18

"O, kullarının üstünde kahirdir; O, hakimdir, habirdir",

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki kemal sıfatları, kudret ve ilme tahsis edilmiştir. Eğer, "Siz, Allah'ın vâcibu'l-vücûd" olmasını niye ihmal ettiniz?" denilirse, biz deriz ki:

Bu, zâtın kendisi olup, zât ile kaim olan bir sıfat değildir. Çünkü, zât ile kaim olan sıfat, zâta muhtaçtır. Zâta muhtaç olan da, başkasına muhtaç olur. Binâenaleyh, zâtı gereği mümkin, başkası sebebiyle de vacip olur. Bundan dolayı, vacip olmadan önce, vacip olmanın bulunması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Böylece onun, zâtın aynısı olduğu ve kemâl ifâde eden sıfatların hakikatinin kudret ve ilim sıfatları olduğu sabit olur. Buna göre, âyetteki, "O, Kulların üstünde kahirdir" ifâdesi, Allah'ın kudretinin kemâline; "...ve O, hakimdir, habirdir" ifâdesi de, Allah'ın ilminin kemâline işarettir. ifadesi "hasr" ifâde eder ve mânası da şu şekildedir: "Kudretin ve ilmin kemâliyle mevsûf olan, ancak Hak Subhânehu ve Teâlâ'dır." Buna göre, O'ndan başka kâmil varlık yoktur ve O'nun dışındaki her şey eksiktir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki, O'nun kahir oluşunun kudretine delâlet edişine gelince bu şöyle olur: Çünkü, bizim daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın dışındaki her şey, zâtı itibariyle mümkinü'l-vücûddur. Zâtı itibariyle mümkin olanın, varlığı yokluğuna veya yokluğu varlığına, ancak vacibu'l-vücûdun tercihi, tekvini (var etmesi), îcad etmesi ve ibda' etmesi ile baskın çıkar. Binâenaleyh, gerçekte, bazan varlığı yokluğa bazen de yokluğu varlığa üstün getirmek suretiyle, mümkinâta kahir olan O'dur, Vâcibu'l-vücûddur. Bu hususa O'nun, öldürme, muhtaç ve zelîl kılma ile mümkin varlıklara kahir ve hakîm oluşu ile, yine Allahü teâlâ'nın şu âyette zikrettiği bütün şeyler de dahil olur: "De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz kılar, kimi dilersen onu zelîl edersin. Hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyla kadirsin" (Âl-i İmran, 26).

Allah'ın hakîm oluşunu burada ilim mânasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü "Habîr" sıfatı ilme işarettir.. Binâenaleyh, hakîm tabirini alîm mânasına hamledersek, burada bir tekrar olmuş olur. Tekrar ise caiz değildir. Bundan dolayı "hakîm"i, "Fiilleri muhkem, sağlam ve titiz, her türlü bozukluk ve eksiklikten uzak olan..." mânasında olmak üzere, fiillerini sapasağlam yapan mânasına almak gerekir. "Habîr", anlatılan şeyi bilen kimse demektir...

Vahidî: "Bunun mânası şudur: "O, haber verilmesi doğru ve sahih olan şeyi bilendir" demiş ve şöyle devam etmiştir: "Haber, senin bir şeyi bilmendir. Sen.'p hususta bilgim var" mânasında, "Ondan haberim var" dersin. Bu kelimenin aslı (tecrübe etmek) kelimesidir; çünkü tecrübe etmek, ilim yollarından bir yoldur.."

Allah'ın Yüceliğinin Nasıl Anlaşılması Gerektiği?

Müşebbihe bu âyet ile, Allah'ın, âlemin üzerinde olan bir cihette bulunduğu hususunda istidlal etmiştir. Bu görüş, merdûddur. Bunun yanlış olduğuna da birçok şey delâlet etmektedir:

1) Eğer Allahü teâlâ. âlemin üstünde bulunmuş olsaydı, ya bir taraft diğer taraftan ayırdedilmeyecek derecede küçük olurdu veyahut da kıtaları ihata edecek, cihetlere uzanacak kadar büyük olurdu. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın bir atom (cevher-i ferd) gibi küçük ve ufak olmasını gerektirir. Şayet Allah'ın böyle olması caiz olursa, âlemin ilâhının, duvarın deliğinden içeri düşen güneşin içindeki zerrelerden birisi olması niçin caiz olmasın?.. Halbuki hiç bir akıllı kimse bunu söyleyemez. Eğer ikincisi olsaydı, o zaman ilâh olan zât parçalanmış, bölünmüş olurdu ki, bu da Allah hakkında imkânsızdır.

2) Allah, ya her tarafı kuşatmış olur ki, o zaman da Cenâb-ı Hakk'ın zâtı pisliklere karışmış, onlara bulaşmış olması gerekir.. Oysa, bu bâtıldır. Veyahut da O, bütün cihetlerden sonlu ve sınırlıdır. Bu durumda da Cenâb-ı Hak hakkında, O'nun ekşilip fazlalaştığının söylenmesi doğru olur. Böyle olan her şeyin, belli bir miktar ile sınırlanıp tahsis edilmesi, bir tahsis edicinin tahsis etmesiyle olur. Bu durumda da Allah muhdes olmuş olur. Veyahut da O, tarafların bir kısmına göre büyük, bir kısmına göre de küçük olmuş olur. Böylece de, sınırlı olmakla tavsif edilen taraf, sınırsız olmakla tavsif edilen taraftan başka olur. Bu ise, bölünmeyi ve cüzlere ayrılmayı gerektirir.

3) Mekân lâfzı, ya "içine alan, kuşatan satıh", veya "buûd ve boşluk" diye tefsir olunur. Buna göre, eğer birincisi olursa biz deriz ki: Alemin cisimleri, sınırlı ve sonludur. Binâenaleyh, âlemin dışı ne boşluk, ne dolu, ne mekân, ne yön, ne de cihettir. Bu sebeple, Allah'ın zâtının burada bulunması imkânsızdır. Eğer ikincisi olursa biz deriz ki, boşluğun cüzleri, gerçekte birbirine müsavidir. Bu böyle olunca, şayet, Allah'ın o boşluğun cüzlerinden bir cüzde bulunması sahih olursa, O'nun boşluğun diğer cüzlerinde de bulunması sahih olur. Halbuki, bir fâil-i muhtar sebebiyle böyle olan şey, muhdes (sonradan var olma)dır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir cüzde bulunmuş olması muhdestir. Oysa ki O'nun zâtı, bu oluştan ayrılmaz. Muhdesten ayrılmayan şey de muhdestir. Bütün bunlara göre, Allah'ın zâtının da muhdes olması gerekir ki, bu imkânsızdır.

4) Boyut ve boşluk, bölünmeyi ve parçalanmayı kabul eden bir husustur. Böyle olan her şey ise, zâtı gereği mümkin ve bir îcad edene muhtaç olandır. Bunu icad eden ondan önce mevcuttur. O halde Allah'ın zâtı, boşluğun, cihetin, yönün ve mekânın var olmasından önce mevcuttur.

Bu sabit olunca, mekân, yön ve boşluğun yaratılmasından sonra da, Allah'ın zâtının, evvelce ne idiyse o şekilde kalması gerekir. Aksi halde, Allah'ın zâtı hakkında değişiklik söz konusu olmuş olur ki, bu da imkânsızdır. Bu da sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın her zaman mekânlardan ve cihetlerden münezzeh olduğuna hükmetmek gerekir..

5) Alemin, küre şeklinde olduğu sabittir. Bu sabit olunca, Rey halkının başının üzerinde olan kimse, diğer topluluğun ayaklarının altında olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu durumda Allah'ın ya belli bir kavmin veyahut da herkesin üstünde olduğu söylenir. Birinci ihtimal bâtıldır. Zira Allah'ın, insanların bir kısmının üstünde olması O'nun başka insanların altında olmasını îcap ettirir ki, bu da bâtıldır. İkincisi de, Cenâb-ı Hakk'ın felek küresini kuşatmış olmasını icap ettirir. Böylece de işin neticesi, âlemin ilâhının, bütün felekleri kuşatan bir felek olması sonucuna varır ki, bunu hiçbir müslüman söylemez..

6) Bu âyette geçen "fevkiyyet" (yüce, yukarıda olma) lafzından hem önce hem de sonra başka ifâdeler bulunmaktadır. Bu lâfızdan önce "Kahir" lâfzı" geçmiştir. "Kahir" lâfzı ise kudret ve kuvvetin tam ve mükemmel olduğunu ihsas etmektedir. Bu lafızdan sonra gelen lafız da Allah'ın (kullarının) lafzıdır. İşte bu lafız da başkasının mülkü olmayı ve kudreti attında bulunmayı ihsas eder. Binâenaleyh, âyette bahsedilen "üstünde bulunma" ifâdesini, cihet bakımından olan üstünde bulunmaya değil de, kudret bakımından üstünde bulunma mânasına hamletmek gerekir.

İmdi eğer, "Sizin söylemiş olduğunuz bu husus, yine sizin, "Cenâb-ı Hakk'ın "O, kullarının üstünde kahirdir" ifâdesi, O'nun kudretinin mükemmelliğine delâlet eder" şeklindeki sözünüze zıddır. Binâenaleyh, buradaki "yukarıda bulunma" lafzını, "kudret bakımından yukarıda (yüce) olma" mânasına hamledersek, bir tekrar gerekmiş olur. Bu sebeple bunu, mekân ve cihet bakımından üstünde olma mânasına hamletmek gerekir" denilirse, biz deriz ki:

Durum, sizin söylediğiniz gibi değildir. Çünkü bazan zât, bir kısmına değil de, diğer kısmına kahir olmakla tavsif edilebilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, "kullarının üstünde.." lafzı, bu kahr ve kuvvetin herkes hakkında umûm ifâde ettiğine delâlet etmektedir.

7) Allah, bu âyeti, kendisinden başkasını dost edinenlere reddiye olarak zikretmiş olup, kelâmın takdiri de: "Allahü teâlâ, kullarının üzerindedir" şeklinde olunca; işte her ne zaman durum böyle olunca, Allah'dan başkasını dost edinmek imkânsız olup, böyle bir neticenin tertibi de o üstte bulunmaya göre olunca, bu üstte bulunmadan murad, kuvvet ve kudret bakımından bir üstte bulunma olur. Ama bundan murad, cihet bakımından bir üstte bulunma olunca, bu böyle bir maksadı ifâde etmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın sadece (cihet bakımından üstün olması) her işte O'na güvenip dayanmayı ifâde etmez; bütün arzularda da O'na başvurmayı gerektirmez.. Ama biz bunu, kudret bakımından üstte bulunma mânasına alırsak, bu neticenin buna bina edilmesi güzel ve yerinde olmuş olur. Böylece, bütün bu anlattıklarımızla, bu âyetten kastedilen üstte bulunma keyfiyetinin, Müşebbihe'nin zikretmiş olduğu husus değil, bizim dediğimiz husus olduğu ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir.

Nübüvvetin En Büyük Şahidi Yüce Allah'dır

18 ﴿