103

"Gözler O'na erişemez (ihata edemez), O ise bütün gözleri ihata eder. O, latiftir, habirdir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Âyetin Allah'ın Görülebileceğine Delil Olması

Alimlerimiz hem Allahü teâlâ'nın görülebileceğine, hem de mü'minlerin Kıyamette O'nu göreceklerine, bu âyeti şöylece delil getirmişlerdir:

1) Bunu şöyle izah ederiz: Bu âyet Hak teâlâ'nın görülebileceğine delâlet etmektedir. Bu sabit olur ise, mü'minlerin Kıyamette Allah'ı göreceklerini kesin olarak söylemek gerekir. Birinci mukaddimenin izahı şöyle yapılır: Allahü teâlâ, "Gözler O'na erişemez" buyruğu ile, kendisini medh-ü sena etmiştir. Bu ifade, muarızımız (olan Mu'tezile'ye) yardımcı olacak bir tabirdir. Onlar, Allah'ın âhirette görülemiyeceği şeklindeki inançlarını buna dayandırmışlardır. Bu sabit olunca biz deriz ki: Eğer Allah görülemiyecek olsaydı, "Gözler O'na erişemez" diye kendisini sena etmesi söz konusu olmazdı. Baksana, "yok" olan görülmez. İlimler, kudretler, irâdeler, kokular ve tadlardan hiçbiri gözle görülmez. İşte bunlar görülemedikleri için de bunlarla övünülmez. Binaenaleyh âyetteki, "Gözler O'na erişemez" ifadesinin sena olduğu sabit olur. Ve yine sabit olur ki, bu sena, ancak Allahü teâlâ'nın görülmesi caiz olduğu takdirde mâkul olur. İşte böylece Allahü teâlâ'nın, "Gözler O'na erişemez" buyruğu, O'nun görülebileceğine delâlet eder. Bu hususta sözün özü şudur: Bir şeyin, haddizatında görülmesi mümkün olmadığı zaman, onun görülmeyişinde, o şeyi medhedip övmek, tazım etmek gerekmez. Ama o şey, haddi zatında görülen bir şey olup da, gözlerin onu görmesine ve onu idrak etmesine mani olduğu zaman, bu mükemmel ve tam kudret, bir medh ve azamete, saygıya delâlet etmiş olur. Böylece bu âyetin, Allahü teâlâ'nın, zâtı gereği görülebileceğine delâlet ettiği sabit olmuş olur.

Bu sabit olunca, mü'minlerin O'nu, Kıyamet gününde göreceklerine kesinkes hükmetmek gerekir. Bunun delili şudur: Bu hususta iki çeşit söz söylenmiştir:

a) Kimi alimler Allah'ın hem görülebileceğini, hem de mü'minlerin O'nu göreceklerini söylemektedirler.

b) Kimileri de, mü'minlerin Allah'ı göremiyeceğini ve O'nun da görülemiyeceğini söylemişlerdir. Ama, "Allah'ı görmek mümkündür, amma, bununla beraber O'nu gören hiçbir mü'min yoktur" şeklindeki iddia, ümmet içinde hiç kimse tarafından söylenmemiştir. Binaenaleyh bu, bâtıl olmuş olur. O halde bizim zikrettiğimiz açıklamalarla, âyetin Cenâb-ı Hakk'ın zatının görülebileceğine delâlet ettiği ve durum her ne zaman böyle olursa, mü'minlerin O'nu göreceklerine kesinlikle hükmetmek gerektiği sabit olmuş olur. Böylece de, bizim zikrettiğimiz açıklamalarla, âyetin, rü'yetin meydana gelebileceğine delâlet etmesi sabit olur ki, işte bu, bu âyetten elde edilen hoş bir istidlaldir.

2) Biz deriz ki, Hak teâlâ'nın, "Gözler O'na erişemez" buyruğundaki "gözler"den maksad gözlerin bizzat kendisi değildir. Çünkü göz, hiçbir yerdeki hiçbir şeyi göremez, idrak edemez. Aksine idrak eden, gören, insandır. O halde, Hak teâlâ'nın, "O'na erişemez" buyruğundan kasdedilen mananın, "O'nu, görenler idrak edemez" şeklinde olduğuna kesinlikle hükmetmek gerekir. Bu böyle olunca da, "O ise, bütün gözleri idrak eder" buyruğundan kasdedilen mana, O, "görenleri idrak eder" şeklinde olur. Basralı Mutediller, Allahü teâlâ'nın eşyayı gördüğü hususunda bize muvafakat etmektedirler. Bu sebeple, Allahü teâlâ da görenler cümlesinden olmuş olur. Binaenaleyh, Allahın, "O ise, bütün gözleri idrak eder" buyruğu, kendi kendini görmesini gerektirir. Durum böyle olunca da, Allah'ın zatının görüleceği ve O'nun, kendisini göreceği ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, Allahü teâlâ'nın kendi kendisini görebileceğini söyleyen herkes, mü'minlerin Kıyamette O'nu göreceğini söylemiş olur. Böylece bu âyet, hem Allah'ın görülebileceğine, hem de mü'minlerin Kıyamette O'nu göreceklerine delâlet etmiş olur. Biz bu istidlale kısa bir ilavede bulunmak istersek şöyle deriz: Hak teâlâ'nın, "O ise, bütün gözleri idrak eder" buyruğundan maksad, ya bizzat gözdür, veyahut da görendir. Her iki duruma göre de, bundan, Cenâb-ı Hakk'ın hem kendi gözlerini, hem de kendi zatını görmesi neticesi çıkar. Bunun böyle olduğu sabit olunca, arada herhangi bir farkın bulunduğunu söyleyen hiç kimsenin bulunmaması zaruretiyle, mü'minlerin Kıyamet gününde O'nu görmeleri gerekir.

3) Âyetteki "el-ebsâr" (gözler) kelimesi, başında elif-lâm bulunan bir çoğul sîgasıdır. Binaenaleyh bu sîga, istiğrak (kapsamlılık) ifade eder. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "gözler O'na erişemez" âyeti, her gözün O'nu göremeyiceğı'ni ifade eder ki bu, "umûmun selbi"ni" ifade eder (yani genel manada olumsuzluğu ifade eder), ama "selbin umumîliğini" ifade etmez, (yani bu görememe işi, herkesi içine almaz.)

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu olumsuzluğun "genel"e tahsis edilmesi, hükmün (görme hükmünün), o genelin içinde bulunan bazı kimseler hakkında söz konusu olabileceğine delâlet eder. Baksana, bir kimse, "Zeyd'i herkes dövmedi!" dediği zaman, bu söz o Zeyd'i bazı kimselerin dövdüğünü ifade eder. Binaenaleyh, meselâ, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e herkes iman etmedi" denildiğinde bu söz, O'na bazı kimselerin iman ettiğini ifade eder. Hak teâlâ'nın, "Gözler O'na erişemez" buyruğu da böyledir. Bunun manası, "O'nu her göz idrak edemez" şeklindedir. Binaenaleyh, bu âyetin, bazı gözlerin O'nu idrak edebileceğini ifade etmesi gerekir. Bu konuda söylenebilecek en son söz, bunun "hitab deliline tutunma" olduğunun söylenmesidir. Biz deriz ki: "Farzet ki bu böyle olsun. Ancak ne var ki bu, sahîh ve uygun bir delildir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ı görme işinin, kesinlikle hiçbir kimse için söz konusu olmadığı farzedildiğinde, bu selbin (olumsuzluğun) genel olana genel olması bakımından tahsis edilmiş olması abes olmuş olur. Oysa Kelâmullah'ı, abes ve anlamsız olan şeylerden korumak vacibtir.

Allah Gözle Değil, Âhirette Yaratacağı Bir Duyu ile Görülür

4) Dırâr İbn Amr el-Kufî'den nakledilen şu husustur: O şöyle derdi: "Allahü teâlâ, insandaki şu gözle görülmez.. O ancak, Allahü teâlâ'nın Kıyamet gününde yaratacağı altıncı bir hisle görülebilir." O, bu görüşüne, bu âyetle istidlalde bulunarak şöyle der: "Bu âyet, Allah'ı idrâk edememenin, gözle tahsis edildiğine delâlet eder. Hükmün bir şeye tahsis edilmesi, o şeyin dışında kalan hallerde, durumun onun aksine olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh, Allah'ın gözün dışında kalan bir şeyle, genel bir ifade ile görülmesi gerekir. Şu anda mevcut olan hislerin görme işine müsait ve elverişli olmadıkları sabit olunca, "Allahü teâlâ'nın, kendisini görüp idrâk etmeye vasıta olacak altıncı bir duyuyu Kıyamet gününde yaratacağının söylenebileceği kesinleşir. İşte bütün bunlar mü'minlerin Kıyamet gününde Allah'ı göreceklerini isbat etme hususunda bu âyetten istinbât edilip, itimad edilebilecek dört izahtır.

İkinci Mesele

Bu mesele de, Mutezile'nin, Cenâb-ı Hakk'ın görülemiyeceği hususunda, bu âyete sarılarak yaptığı istidlali nakletme hususundadır.

Mu'tezile'nin Âyet Hakkındaki Yorumu

Bil ki Mu'tezile, bu âyetle şu iki yönden istidlal ve ihticâcda bulunmuşlardır:

1) Onlar şöyle demektedirler: "Göz ile idrâk, görmekten ibarettir. Bunun delili ise şudur: Şayet bir kimse, "Ben onu gözümle idrâk ettim, ama göremedim"; yahut da, "Ben onu gördüm, ama gözümle idrâk edemedim" dese, bu söz tutarsız bir söz olmuş olur. O halde, göz ile idrâk etmenin "görmek" anlamına geldiği sabit olmuş olur.

Bu böyle olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Gözler O'na erişemez" buyruğu, hiçbir durumda hiçbir gözün O'nu görememesi manasını taşır, Bu umumî mananın doğruluğunun delili ise, şu iki şeydir:

a) Bütün şahısların ve bütün durumların bundan istisna edilebilmeleri ve "falancanın gözü ve falanca durum hariç, gözler O'nu idrâk edemez" denilebilmesidir. İstisna, yapılmaması halinde, bir kelâmın hükmüne girebilecek şeyleri, o kelamın hükmünün dışına çıkarmak için yapılır. Binaenaleyh, bu âyetin umûm oluşunun, bütün şahıslar ve bütün hâller hakkında Cenâb-ı Hakk'ın görülemiyeceğinin umumîliğini ifade ettiği sabit olmuş olur. İşte bu da, Allahü teâlâ'yı hiç kimsenin hiç bir şekilde göremiyeceğine delâlet eder.

b) Bu âyetin umûm ifade ettiğini izah hususundaki ikinci madde de şudur: Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ), İbn Abbas'ın, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Miraç gecesinde Rabbini gördü..." şeklindeki sözünü kabul etmeyince, kendi görüşünü destekleme hususunda bu âyete tutunmuştur. Şayet bu âyet, bütün şahıslara ve bütün hallere göre umumiliği ifade etmiş olmasaydı, o zaman bu istidlal tam olmazdı. Hazret-i Aişe'nin Arapça'yı en iyi bilenlerden birisi olduğu hususunda şüphe yoktur. Böylece bu âyetin, bütün şahıslara göre, olumsuzluğa delâlet ettiği sabit olur ki, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.

2) Onlar şöyle demektedirler: Bu âyetten önceki âyetler, buraya kadar, bir medh ve bir övgüyü ihtiva etmekteydiler. Allah'ın bunlardan sonra, "O ise, bütün gözleri idrâk eder" buyurmuş olması da, bu övgü ve medihtir. Binâenaleyh, "gözler O'na erişemez" buyruğunun da bir medih ve övgü olması gerekir. Aksi halde, medih ve övgü olan tabirler arasına, bunu ifade etmeyen âyetin girdiğinin söylenmesi gerekir ki, bu bir bozukluğa yol açar. Halbuki böyle bir şey Allah'ın kelâmına yakışmaz.

Bu sabit olunca biz deriz ki: Fiil nev'inden olmayıp, yokiuğu bir medih sebebi olan her şeyin Allah hakkında sabit olması, O'nun için noksanlık teşkil eder. Halbuki, Allah hakkında noksanlık imkânsızdır. Çünkü Allah, "O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Bakara, 255); "O'nun benzen gibisi yoktur" (Şura, 11) ve "Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O" (İhlâs, 3) vb. buyurmuştur. Öyleyse, Allahü teâlâ'nın görülmesinin imkânsız olduğunun söylenmesi vacib olur.

Bil ki, Mu'tezile bu hususu, "fiil nev'inden olmamakla" kayıtlamıştır. Çünkü Allah, "Allah âlemlere (insanlara) hiçbir haksızlık etmek istemez" (Al-i Imrân, 108) ve "Rabbin, kullarına hiçbir zulüm yapıcı değildir" (Fussilet, 46) buyurmuştur. Ne var ki Allahü teâlâ, onlara göre de, zulmetmeye kadirdir, Binaenaleyh onlar, bu kaydı, sözlerindeki tenakuzu gidermek için zikretmişlerdir. İşte bu, onların bu konudaki sözlerinin izahının tamamıdır.

Mu'tezile'ye Verilen Cevap

Onların birinci izahlarına, birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Gözün idrakinin, görmekten ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili şunlardır: Arapça'da "idrak" lafzı, "yetişmek ve katılmak" manasına da gelir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Musa'nın ashabı dedi ki: "Muhakkak erişilip yakalandık" (Şuarâ, 61) buyurmuştur, yani "yetişilenler olduk..." ve, "Nihayet, su onu boğmaya başlayınca" (Yusuf, 90) buyurmuştur, yani, "boğmak fiili ona ulaşınca, boğulmaya başlayınca" demektir. Yine "Falanca, falancaya yetişti..." buluğa erdi" manasında "Çocuk olgunlaştı, bütuğa erdi" ve "olgunlaştı" manasında, denilir. Böylece, "idrâk" fiilinin bir şeye ulaşmak manasına geldiği sabit olmuş olur.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Görülen şeyin bir sınırı ve bir sonu olduğunda ve göz de, onun sınırlarını, kenarlarını ve bitim yerini idrâk ettiğinde, "gözler onu kuşatmış" olur. Böylece de bu şekilde görme işi, "idrak" diye adlandırılmış olur. Ama göz, görülen şeyin her tarafını kuşatmadığı zaman, o görme "idrak" olarak adlandırılamaz.. Netice olarak diyebiliriz ki, âyette bahsedilen görme ise, altında iki türü bulunan bir cinstir.

1) İhata ederek görmek.

2) Ihâtasız görmek.. İhata ederek görmeye, "idrâk" adt verilir. O halde "idrâk"in olmadığını söylemek, görmenin iki türünden birisinin nefyini ifade eder.

Türü nefyetmek, cinsi nefyetmeyi gerektirmez. Öyleyse, Allah'ı idrak edememekten, O'nu görmeme neticesi çıkmaz. İşte bu, karşı tarafın sözünü kabul etmemede makbul olan güzel bir izahtır.

Buna göre eğer onlar, İdrâk"in, rü'yet'ten başka bir şey olduğunu beyan ettiğiniz an, Allah'ı görmenin tahakkuk edeceğini isbat hususunda, bu âyet hakkında kendisine tutunduğunuz (yapmış olduğunuz) dört izahı da, aleyhinize olmak üzere bozmuş oldunuz" derlerse, biz deriz ki:

Bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü "idrâk", rü'yet'ten daha hususidir. Daha hususî olanı kabul etmek, "e'amm" (daha umumî) olanı kabul etmeyi gerektirir. Ama, daha hususî olanı nefyetmek, daha umumî olanı nefyetmeyi gerektirmez. Böylece yukarıda yapmış olduğumuz izahların, bizim görüşümüzü değil, sizin görüşünüzü iptal etmiş olduğu sabit olmuş olur.

b) Onlara itiraz hususunda şöyle diyebiliriz: Farzedelim ki, göz ile idrak, görmekten ibaret olsun.. Ancak ne var ki, siz niçin, "O'nu gözler idrâk edemez" ifadesinin bütün şahıslar, bütün haller ve bütün zamanlar hakkında nefyin umumîliğini ifade ettiğini söylüyorsunuz? Nefyin umumîliğine dair istisnanın doğru olabileceği hususunda yapmış oldukları istidlale gelince, bu istidlal, nefyin umumîliğini ifade etmediği halde, "cem-i kıllef'lerden yapılan istisnanın doğruluğu ile çelişmektedir. Aksine biz bunun umûm ifade ettiğini kabul ediyoruz, ancak ne var ki, umûmun nefyi başka nefyin umumiliği başka şeydir. Biz lafzın, umûmun nefyini ifade etmediğine dair delil getirdik ve umûmun nefyinin, hususî olanın sübûtunu gerektirdiğini beyan ettik. Bu, bizim istidlali açıklarken ortaya koyduğumuz şeyin kendisidir.

Muarızımızın, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'nin, Allahü teâlâ'nın görülemiyeceği hususunda, bu âyete tutunmuş olduğunu söylemesine gelince, biz deriz ki: Dilin kelimeleri nin manası, o dilin alimlerinden öğrenilir. Bir delil ile istidlalde bulunma hususunda ise taklide başvurulmaz. Kısaca aklî delil, Hak teâlâ'nın, "gözler O'nu idrâk edemez" âyetinin ekseriyetin O'nu göremiyeceğini ifade ettiğine delâlet eder. Böylece aklın sarahati ile, "umûmun nefyinin, nefyin umumîliğinden" başka birşey olduğu sabit olur. Onların maksatları ise ancak, âyetin nefyin umumîliğine delâlet etmiş olması halinde tamam olur. Binaenaleyh onların görüşleri geçersiz olmuş olur.

c) Bu, bizim şöyle dememizdir: Cemî sîgası, istiğrak (kapsamlıhk) manasına hamledildiği gibi, bazan daha önce bahsedilmiş olan malum birşeye de hamledilebilir. Durum böyle olunca, âyetteki "Gözler O'nu idrak edemez" cümlesi, dünyadaki malûm gözlerin O'nu göremiyeceği manasını ifade eder. Biz bunun böyle olması gerektiğini söylüyoruz. Çünkü bu gözler ve göz bebekleri, bu dünyada iken sahip oldukları özellikleri kendilerinde taşıdıkça Allah'ı göremezler. Ama bu özellikleri değişip halleri farklı olduğunda, Allah'ı görebilirler. Öyle ise niçin, bu değişiklik olduğu zaman onların Allah'ı göremiyeceğini iddia ediyorsunuz?

d) Biz, bu gözlerin kesinlikle Allah'ı göremiyecekterini kabul ediyoruz. O halde daha niçin Dırar b. Amr el-Kûfî'nin de dediği gibi, bu duyu organlarından farklı altıncı bir duyu ile Allah'ın idrâk edilip görülmesi caiz olmasın? Buna göre, âyete tutunmanın bir manası olmaz.

e) Farzet ki bu, umûmî bir âyettir. Fakat Allahü teâlâ'nın görülebileceğine delâlet eden âyetler "husûsî"dir. Hâs olan, âmm olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Bu durumda söz bu noktadan, âyetlerin Allah'ın görülebileceğine delâlet edip etmediği konusuna geçer.

f) Biz, bu âyetin gereğine göre hükmediyor ve diyoruz ki: Bu gözlerin Allah'ı göremiyeceğini kabul ediyoruz. Öyle ise daha niçin, görenlerin Allah'ı idrâk edemiyeceğini söylüyorsunuz? İşte birinci izaha göre ileri sürülebilecek soruların hepsi bunlardır.

İkinci izaha gelince, biz Cenab-ı Hakk'ın zâtının görülmesinm imkânız olması halinde, görülemiyeceğini söyleyerek kendisini övmüş olmasının imkânsız olacağını, aksine bu övünmenin, O'nun görülmesi mümkün olduğu zaman söz konusu olduğunu, ama Allahü teâlâ'nın, gözleri, kendini görmekten alıkoyduğunu anlatmıştık. İşte bu izah ile, Mu'tezile'nin bütün iddiaları tamamen düşer.

Sonra biz diyoruz ki, Allah'ın görülemeyeceğini söylemenin, bir medh-ü sena sebebi olması imkânsızdır. Çünkü sırt "adem" ve sırf "nefy" (yokluk ve olumsuzluk), medh-ü senayı gerektiren birşey değildir. Bu zarurî olarak bilinen bir husustur. Hatta "nefy", medh-ü senayı gerektiren bir sıfatın bulunduğunun delili olsaydı, "nefy"in bir medhi gerektirdiği söylenebilirdi. Bunun misali, "O'nu ne bir uyuklama tutulabilir, ne de bir uyku" (Bakara, 255) âyetidir. Bu âyet, bu "nefy" (menfî manası) bakımından bir medhi ifade etmez. Çünkü cansız varlıkları da bir uyku ve uyuklama tutmaz. Ama bu nefy, Hak teâlâ hakkında herhangi bir değişikliğe ve zevale uğramaksızın bütün herşeyi bildiği manasına gelir. Hak teâlâ'nın, "O, doyurur, doyurulmaz" (En'am. 14) âyeti de, Allah'ın zâtı ile kâim ve zâtı bakırrundan ihtiyaçlardan âzâde olduğuna delâlet eder. Çünkü cansızlar da ne yerler, ne de doyurulurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın, "O'nu gözler idrâk edemez" âyetinin, medh-ü senayı gerektiren mevcut bir manaya delâlet etmesi müstesna, bir medh-ü senayı ifade etmesi imkânsızdır. İşte bizim dediğimiz budur. Çünkü bu mana, Allahü teâlâ'nın, gözleri perdelemeye kadir olduğunu ve onları kendisini görmekten alıkoyabildiğim ifade eder. İşte bu izah ile de, söz Mu'tezile'nin aleyhine bir hüccete dönüşür. Böylece Mu'tezile'nin bu âyet ile yaptığı istidlaller her bakımdan düşer.

Üçüncü Mesele

Bil ki Kâdî, bu âyetin tefsiri hususunda, Allah'ın görülemiyeceği manasında bazı izahlar yapmıştır ki, bu, aslında bu âyetle istidlal etmenin dışında, tefsir ilminden ayrı olarak, usûl (kelam) ilmine bir dalıştır. Kâdî bunu böyle yaptığı için, onun bu izahlarını nakledip, onlara cevap vereceğiz, sonra da alimlerimizin, Allah'ın görülebileceğine delâlet eden izahlarını zikredeceğiz.

Kâdî, birtakım aklî delillere tutunmuştur:

1) Duyular sağlam olup, görülecek şey de mevcut olunca ve bu hususta söz konusu olan şartlar da, ki bunlar görülecek şeylerden yakın olanların görülemiyecek kadar yakın, uzak olanların da görülemiyecek kadar uzak olması, arada görmeye engel bir perdenin bulunmaması ve görülecek şeyin, gözün mukabilinde (karşısında) veya mukabil hükmünde olmasıdır, bu şartlar bulunduğunda, görme işi gerçekleşir. Çünkü bu şartlar bulunduğu halde, görme gerçekleşmeseydi, yanımızda borazanlar ve davullar çalındığı halde, bizim onları duymamamız ve görmememiz mümkün olurdu, ki bu safsatadır. Mu'tezile şöyle der: "Bu sabit olunca biz deriz ki: "Görülemiyecek kadar yakın, görülemiyecek kadar uzak olmaması, arada görmeye engel bir perdenin bulunmaması ve gözün mukabilinde olması, Cenâb-ı Allah hakkında imkânsızdır. Binaenaleyh eğer Allah görülebilir olsaydı, bu görmeyi gerektiren şeyin, duyu organlarının (gözlerin) hastalıksız olması ve görülecek şeyin, görülebilecek biçimde olması şartına bağlı olması gerekirdi. Bu iki şart, şu anda (dünyada) da mevcuttur. Öyleyse eğer Cenâb-ı Hak görülebilir olsaydı, şu anda da görülmesi gerekirdi. Bu görme olmadığına göre, Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğunu anlıyoruz.

2) Görülen her şey, ya bir şeyin "mukabil"i olur veyahut da "mukabil" hükmünde olur. Halbuki Allahü teâlâ böyle değildir. Binaenaleyh, O'nun görülmesinin imkânsız olması gerekir.

3) Kâdî şöyle demektedir: "Onlara (ehl-i sünnete), cehennem ehlinin değil de, cennet ehlinin Allah'ı nasıl göreceği sorulur? Cenâb-ı Hak, ya onlara yaklaşır veyahut da O, onların mukabilinde olur. Böylece o cennetliklerin Allah ile olan halleri, cehennemliklerin aksine olur. Bu da, Allah'ın, hakkında yakınlık uzaklık ve perdelenmenin düşünülmesi mümkün olan bir cisim olmasını gerektirir."

4) Kâdî şöyle der: "Eğer siz, cennetliklerin, her türlü hal ve durumda, hatta cima vb. haller sırasında O'nu göreceklerini söylüyorsanız, bu bâtıldır. Veyahut da, onlar O'nu şu halde değil de, öteki halde görürler. Bu da bâtıldır. Çünkü bu, Allah'ın bazan yakın, bazan uzak olmasını gerektirir...

Bir de Allah'ı görmek, arzu edilen şeylerin en büyüğüdür. Bu böyle olunca, cennetliklerin, bu görmeyi ebedî olarak arzu etmiş olmaları vacib olur. Binaenaleyh, O'nu bazı zamanlarda görmeselerdi, gam ve kedere düşerlerdi. Bu ise, cennetliklerin sıfatlarına uygun değildir." İşte Kâdi'nin Kitabu't-Tefsir'de zikrettiği bütün hususlar, bunlardır. Bil ki bu izahlar, son derece zayıftır.

Birinci izaha gelince: Ona şöyle denilir: "Farzedelim ki, görme duyusunun salim olması, görülecek şeyin hazır olması ve gerekli diğer şartların bulunması halinde, cisimlerin ve arazların görülmesi vacib olsun.. O halde niçin bundan, duyu organının salim olması ve görülecek şeyin de görülmeye elverişli olması halinde, Allah'ın görülmesinin gerekli olduğu sonucu çıkar diyorsunuz? Allahü teâlâ'nın zâtının, diğer zatlardan farklı olduğunu ve bir hükmün bir şey hakkında söz konusu olmasından, aynı hükmün o şeye muhalif olan bir şey hakkında da söz konusu olmasının gerekmediğini bilmiyor musunuz?" Bu Mutezilîlere şaşılır. Çünkü, onlar tam akılfı ve son derece zeki olduklarını iddia ettikleri halde, öncekileri de sonrakileri de bu delile dayanmışlar, onlardan hiç birisi böyle bir sual karşısında uyanamamış ve bu sözün bozuk olduğu da hiçbirinin aklına gelmemiştir.

İkinci izaha gelince, ona şöyle cevap verilebilir: Bizimle sizin aramızdaki münakaşa, bir mekân ve cihete tahsis edilemeyen varlığın, görülüp görülemeyeceği hususundadır. Siz ya, bu sıfatla mevsuf olan bu varlığın görülmesinin imkânsız olduğunun bilinmesinin, bedîhî (şüphesiz ve kat'î) bir ilim olduğunu iddia edersiniz, veyahut da bunun istidlali bir ilim olduğunu söylersiniz. Birincisi bâtıldır. Çünkü, eğer bunu bilmek bedihî olsaydı, akıl sahipleri arasında, bu konuda bir anlaşmazlık bulunmazdı. Bir de, bu ilmin bedihî olduğunu kabul etmemiz durumunda, bu hususta delil getirmekle iştigal etmek abes olurdu. Binaenaleyh istidlali terkedip, bunun bedihî olduğunu iddia etmekle yetininiz..

İkinci ihtimale gelince deriz ki, sizin, "görülecek varlığın gözün karşısında veya karşı, "mukabil" hükmünde bulunan bir yerde bulunması gerekir" şeklindeki sözünüz aynı iddianın bir tekrarıdır. Çünkü, sözün özü şudur: "Siz diyorsunuz ki, gözün mukabilinde ya da mukabil hükmünde olmayan varlık, görülemez.. Her görülen varlığın da, gözün mukabilinde, veyahut mukabil hükmünde olan bir yerde bulunması gerekir!.." Bu sözün, aynı iddianın tekrarlanmasından başka bir manası olmadığı malûmdur.

Üçüncü izaha gelince, ona şöyle denilebilir: Şöyle denilmesi niçin caiz olmasın: "Cennetlikler, Allah'ı görür, cehennemlikler ise göremezler. Bu, senin söylediğin gibi, yakınlık ya da uzaklık sebebiyle değildir. Aksine bu, Allahü teâlâ, cennetliklerin gözünde "görmek" fiilini yarattığı cehennemliklerin gözlerindeyse yaratmadığı içindir. Binaenaleyh, eğer sen, bu sözün yanlışlığını ortaya koymak için, "Bunu caiz görmek, yanımızda borazanlar ve davullar çaldığı halde, onları görmememizin ve duymamamızın caiz olabileceği neticesine götürür..." iddiasına başvurursan, bu, birinci izaha dönmek olur. Onun cevabı da daha önce geçmişti.

Dördüncü izaha gelince, ona karşı şöyle denilebilir: Şöyle denilmesi niçin caiz olmasın: "Mü'minler, Allahü teâlâ'yı bazan görür bazan da göremez." Kâdî'nin, "Bu, Allahü teâlâ bazan yaklaşır, bazan uzak olur" demek neticesine götürür.." şeklindeki sözüne mukabil şöyle denilir: Bu, "Gözlerin görmesi ancak, yukarda zikredilen şartların bulunmasıyla olur.." şeklindeki görüşe dönmektir. Binaenaleyh, birinci izaha dönmektir. Onun cevabı ise, daha önce geçmişti..

Kâdî'nin, "Allah'ı görmek, arzulanan şeylerin en büyüğüdür" şeklindeki ikinci sözüne karşılık ona şöyle denilir: "Bu, her ne kadar böyle ise de, ancak şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Cennetlikler, Allah'ı görmeyi zaman zaman arzu ediyorlar... Bunun delili şudur: Cennetin diğer lezzet ve menfaatleri de, hoş ve lezizdir. Sonra cennetin bu lezzet ve menfaatlerine duyulan arzular da zaman zaman meydana gelir.. İşte, bu konuda da durum aynıdır. Kâdî'nin bu konuda yapmış olduğu izahlara cevap olarak söylenecek sözün tamamı, işte budur.

Allah'ın Cennette Görüleceğine Dair Deliller

Bu, mü'minlerin, Allahü Teâlâ'yı göreceklerine delâlet eden izahların ortaya konulması hakkındadır. Biz bu izahları iyice sayıp ortaya koyacağız ve bu izahları uy- gun olan yerlere havale edeceğiz:

Birinci hüccet: Musa (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'dan, O'nu görmeyi talep etti. Bu, Allahü teâlâ'nın görülebileceğine delâlet eder.

İkinci hüccet: Allahü teâlâ, "Eğer o, yerinde durabilirse sen de beni görürsün..." (A'raf, 143) buyurarak, kendisinin görülmesini, dağın yerinde durabilmesi şartına bağladı. Dağın yerinde durabilmesi mümkün bir şeydir. Mümkün olana bağlanan şey de mümkündür. Bu iki delilin izahı, inşaatları, A'râf sûresinde gelecektir.

Üçüncü hüccet, yukarıda zikredilmiş olan yönlerden, "gözler O'nu idrâk edemez" âyetine tutunmaktır.

Dördüncü hüccet, Cenâb-ı Hakkın "iyi iş, güzel amel yapanlara da güzel iyilik, bir de ziyâde vardır" (Yunus, 26) âyetine tutunmaktır. Bu delilin izahını da, Yunus sûresinde yaptık.

Beşinci hüccet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık kim, Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa.." (Kehf, 110) âyetine tutunmaktır. Allah'la karşılaşma ve O'na kavuşma manasını kapsayan diğer bütün âyetler hakkındaki söz de, aynen bunun gibidir. Bu delilin izahı, bu tefsirde defalarca ve değişik biçimlerde geçmiştir.

Altıncı delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada herhangi bir yeri gördüğün zaman, bir nimet, büyük bir saltanat görürsün" (insan, 20) âyetine tutunmaktır. Bu âyetin iki kıraatinden birisi, mülken (mülk, saltanat) kelimesinin, mîm harfinin fethası ve lamın de kesresiyle olmak üzere meliken şeklinde okunmasıdır... Buna göre mana: "Büyük bir melik, hükümdar görürsün" şeklinde olur. Müslümanlar bu melik'in, ancak Allah olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bence, delil olarak bu âyete tutunmak, diğer âyetlere tutunmaktan daha güçlüdür.

Yedinci hüccet, Allahü teâlâ'nın, "Hayır, şüphesiz ki onlar (kâfirler) o gün Rabterinden kesin olarak mahrumdurlar" (Mutaffifîn, 15) âyetine tutunmaktır. Bu mahrumiyetin, kâfirlere has olduğunun beyanı, mü'minlerin Allah'ı görmekten mahrum olmayacaklarına delâlet eder.

Sekizinci hüccet, Allahü teâlâ'nın, "Andolsun ki onu, diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın yanında gördü O "(Necm. 13-14) âyetine tutunmaktır. Bu delilin izahı, Necm sûresinin tefsirinde gelecektir.

Dokuzuncu hüccet: Saf ve temiz kalbler, en mükemmel bir biçimde maritetullah sevgisi üzere yaratılmışlardır. Marifetullah yollarının en güzeli ise, Allah'ı görmektir. Binaenaleyh, rü'yetullahın, herkesin arzu ettiği bir şey olması gerekir. Bu durum sabit olunca, "burada, canlarınız neyi çeker (arzular)sa, sizindir" (Fussilet. 31) âyetinin de delâlet ettiği gibi, bu rü'yetin meydana geleceğini kesin olarak söylemek gerekir.

Onuncu hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten iman edip de, iyi amellerde bulunanlara gelince, onların konaklan da Fırdevs cennetleridir" (Kehf, 107) âyeti, Allahü teâlâ'nın, bütün Firdevs cennetlerini mü'minler için bir konaklama ve konak yeri kıldığına, yaptığına delâlet etmektedir. Burada, sadece konaklama olacağını söylemek doğru değildir, aksine bu konaklamanın peşisıra, bu konaklamadan bir başka hal olmak üzere, daha büyük bir in'âm ve teşrifin olması gerekir ki, bu da Allah'ı görmekten başka bir şey değildir.

Onbirinci hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir. Rablerine bakacaktır" (Kıyame, 22-23) âyetidir. Bu hüccetlerden her birinin izahı, bu kitapta, uygun yerlerde yapılacaktır.

Rü'yetullah İle İlgili Hadisler

Bu husustaki nadislere gelince, bunlar hayli farklıdır. Bunlardan birisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"in şu meşhur hadisidir:"(Ahirette) Rabbinizi, dolunay olduğu gece ayı gördüğünüz gibi (açık-seçik) göreceksiniz ve O'nu görmek için izdihama düşmeyeceksiniz." Buhârî, Ezan, 129; Tirmizî. Cennet, 15-17 (4/689); İbn Mace, Mukaddime, 13 (1/63).

Bil ki, buradaki benzetme, görmedeki açıklık ve vuzuh itibariyle bir teşbihtir; yoksa görülen iki şeyin birbirine benzemesi bakımından yapılan bir teşbih değildir.

Yine bu hadislerden birisi, cumhurun ittifak etmiş olduğu şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İyi iş, güzel amel yapanlara da güzel iyilik, bir de ziyade vardır" (Yunus, 26) âyetini okumuş ve sonra, "güzel iyilik", cennettir; "ziyade" de, Allah'ın vechine bakmaktır" Benzeri bir hadis için bkz. Buhari, Tefsir, Yunus Sûresi buyurmuştur.

Bir başka rivayet ise şudur: Sahabe (radıyallahü anhnhûm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Miraç gecesinde Allahü teâlâ'yı görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ama, bu sebepten dolayı ne birbirlarine küfür isnadında bulunmuşlar, ne de birbirlerinin bid'at ve dalâlette bulunduklarını söylemişlerdir.. Bu, onların, Allahü teâlâ'nın görülmesinin, aklen imkânsız olmadığı hususunda icmâ ettiklerini gösterir. İşte, "Rü'yet" meselesindeki naklî deliller hakkındaki sözün hepsi bundan ibarettir.

Beşinci Mesele

Âyetteki, "O ise bütün gözleri idrak eder" buyruğu, Allahü teâlâ'nın her şeyi görüp idrak ettiğine delâlet eder. Çünkü buradaki "gözler"den murad, ya gözlerin kendisidir, yahut da (o gözlerle) gören kimselerdir. Eğer birinci İhtimal söz konusu olursa, Allahü teâlâ'nın, görenlerin görmesini ve gözlerini gördüğünü söylemek vacib olur. Böyle söyleyen kimse, "Allahü teâlâ, görülecek ve idrak edilecek her şeyi görür..." demiş olur. İkinci mana murad edilmiş olursa, Allahü teâlâ'nın, görenleri görmekte olduğunu söylemek gerekir. Her iki manaya göre de âyet-i kerime, Allah'ın görülen ve idrak edilen her şeyi idrâk ettiğine delâlet eder.

Altıncı Mesele

Allahü teâlâ'nın, "O ise bütün gözlen idrak eder" sözü hasr ifade eder. Bu, "Gözleri idrâk eden Allah'dır, O'ndan başkası gözleri idrak edemez" manasındadır. Bunun anlamı şudur: "Canlı varlığı görücü ve idrak edici kılan özellik çok enteresan bir durum, pek şerefli bir mahiyet olup akıl bu işin künhünü tam manasıyla bilemez. Bununla beraber Cenâb-ı Allah, onun hakikatini müdrik, mahiyetine de muttalidir." Binaenaleyh âyetteki, "Gözler O'nu İdrak edemez" buyruğunun manası şudur: "İdrak edici kuvvetlerden hiçbiri, O'nun hakikatini idrak edemez. Hiç bir akıl da, O'nun samediyyet künhüne vâkıf olamaz. Bundan dolayı gözler, O'nu idrak etmekten aciz kalır, akıllar, Onun izzet meydanlarına ulaşmaktan kaçınır ve ürperir. Hiçbir şey O'nu ihata edemediği halde, O'nun ilmi her şeyi ihata eder, idrâki ise her şeyi içine alır.." işte, bu âyetin, önceki âyetlerle münasebet keyfiyyeti budur.

Allah'ın Latîf ve Habir İsimlerinin Manası

Allahü teâlâ, "O, latîf ve habîrdir" buyurmuştur. "Letafet", kesafetin zıddıdır; bunun manası da "rikkat ve inceliktir. Bu ise, Allahü teâlâ hakkında imkânsızdır. Binaenaleyh, bu tabiri tevil etmek gerekir. Bu, birkaç şekilde yapılır:

1) Bundan murad, Allahü Teâlâ'nın, canlıların bedenlerini Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ince cüzlerden, ince örtü ve dokulardan ve dar menfez ve deliklerden meydana getirmedeki sanat ve fiilinin latîf, ince oluşudur.

2) Allahü teâlâ, in'am etme, acıma ve merhamet etme hususunda latiftir.

3) Allahü teâlâ, tâat ettiklerinde onları övmek, günah işlediklerinde de tevbeyı emredip, ister itaatkâr isterse günahkâr olsunlar, rahmetinin bolluğunu onlardan kesmediği için, kullarına karşı latiftir.

4) Allah, onlara fakatlarının üstünde birşey emretmediği ve hak ettiklerinden fazla nimet verdiği için kullarına karşı latiftir.

el-Habîr kelimesine gelince bu, "ilim" manasına gelen hubr masdarındandır. Buna göre bu ifadenin manası şudur: Allah onların işledikleri günahları ve çirkin fiillere yöneldiklerini bildiği halde, kullarına karşı latîftir. Keşşaf sahibi, "Latîf, "Allah, gözlerin kendisini idrâk edemeyeceği kadar latîf (ince)" manasında;"habîr" kelimesi ise, "O, her latîf olanı bilir, binaenaleyh, gözleri de idrak eder, hiçbir şey O'nun idrak edemiyeceği kadar latîf ve ince değildir." manasındadır" demektedir. Bu, güzel bir izahtır.

103 ﴿