başkasının değil sadece O'nundur" demek olur. İşin doğrusu da budur. Çünkü mevcud olan herşey, ya "vacip li-zâtihi"dir, ya "mümkin li-zâtihi"dir. Li-zâtihi vacip olan, sadece o tek Allah'dır. O'nun dışında kalanların hepsi ise, "mümkin" varlıklardır. "Mümkin" olan da, ancak "vacib li-zâtihi" varlığın yaratması ile var olur. O'nun yaratması ile var olan herşey O'nun mülküdür. Binâenaleyh li-zâtihi vacip (Allah'ın) dışında kalan varlıkların, O'nun mülkü; O'nun da onların mâliki olduğu sabit olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Gece ve gündüz içinde barınan herşey O'nundur" buyurmuştur. Ayette İktifa San'atının Örneği Vardır Âyetteki, (sakin olan) (bulunan) kelimesinin ne mânaya geldiği hususunda iki görüş vardır: 1) Bundan murad, hareket ettikten sonra sâkinleşen, 'duran şeydir. Buna göre, âyetteki bu kelimeden maksad, gece ve gündüzde karar kılan (bulunan), kara ve denizde bulunan bütün canlılardır. Buna göre âlimler âyette bir hazfin bulunduğunu ve bunun takdirinin "Gece ve gündüzde duran ve hareket eden herşey O'na aittir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "Sıcaktan sizi koruyacak elbiseler..." (Nahl, 81) âyeti gibidir. Allahü teâlâ bu ifâde ile, hem sıcağı hem soğuğu kastetmiş, ama birinin zikri ile yetinmiştir. Çünkü diğeri, zikredilenin işareti ile bilinir. Bu âyette de böyledir. Bu âyette "hareket" lafzı hazfedilmistir. Çünkü "sükûn" lafzı, ona delâlet etmektedir. Âyet Allah'ın Mûcib-i Bizzat Değil, İrade Sahibi Olduğunu Gösterir 2) Bundan murad, hareketin zıddı olan sükun değil, bir yere girip yerleşmek, bir yerde iskân etmek mânası kastedilmiştir. Nitekim bir kimsenin yeri, orası olduğu zaman, "Falanca, falan beldede oturuyor" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarında sakin oldunuz (yerleştiniz)" (ibrahim, 45) âyeti de bu mânadadır. Bu mânaya göre tefsir ettiğimiz âyetten kastedilen, "Gece ve gündüzde mevcut olan, yerleşmiş olan herşey Allah'ındır" mânası olur. Binâenaleyh âyetin mânası: "İster hareket ediyor olsun, ister hareketsiz olsun, zamanda ve vakitte bulunan herşey Allah'ındır" şeklinde olur. İşte bu, daha uygun olan tefsirdir. Bunun sebebi şudur: Gece ve gündüz içinde bulunup, zamanda mevcut olan herşey hakkında, "Geçenler geçip gitti, istikbâl ise gelecektir" denilebilir. Bu ise, bir değişme mânasını ihsas ettirir ki işte bu hudûs (sonradan olma)dır. Hudûs ezelî ve ebedî olmaya terstir. O halde, kendisine vaktin uğradığı ve zamana dâhil olan herşey muhdestir (sonradan olmadır). Her muhdesin mutlaka bir muhdisi (onu radan meydana getireni, yaratanı) vardır. O fiilin failinin, mutlaka o fiilden önce mevcut olması gerekir. Zamandan önce bulunanın, vakit ve zaman yok iken mevcut olması gerekir. Binâenaleyh o fail üzerine vakitler ve saatler geçemez, O'nun hakkında "oldu ve olacak" gibi ifâdeler kullanılamaz. Bil ki yüce Allah, daha önce kendisinin, mekân ve mekândakilerin, zaman ve zamandakilerin hepsinin mâliki ve sahibi olduğunu beyân edince, kendisinin muhtaçların nida ve dualarını duyan, darda kalmışların ihtiyaçlarını bilen bir semî alîm olduğunu bildirmiştir ki bunun gayesi, "Tanrı, mûcib-i bizzâttır (herşey iradî ak değil, otomatik olarak) ondan sudur eder)" diyenlerin görüşünü reddir. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisinin, her ne kadar sonradan var olan her şeyin mâliki ise de, duyan, gören ve en gizli şeyleri bile bilen bir Fâil-i Muhtar olduğuna dikkat çekmiştir. Allahü teâlâ bu mânayı iyice anlatınca, "De ki: Allah'dan başkasını mı ben velî (tanrı) edinecekmişim?" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, Allah'dan başkasını mı ben veli edinecekmişim?" denilmesi ile, Allah'dan başkasını velî edinir miyim?" denilmesi arasında bir fark bulunduğunu göstermiştir. Çünkü istifhâm-ı inkârî (menfi manayı te'kîd için gelen soru), velî edinme usunda değil, Allah'dan başkasını velî edinme hususundadır. Halbuki sen onların, daha "ehemm" olanı, daha az "ehemm" olana takdim ettiklerini biliyorsun. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'dan başkasını mı ben Tanrı edinecekmişim!" buyruğu, ikinci eden daha evlâ olur. Bunun bir benzeri de, "Siz, ey câhiller, bana Allah'dan başkasına mı tapmamı emrediyorsunuz?" (Zümer, 64) âyetiyte, "Allah mı size izin verdi ." (Yunus, 59) âyetleridir. Daha sonra Allah, "Gökleri ve yeri yoktan var eden..." buyurmuştur. Bu ifade, "Allah" lafzının sıfatı olmak üzere, mecrûr olarak (......) başında bir (......) zamirinin takdir edilmesiyle merfû olarak (......) ve medh'den dolayı da mansûb olarak (......) şeklinde okunmuştur. Zühri ise, bunu "gökleri yoktan var etti.." şeklinde okumuştur. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben bu ifadenin manasını lyamamıştım.. Derken bir kuyu hakkında davalaşan iki bedevi yanıma geldi. Onlardan birisi, "onu önce ben açtım, ben başladım" manasında olmak üzere (......) dedi" demiştir. İbnu'l-Enbârî, (......) kelimesinin aslının, bir şeye başlarken, o şeyi yarmak, çatlatmak manası olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, vasfıyla, kendisinin onların yaratıcısı olduğunu ve yolu, nesneleri birbirine birleştirirken, kendisinde yarma, parçalama ve telîf etmelerin meydana gelmesi şeklinde olan bir terkîb ile, onların mucidi ve var edeni olduğu mânasını kastetmiştir. Kelimenin aslı "yarmak" olunca, bu yarma işinin bir durumda ıslâh, başka bir durumda ise ifsad halinde olması caizdir. Buna göre Allah'ın ifadesi ıslah olup, başka bir şey değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir çatlak görecek misin?" (Mülk, 3) ve "Gök yarıldığı zaman" (Infitar, 1) âyetlerindeki kelimeler, bir ifsâd manası ifade etmektedir. Bu iki âyette geçen, (......) ve (......) kelimelerinin manası aynıdır. Allah Doyurur, Ama Doyurulmaz Demesinin Manası Daha sonra Allah, buyurmuştur ki, "O, başkalarına rızık verendir, fakat hiç kimse O'na rızık veremez" demektir. Buna göre şayet, (......) fiili, rızık ile nasıl tefsir edilmiştir? Halbuki Allahü teâlâ, "Bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum..." (Zâriyat. 57) buyurmuştur. Atıf ise bir farklılığı gerektirir" denilirse, biz deriz ki: Bu iki ifâde arasında bir başkalığın mevcut olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki bazan, aralarındaki çok sıkı bir münasebetten dolayı, birini diğerinden kinaye kılmak da yerinde ve güzeldir. Buna göre âyetten anlaşılan mâna, "Bütün faydalar, Allah katından olup, Allah'ın bunlardan istifade etmesi caiz değildir" şeklinde olur. Bu kelime yâ harfinin fethasıyla"doymak... tadmak" şeklinde de okunmuştur. İbn Memun, Yakûb'dan bu ifadelerin, şeklinde olduğu gibi, birincisinin meçhul, ikincisinin ise malûm okunduğunu rivayet etmiştir. Bu takdire göre zamiri, "Allah'dan başkasına mı.." ifadesindeki lafzatullaha (Allah lafzına) racidir. Eşheb, her iki kelimeyi de malum sîgasında (......) şeklinde okumuş ve bunun, "O, yedirir, ama kendisi tadmaz..." manasında olduğunu söylemiştir. Ezherî, fiilinin (taddı, tadına baktı) manasına geldiğini de söylemiştir. Mananın, "Maslahatlara göre, bazan doyurur bazan doyurmaz.." şeklinde olması da caizdir. Bu, Arapların "O, verir, vermez" "O, genişletir, daraltır" ve "Zengin kılar, fakir kılar" demesi gibidir. Bil ki âyetin başında zikredilen, Allah'dan başkasını velî edinmekten men etme hususudur. Cenâb-ı Hak, bu men edişine, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olması ve kendisinin yedirip, ama yedirilmemesi ile istidlal etmiştir. Durum her ne zaman böyle olursa, başkasını velî edinmek imkânsız olur. O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu şu şekilde izah edebiliriz: Biz, Allah'ın dışında kalan varlıkların, zâtı gereği mümkin olduklarını; zâtı gereği mümkin olanların ise, ancak başkasının yaratıp îcad etmesiyle var olabileceklerini beyân etmiştik.. Böylece bu, Allah'ın dışında kalanların, O'nun yaratıp var etmesiyle mevcud oldukları neticesini verir. Bu sebeple Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın, kendisi dışında kalan bütün mevcudatın yaratıcısı olduğu sabit olmuş olur. O'nun başkalarını doyurup, ama kendisinin doyurulamamasına gelince, bu açık bir durumdur. Çünkü yedirmek, başkasına, faydasına olan şeyleri ulaştırmaktan ibarettir. Tadmamak ise, faydalanmamaktan ibarettir. Allahü teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kendisi dışında kalan her şeyin varlığının başlatıcısı olunca, hiç şüphesiz, bütün faydaların meydana gelmesinin başlatıcısı da O olmuş olur. Cenâb-ı Hak, zâtı gereği vacip bir varlık olunca, hiç şüphesiz başka şeyden faydalanmaktan da berî ve münezzeh olur. Böylece aklî delil ile de O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olma ile, başkalarını yedirip, ama kendisinin ise yedirilemediğinin sıhhati sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, başkalarını dost edinmek, aklen imkansız olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan her şey, gerek zâtı, gerek bütün sıfatları ve gerekse elinde bulunan her şey hususunda muhtaç varlıklardır. Halbuki Hak teâlâ, zâtı gereği ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan) ve zâtı gereği cömerttir. Zengin ve cömert olanı bırakıp, fakir ve muhtaç olana müracaat etmek aklın sarih delaletiyle mümkün değildir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu kitabımızda, "velî" kelimesinin lügatteki asıl mânasının ne olduğu daha evvel geçmişti ki, buna göre kelime yakın olan demektir. Biz bu husustaki çeşitli iştikaklardan bahsetmiştik. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın, "Deki: "Allah'dan başkasını mı ben velî (tanrı) edinecek misim?.." ifâdesi, Allah'tan başkasına yaklaşmayı engeller. İşte bu da kalbi, Allah'tan başkasına iltifat etmekten tenzih etmeyi, Allah'ın dışında kalan herseyden ilgi ve münasebetleri kesmeyi ifâde eder. Daha sonra "Deki: "Bana gerçekten Müslüman olanların birincisi olmam emrediliyor" buyurulmuştur. Bunun sebebi Hak teâlâ'nın "Ben böylece emrohındum. Ben müslüman olanların ilkiyim" (Enam, 163) âyetiyle, Hazret-i Musa'nın, "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana" (Araf, 143) şeklindeki sözünden dolayı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ümmetinden önce müslüman olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "sakın müşriklerden olma" buyurmuştur ki, bunun mânası: "Ben müslüman olmakla emrolundum. Şirkten ise nehyolundum.." şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Resulünün müslüman olmakta memur olduğunu, bunun peşinden de O Hazret-i Peygamber'in şirkten nehyedildiğini beyan buyurunca, bundan sonra şöyle buyurmuştur, "De ki; "Eğer ben Rabb'ime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım." Bu ifâde, "Şayet ben, bu emir ve yasak konusunda Allah'a muhalefet edersem, o vakit çok büyük bir azaba müstehak olurum" demektir. Buna göre eğer: "Hak teâlâ'nın "De ki: "Eğer ben Rabbime İsyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" ifâdesi, Hazret-i Peygamber'in, kendisinin küfrü ve İsyanı hususunda endişeli olduğunu göstermektedir. Şayet, Hazret-i Muhammed hakkında bu düşünül meşeydi, O, o zaman korkmazdı..." denilirse, buna şöyle cevap verilir: Âyet, Hazret-i Peygamber'in kendisi için böyle bir endişeye kapıldığına delalet etmiyor; aksine âyet, ondan küfür ve masiyetin sudur etmesi halinde endişelendiğine ve korktuğuna delâlet ediyor. Bu kadar bir şey ise, O'nda böyle bir endişenin bulunduğuna delâlet etmez... Buna misâl, meselâ bizim şu şekildeki sözümüzdür: "Eğer beş sayısı çift olursa, eşit olarak bölünür.." Bizim bu sözümüz, beş sayısının çift olduğuna da, onun eşit olarak bölünebileceğine de delâlet etmez. Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, "...ben korkarım" ifadesini İbn Kesir ve Nafi, yâ harfinin fethasıyla , Ebu Amr ve diğer kıraat imamları ise, irsal ile okumuşfardır. |
﴾ 15 ﴿