109

"Var güçleriyle Allah adına and ettiler ki, eğer kendilerine bir âyet gelirse, muhakkak ona inanacaklar.. De ki: "Âyetler ancak Allah 'in nezdindedir." O geldiği zaman da onların yine iman etmeyeceklerinin siz farkında değil misiniz?".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerden, Hazret-i Peygamberin nübüvvetini tenkit etmeyi gerektiren bir şüpheyi nakletmiştir ki, bu onların, "Bu Kur'ân'ı sen bize, âlimlerden öğrendiğin ve Tevrat'ı ve İncil'i bilen kimselerle mubahese ve müzakerede bulunduğun için getirebildin. Sonra da, işte bu yolla, sûre ve âyetleri bir araya getirdin..." şeklindeki sözleridir. Cenâb-ı Hak bu şüpheye, daha önce geçmiş olduğu gibi, cevap vermiştir. Bu âyet, başka bir şüpheyi daha ihtiva etmektedir ki, bu da onların Hazret-i Peygamber'e, "Bu Kur'ân, nasıl olursa olsun, kat'î olarak mu'cize cinsinden değildir.. Şayet, ey Muhammed, sen bize kesin ve susturucu bir mu'cize ve apaçık bir delil getirseydin, sana inanırdık..." deyip, bu hususta yemin ederek, yeminlerini te'kîd etme hususunda mübalağa yapmalarıdır.. Ki, işte bu âyetin maksadı, bu şüpheyi izah etmektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

"Kasem"Tabirinin"Yemin" Manasının Taşınması

Vahidî şöyle demektedir: "Yemine, kasem ismi verilmistir. Çünkü yemin, ister müsbet isterse menfi olsun, insanın haber verdiği, bildirdiği haberi te'kid etmek için vaz edilmiştir. Haber, doğru veya yalan olabileceği için, haber veren kimse, doğru tarafını yalan tarafına tercih etmek için, böyle bir yola başvurmaya muhtaç olur. Ki bu yol da, yemin etme yoludur. Yemin etmeye, ancak bu haberi duyduğunda, insanlar, onu tasdik eden veya yalanlayanlar şeklinde kısımlara ayrıldığı zaman ihtiyaç duyulur. Araplar yemin etmeye kasem adını vermişler ve bunu, sîgasıyla ifade ederek "Falanca yemin etti" demişler; bununla da, o kimsenin tercih ettiği yemini te'kid ettiğini ve doğruluğu yemin ve kasem vasıtasıyla seçmiş olduğu kaseme havale ettiğini kastederler.

Bu Âyetin Nüzul Sebebi

Alimler bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:

a) Onlar şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer dilersek bizonların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır" (Şuarâ, 4) âyeti nazil olunca, müşrikler Allah'a yemin ederek, eğer kendilerine bir mu'cize gelirse, muhakkak O'na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur."

b) Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bize, Musa'nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hazret-i İsa'nın ölüleri dirilttiğini ve Hazret-i Salih'in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O halde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mu'cize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Neyi arzu ediyorsunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (aleyhisselâm) kendisine gelerek, "Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman seni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasib eder" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "öyleyse ben de mu'cize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.

Var Gûçleriyle Yemin Etmelerinin Manası

Alimler Hak teâlâ'nın "var güçleriyle yemin ettiler" tabirinın tefsiri hususunda şu izahları yapmışlardır: Kelbî ve Mukâtil, "Bir kimse Allah'a yemin ettiğinde, bu o kimsenin, bütün gücüyle yemin etmesidir" demişlerdir.

Zeccâc ise bu ifadeye, "Onlar, alabildiğine yemin ettiler" manasını vermişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer kendilerine bir mu'cize gelirse..." âyetiyle ne murad edildiği hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak denilmiştir ki: Bu, bize rivayet edildiği üzere Safa dağını altın haline getirmedir. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz, dediler, sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın"(Isra, 90) âyetinde zikredilen şeyler olduğu da söylenmiştir. Şu da ileri sürülmüştür: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara, peygamberlerini tekzib eden daha önceki ümmetlerin başına, onların köklerinin kazınması azabı geldiğini haber vermiştir. Bunun üzerine müşrikler de, (böyle bir azab varsa) onun aynısını taleb etmişlerdi.

Cenâb-ı Hak, "De ki: "Âyetler, ancak Allah'ın nezdindedir" buyurmuştur. Alimler, bu âyette geçen inde (nezd, kat.., yan) lâfzının tefsiri hususunda birkaç izah yapmışlardır. Binaenaleyh mananın, "Bu gibi âyetleri, mu'cizeleri getirmek, başkasına değil, ancak Allah'a mahsustur..." şeklinde olması muhtemeldir. Çünkü nübüvvetlere delâlet edecek mu'cizelerin şartı Allah (c.c)'dan başka hiç kimsenin, onları meydana getirmeye muktedir olamamasıdır... Yine, burada geçen inde lafzıyla, "Bu gibi mu'cizelerin meydana getirilmesinin, kâfirlerin iman etmeye yönelmelerini gerektirir mi gerektirmez mi hususunu bilme işi, ancak Allah katındadır..." manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu manaya gelen inde lâfzı, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır" (En'âm, 59) âyetindeki gibidir.

Yine bundan muradın, "Bu âyetler, her ne kadar şu anda yok iseler de, ancak ne var ki her ne zaman Allah onları meydana getirmek isterse, ihdas eder, meydana getirir..." şeklinde olması da muhtemeldir. Buna göre bu âyetler (mu'cizeler) Allah katında ve istediği zaman izhâr edeceği şeyler mesabesinde olup, sizin onları taleb etme hususunda istek ve arzuda bulunmanıza gerek yoktur. Bu manaya göre inde lâfzı, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hiçbir şey (hariç) olmamak üzere, (her şeyin) hazinesi bizim nezdimizdedir... "(Hicr, 21) âyetinde olduğu gibidir.

"Ve Mâ Yuş'irukum" Kavlinin Tefsiri

Daha sonra Allahü teâlâ "...siz farkında değil misiniz?" buyurmuştur. Ebu Ali şöyle demektedir: "Bu ifadenin başında lâfzı, istifham ifade eder. fiilinin faili, fiilin tahtında gizli olan zamiri olup, bu da 'ya râcidir.

Buna göre mana, "Onların imanını size ne bildirir?" şeklinde olur. Binaenaleyh, (ikinci) mef'ul hazfedilmiştir. Mef'ûller ise, çoğu kez hazfedilebilir. Buna göre kelamın takdiri, "size, onların imanını ne bildirir?" şeklindedir. Yani, "Bu mu'cizelerin onlara gelmesi halinde, ne biliyorsunuz, belki onlar yine iman etmeyecekler!..." demektir.

Cenâb-ı Hak, "O geldiği zaman da onların yine iman etmeyeceklerinin..." buyurmuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr, müste'nef bir cümle olmak üzere, hemzenin kesresiyle innehâ şeklinde okumuşlardır ki bu, manası vazıh bir okuyuştur. Bu takdire göre cümle, Hak teâlâ'nın, "Siz farkında değil misiniz?" ifadesinde bitmiş olur. Yani, "onlardan ne sâdır olacağını nereden bileceksiniz?" ifadesinde bitmiş olur. Daha sonraysa Cenâb-ı Hak söze yeniden başlayarak, "Muhakkak ki o âyetler geldiği zaman, onlar iman etmeyeceklerdir..." buyurmuştur. Sîbeveyh şöyle demiştir: "Bu âyetteki elif-nûn maddesinde hemzeyi fetha ile okumayı sordum ye dedim ki: Takdirin, "Onun bunu yapmayacağını nereden biliyorsun?" şeklinde olması niçin caiz olmasın?" Bunun üzerine Halîl, "Bu burada güzel olmaz; çünkü Cenâb-ı Hak, hemzenin fethasıyla demiş olsaydı, bu onlar için bir mazeret olurdu.." demiştir ki, işte Halil'in görüşü de budur. Bunu, ancak şöyle bir misalle açıklamak mümkündür: Sen bir ziyafet vermek İstesen.. Şehrin en üst düzeydeki yöneticisinin de orada hazır bulunmasını istesen, o da hazır bulunamasa.. Bu durumda sana, "Sen bizzat kendin ona gitseydin, o mutlaka hazır olurdu..." denilir. Sen de, "Ben ona kendim gitseydim, onun bulunacağını nereden biliyorsunuz?" dediğinde, işte o zaman mana, "Ben ona bizzat kendim gitseydim bile, o yine bulunmazdı..." şeklinde oturdu. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Bu âyetler geldiği zaman, onlar iman ederler" şeklinde olur ki, bu da o âyetlerin gelmesini icab ettirir. Ve böylece bu söz, o âyetleri talep etme hususunda, bir mazeret (kapısı) olur. Halbuki âyetin maksadı, onların âyetleri talep etme hususundaki delillerini reddetmektir. İşte Halil'in sözünün açıklaması budur.

Diğer kıraat imamları ise, hemzenin fethasıyla ennehâ şeklinde okumuşlardır, Bu ktraatin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Halil, "Bu âyetin başındaki (belki, muhtemelen) manasındadır.

Çünkü Araplar, "çarşıya gel, bakarsın bizim için bir şeyler satınalırsın" derler ki, buradaki enneke kelimesi lealleke manasındadır. Belki de Cenâb-ı Hak, bu tabirle "Belki de bu âyetler geldiği zaman, onlar iman etmezler., demek istemiştir" demiştir.

Vahidî, ifadesinin manasında kullanılması, Arapça'da pek çok görülen bir durumdur. Nitekim şair,

"Ey (sevgili) bana, (eli açık olduğu için), zayıflıktan Kurtubî, VII/64 ölen bir cömert; ya da, (cimrilik yaptığı halde) ebedîleşmiş bir cimri göster.... Belki ben de, sizin gördüğünüzü Kurtubî, VII/64 görüyorum..." (Yani, böyle bir şey olmadığını siz de biliyorsunuz, ben de...) demiştir. Başka biriyse, "Siz bizi sıkıştırabileceğinizi mi (zannediyorsunuz?) Belki biz, geniş meydanları veya (kurulmuş) çadırlardan kalan izleri görüyoruz..." demiştir. Adiyy İbn Hatim de, "Ey sevgili, ne bilirsin belki bu günün herhangi bir saatinde, veya yarın sabah gelebilirim" demiştir.

Vahidî de, bu şiirdeki tabirinin manasına geldiğini söylemiştir. Yine bu manada olmak üzere Keşşaf sahibi, Imriu'l-Kays'ın şu beytini de rivayet etmiştir:

"Üzerinden çok haller geçmiş olan harabeler üzerine eğilerek, belki biz, o evlere, o diyarlara ağlıyoruz; tıpkı İbn Hizam'ın ağlamış olduğu gibi, "

Keşşaf sahibi, bu izahı, Ubeyy İbn Ka'b'ın bu âyeti "Belki de bu âyetler onlara geldiğinde, onlar inanmayacaklar..." şeklinde okumasıyla te'kid etmiştir.

b) Bu kıraatte (......) lafzının zâid kabul edilmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni, secde etmekten men eden neydi?" (A'raf, 12) "Kendilerini helak ettiğimiz bir memleket (ahalisinin) dönmesi, hakikaten imkânsızdır..." (Enbiya, 95) âyetlerinde de böyledir. İşte burada da aynı şekildedir. Buna göre kelamın takdiri şöyle olur: "O âyetler geldiği zaman, onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?.." yani, "O âyetler gelse dahi, onlar iman etmezler..." demektir. Zeccâc şöyle der: "Bu açıktama zayıftır, çünkü manasız olan her şey, bütün durumlarda manasız olur. Kim bu ifadeyi hemzenin kesresiyle innehâ şeklinde okursa, bu kıraate göre, âyette bulunan lâ kelimesi, manasız ve anlamsız olmaz. Binaenaleyh, bu lafzın anlamı olmadığını söylemenin caiz olmayacağı sabit olmuş olur."

Ebu Ali el-Farisî ise, "Bir şeyin, iki takdirden birisine göre anlamsız, diğerine göre de anlamlı olması niçin caiz olmasın?.." demiştir.

Kıraat imamları, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin okunmasında da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazı kıraat imamları bu cümleyi yâ "iman etmezler" şeklinde okumuşlardır ki, en açık mana budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a... and ettiler..." tabiriyle muayyen bazı kimseler murad edilmiştir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten sonra buyurmuş olduğu, "Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik... " (En'am, 111) âyetidir. (Halbuki bütün insanlar bu nitelikte değillerdir.) Buna göre mana, "Ey mü'minler, istemiş oldukları mu'cize geldiğinde, ne biliyorsunuz, onlar belki de iman etmeyecekler!..." şeklinde olur. Binaenaleyh, en vazıh mana, bu kıraatta bulunur. Hamza ve İbn Âmir ise bu kelimeyi tâ harfiyle, lâ tü'minûn "iman etmeyeceksiniz" şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuş, gaib sığasından hitab sîigasına geçmek içindir. Tu'minûn ifadesindeki muhataplarla murad edilen, Allah'ın, iman etmeyeceklerini haber verdiği yemin eden o gaıb kimselerdir. Mücahid ve İbn Zeyd, Hak teâlâ'nın ifadesindeki hitabın, yemin eden kâfirlere ait olduğu kanaatindedirler. Mücâhid, ananın, "O âyetler geldiği zaman, iman edeceğinizi nereden biliyorsunuz?" şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu da, tâ ile (......) şeklinde okuyanların kıraatindeki anlamı kuvvetlendirir. İlk açıklamamıza göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "farkında değil misiniz?" ifadesinde hitab, yemin eden kâfirleredir. İkinci açıklamaya göreyse bu ifadedeki hitab, mü'minleredir. Bu böyledir, zira o mü'minler. müşriklerin iman etmeleri için bu mu'cizenin gelmesini temenni etmişlerdir. Bu da uygun bir izah şeklidir. Buna göre sanki mü'minlere, "siz bunu istiyorsunuz, ama onların iman edeceklerini nereden bileceksiniz?" denilmek istenmiştir.

Dördüncü Mesele

Sözün neticesi şudur: Kâfirler, Hazret-i Peygamber'den çok kuvvetli ve aşikâr mu'cizeler istemişler ve o mu'cizelerin meydana gelmesi halinde iman edeceklerine yemin etmişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Onlar her ne kadar buna yemin etseler tate. ancak ne var ki ben, bu mu'cizelerin zuhur etmesi halinde de onların iman etmeyeceklerini biliyorum!" şeklinde beyanda bulunmuştur. Durum böyle olunca, Allah'ın hikmeti onların bu isteklerini kabul etmemeyi dilemiştir.

Mu'tezile'nin Bu Âyeti Te'vili

Cübbaî ve Kâdî şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Mu'tezile görüşünün üstünlüğüyle ilgili pekçok hükme delâlet eder:

Birinci hüküm: Bu âyet, şayet Cenâb-ı Hakk'ın malumatı çerçevesinde mevcut olduğunda iman edecekleri bir lütuf bulunsaydı, Allah'ın kesinlikle o lütfü yerine getireceğine delâlet eder. Çünkü O'nun bunu yapmaması caiz olsaydı, bu cevabın bir faydası olmazdı. Zira Cenâb-ı Hak, ister iman etsinler isterse iman etmesinler, onların arzularına icabet etmediği zaman, icabet etmemenin, onların Allah katında iman etmeyeceklerine bağlanması, doğru ve muntazam bir şey olmazdı. Binaenaleyh bu âyet, Allahü teâlâ'nın, kudreti dahilinde olan bütün lütuf ve hikmetleri yapmasının, O'na vacib olduğuna delâlet eder.

İkinci hüküm: Bu söz, ancak mû'cizeleri izhar etmenin, onları iman etmeye sevketmede bir tesiri bulunduğu zaman doğru ve yerinde olur. Cebriyye'nin görüşüne göre bu bâtıldır. Çünkü onlara göre iman, ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana gelir. Ama, Cenâb-ı Hak imanı yaratmadığı zaman, iman meydana gelmez. Binaenaleyh, lütuf fiillerinin mükellefi tâatlara yönlendirmede bir tesiri bulunmaz.

Ben derim ki, Kâdî'nin söylediği bu söz, gerekli değildir. Birinci görüşüne gelince: Kâfirler, "Ey Muhammed, eğer bize bir mu'cize getirseydin, biz sana iman ederdik..." demişlerdir. Bu söz, gerçekte şu iki mukaddimeyi kapsamaktadır:

a) Sen bu mu'cizeleri getirseydin, sana inanırdık..

b) Her ne zaman durum böyle olursa, senin bize mu'cize getirmen vacibtir. Allahü teâlâ, onları birinci mukaddimedeki sözleri hususunda yalanlamış ve onlara o mu'cizeleri getirse dahi, iman etmeyeceklerini beyan buyurmuştur. Allahü teâlâ, ikinci mukaddimeye hiç değinmemiştir, ama o, gerçekte vardır, devam etmektedir.

Buna göre bir kimse şöyle diyebilir: "Farzedelim ki onlar, o mu'cizeler izhar edildiğinde iman etmeyecek olsunlar.. O halde, Allah'ın o mu'cizeleri izhar etmesi niçin vacib olmasın?" Meğer ki, bu bahisten önce, lütfetmenin Allah'a farz olduğu sabit olmuş olsun, işte o takdirde, bu matlub, bu âyetten hasıl olur. Ancak ne var ki Kâdî lütfün vücubiyyetine bu âyeti delil getirmiştir. İşte bu sebeple onun sözünün zayıf olduğu sabit olmuştur.

İkinci görüşüne gelince, ki bu O'nun, "Her şey Allah'ın yaratmasıyla olduğu zaman, bu lütuf fiillerinin o şeyde bir tesiri olmaz" şeklindeki görüşüydü. Biz deriz ki: Bir işin meydana gelmesinde müessir olan, sebep ile kulun kudretinin toplamıdır. Bu lütuf fiilinin bulunduğunu bilmek ise, sebebin cüzlerinden birisidir. İşte böylece lütuf fiilinin, bir işin meydana gelmesinde bir tesiri olmuş olur.

109 ﴿