122

"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaz bir şekilde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kâfirlerin yapmakta oldukları şeyler, kendilerine işte böyle süslü gösterildi".

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin Makabli İle Münasebeti

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette müşriklerin, Allah'ın dini hususunda mü'minlerle mücadele ettiklerini açıkla- yınca, bu âyette de hidayete ermiş mü'minin durumu ile, sapıtmış kâfirin halini anlatan bir darb-ı mesel (teşbih) yapıp, hidayete eren mü'minin, ölü iken Allah'ın dirilttiği ve faydalarını görüp gözetsin diye kendisine bir nur verdiği kimse gibi; kâfirin ise, kurtulamayacağı bir karanlığa düşmüş ve gittikçe ona batan, böylece devamlı şaşkınlık içinde olan bir kimse gibi olduğunu beyan etmiştir.

Buradaki Süsleme İşinin Faili

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirlerin yapmakta olduktan şeyler, kendilerine işte böyle süslü gösterildi" buyurmuştur. İşte bu noktada, "cebr ve kader" meselesi gelmektedir. Bu hususta (ehl-i sünnet) alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu işi süsleyen, Allahü teâlâ'dır, Bunun delili ise, daha evvel de bahsedildiği gibi şu husustur: Bir işin meydana gelmesi, bir "dâî"nin (sebebin) bulunmasına bağlıdır. "Dâî"nin bulunması da, ancak Allahü teâlâ'nın onu yaratmasıyladır. Dâî, insanın yapacağı fiilin, insan için daha faydalı ve daha güzel olduğunu bilme, öyle olduğuna inanma veya öyle olduğunu sanmadan ibarettir. Binaenaleyh bu "dâi" (insanı o fiile sevkeden şey), tezyinden (o fiili süslü göstermeden) başka bir şey değildir. Bundan dolayı o dâî'nin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğuna göre, hiç şüphesiz o fiili süslü gösteren de Allahü teâlâ olmuş olur."

Mu'tezile, ayette bahsedilen süslü gösterme işini yapanın şeytan olduğunu söylemiş ve Hasan el-Basrî'nin: "Allah'a yemin olsun ki o inkâr işini onlara süslü gösteren şeytandır" dediğini nakletmişlerdir. Bil ki bu, şu sebeplerden ötürü son derece zayıftır.

1) Bahsettiğimiz kesin delilden ötürü...

2) Âyetteki teşbihi, Cenâb-ı Hakk, müslümanın halini kâfirin halinden ayırdığını göstermek için yapmıştır. Binaenaleyh bu teşbihteki kâfirlere şeytan da dahildir. Eğer şeytanın inkâra yönelmesi, başka bir şeytan vasıtasıyla olduğu söylenir ise, sınırsız başka müzeyyinlerin (süslü gösterenlerin) olması gerekir. Aksi halde şeytanın dışında, başka bir müzeyyinin bulunması gerekir.

3) Cenâb-ı Allah, gerek daha önceki, gerek bundan sonraki ayette bu müzeyyinin sadece kendisi olduğunu açık olarak belirtmiştir. Daha önce geçmiş olan âyet, "Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler. Biz her ümmetin yaptıklarını (kendilerine) öylece hoş gösterdik" (En'âm, 108) ayetidir. Sonra gelecek olan ayet de, "Her şehir ve kasabada, oraların günahkârlarım, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük adamlar yaptık" (En'âm, 123) buyruğudur.

İkinci Mesele

Âyetteki, illi atf" ifadesindeki "meyt" kelimesini Nâfî, şeddeli olarak meyyiten şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz oyarak, meyten şeklinde okumuşlardır. Lügatçılar, şeddesiz olan "meyt" kelimesinin, şeddeli olan "meyyit" kelimesinin hafifletilmiş şekli olduğunu, şeddeli ve şeddesiz her iki şeklin de aynı manada olduğunu söylemişlerdir.

Kur'an'da Kâfirin Ölüye Benzetilmesi

Ehl-i Me'ânî (Dil bilginleri) şöyle demişlerdir: "Kâfirler, şu ayetlerde, "ölü" olarak tavsîf edilmişlerdir: "(Onlar) diri değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler" (Nahl, 21); "(Bu Kur'ân), diri olanları (tehlikelerden) haberdar etmek ve kâfirlere (o azab) sözü hak olsun içindir" (Yasin, 70); "Şüphesiz sen (Ey Muhammed), ölülere duyuramazsın" (Neml, 80); "Kör ile gören bir olmaz" (Fâtır, 19) ve Dirilerle ölüler bir olmaz"(Fâtır, 22). Binaenaleyh küfür bir nevi ölüm, kâfirler de "ölüler" kabul edilince, hidayet bir nevî hayat, hidayete erenler de "diri kimseler" kabul edilmiştir. Küfür (inkâr), bir nevi ölüm kabul edilmiştir. Çünkü o bir cehalet (bilgisizlik)tir ve cehalet şaşkınlık ile durmayı gerektirir. Bundan dolayı küfür, hareketsiz kalmayı gerektiren bir ölüm gibi olmuş olur. Ölen kimse de tıpkı bunun gibi, herhangibir şeye ulaşıp onu elde edemez. Cahil de, bir çeşit ölü gibidir. Hidayet ise, bir ilim ve basirettir. İlim ve basiret, kurtuluşa erme ve rüşd sebebidir.

Nur İle Hayat Arasındaki Fark

"Ona, insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz" ifadesi (......) kelimesine atıftır. Binaenaleyh bu "nûr"un, o hayattan (diriltmeden) başka bir şey olması gerekir. Bunun ne olduğunun bilgisi Allah katında olmakla birlikte, aklıma gelen şudur: Ma'rifet (bilgi) bakımından, insan ruhları dört mertebededirler;

Birinci mertebe, o ruhların bu bilgileri almaya hazır durumda bulunmalarıdır. Bu aslî hazır oluş, ruhtan ruha değişir. Bundan dolayı bazı ruhlar, çoğu kez kâmil, kuvvetli ve şerefli bir kabiliyet sahibi olurlar. Bazı ruhlarda da ekseriya bu kabiliyet zayıf ve az olur, böyle bir ruhu taşıyan kimse, ahmak ve aklı kıt olur.

İkinci mertebe, "akıl" denilen, küllî ve ilk bilgiler kendisinde mevcut olan ruhlardır.

Üçüncü mertebe, insanın, o bedihî şeyleri terkîb (sentez) edip, bu sentezleri ile de birtakım bilinmeyen bilgileri kesbî olarak elde etmesidir. Ancak o bedihî bilgiler, çoğu kez mevcut olmazlar. Fakat sahibi kendilerine başvurup, zihninde hazır olanları biraraya getirmek istediği zaman, bunu yapabileceği bir durumda bulunurlar.

Dördüncü mertebe, o kutsî ma'rifetlerin ve ruhanî cilaların bilfiil ruhta mevcut olmasıdır. Böylece o ruhun cevheri, bu bilgilerle aydınlanmış ve ziyalanmış olur, kendisinde onların bulunması ile mükemmelieşmiş olur.

Bunu iyice anladığın zaman diyoruz ki: Birinci mertebe -ki bu, ruhta sadece o bilgileri alma kabiliyetinin bulunmasıdır, - âyette "mevt" (ölüm) olarak adlandırılmıştır. İkinci mertebe -ki bu da, ruhta bedîhî ve küliî ilimlerin mevcut olmasıdır- âyette buna, "kendisini dirilttik" ifadesi ile işaret edilmiştir.

Üçüncü mertebe, ki bu bedîhî bilgilerin tahlil ve terkibini (analiz ve sentezini) yaparak insanın daha önce bilmediği birtakım nazarî (teorik) bilgileri elde etmesidir, ayetteki "Ona bir nur verdik" ifadesi ile buna işaret edilmiştir. Dördüncü mertebe, -ki bu, insan ruhunun, o kutsi cilaları ve marifetleri biraraya getirip, onlar üzerinde düşünmesidir.- Allahü teâlâ ayette buna da, "insanların arasında (kendisi ile) yürüyeceği..." ifadesi ile işaret etmiştir. İşte bu mertebeler ruhta mevcut olunca, ruhun saadet derecesi tam ve mükemmel olur.

Şöyle de denebilir: "Hayat", ruh cevheri ile birlikte bulunan bir kabiliyetten, "nûr" ise, vahiy ve Tenzîl (Kur'ân) nurunun o kabiliyetle birleşmesinden ibarettir. Görmek için, mutlaka şu iki şeyin bulunması şarttır.

a) Görme duyusunun (gözün) sağlıklı olması,

b) Güneşin doğması, yani ışığın bulunması.. Basîret de işte bunun gibidir. Onda da mutlaka şu iki şartın bulunması gerekir:

a) Akıl hassasının (düşünme kabiliyetinin) sağlıklı olması....

b) Vahiy ve Tenzil nurunun doğması... İşte bundan dolayı müfessirler, "Âyette geçen "nûr" ile, Kur'ân-ı Kerim kastedilmiştir" demişlerdir. Bazı alimler bunun "din nuru", bazıları da "hikmet nuru" olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşlerin hepsi, birbirine yakın şeylerdir. Doğrusu, bizim söylediğimizdir.

Kâfirin durumu ayette, "İçinden çıkamaz bir şekilde karanlıklarda kalan kişi gibi mi?" ifadesi ile anlatılmıştır. Âyetteki, 'içinden çıkamaz" ifadesinde şu şekilde aklî bir incelik vardır: Bir şey devamlı olarak başka bir şeyle birlikte bulunursa, o onun kendisi ve ondan ayrılmayan bir sıfatı gibi olur. Binaenaleyh kâfir devamlı cehalet ve kötü ahlâk karanlıkları içinde olursa, o karanlıklar, sanki kendisinden uzaklaştırılamayan zatı ve ayrılmaz sıfatları gibi olur. Bu hale düşmekten Allah'a sığınırız. Hem sonra karanlıklar içerisinde kalan kimse, faydasına olan herhangi bir şeye ulaşamaksızın, şaşakalır. Böylece de o kimseye korku, feryâd, acziyyet ve orada kala kalma hakim olmuş olur.

Ölü İken Diriltilenin Kim Olduğu?

Alimler, ayette geçen bu iki darb-ı meselin, iki muayyen kimseye mi tahsis edilmiş, yoksa het mü'min ve kâ- fir hakkında umûm, âmm olan birer mesel mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, belirli iki kimseye tahsis edilmiştir. Bu hususta da, şu rivayetler varid olmuştur:

Âyetten Hazret-i Hamza(radıyallahü anh)'nın Kastedilmesi

Birinci rivayet: İbn Abbas şöyle demektedir: "Henüz Hazret-i Hamza'nın iman etmemiş olduğu bir sırada, Ebu Cehil Hazret-i Peygamber'e bir deve tersi, (kığısı) atar.. Derken Hazret-i Hamza, yayı elinde olarak avdan döndüğü bir sırada bunu duyar. Bunun üzerine Ebu Cehil'e yönetir ve yayıyla onu sıkıştırarak başına vurmaya başlar. Derken Ebu Cehil ona, "O'nun getirdiği şeyi görmüyor musun? Akıllarımızı hiçe çıkardı; ilahlarımıza sövdü.tenkid etti!" dedi.Bu söze karşılık Hamza, "Siz insanların en beyinsizisiniz; Allah'ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şehadet ederim ki, eşi benzeri olmayan, bir olan Allah'tan başka bir ilah yoktur!. Yine şehadet edirim ki, Hazret-i Muhammed O'nun kulu ve elçisidir" dedi. İşte bu hadise üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu."

Âyetten Hazret-i Peygamber'in Kastedilmesi

İkinci rivayet: Mukâtil şöyle demektedir: "Bu âyet, Hazret-i Peygamber ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Ebu Cehil, "Şerefte Abd-i Menâf oğul lan bizi sıkıştırdı; öyle ki biz, aynı gaye uğruna yarışan iki kimse gibi olduk.. Abd-i Menafoğulları, "Bizden, kendisine vahyolunan bir nebî çıktı!" diyorlar. Allah'a yemin olsun ki, ona gelen vahiy bize de gelmediği sürece, biz ona inanmayız" der. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur."

Âyetten Daha Başka Sahabilerin Maksud Olması

Üçüncü rivayet: İkrime ve Kelbî, bu ayetin Ammar İbn Yasir ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Dördüncü rivayet: Dahhâk, bu âyetin Ömer İbn el-Hattâb ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

İkinci görüş: Bu âyet, bütün mü'min ve kâfirler hakkında geçerli olan genel bir ayettir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü bu mana herkes hakkında söz konusu olduğuna göre, bunu tahsis etmek, işi anlamsız biçimde zora koşmak olur. Hem biz, bu sûrenin tek bir defada nazil olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah'ın, bu umûm olan ayetten maksadı, bizzat falancadır..." demiş olması durumu müstesna, bu ayetin nüzul sebebinin falan... falanca muayyen şeyler olduğunu söylemek zordur.

İmanı ve Küfrü Yaratan Allah'dır

İşte bu âyet de, küfrü ve imanı Allah'ın yarattığına delâlet eden en güçlü delillerden birisidir. Çünkü, Allah'ın "... ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve ona insanların arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz..." buyruğunun, bilgiden ve hidayetten bir kinaye olduğunu beyan etmiştik. İşte bu da, bütün bu işlerin ancak Allahü teâlâ'dan olduğuna ve ancak O'nun izniyle meydana geldiğine delâlet eder. Aklî deliller de bunun doğruluğuna muvafıktırlar. Bu delillerden birisi de, yukarıda da özetlediğimiz gibi, "dâî (sebep, faktör)" delilidir. Yine hiçbir insan, kendisi için cehalet ve küfrü tercih etmez., insanın, kendisini cahil ve kâfir yapmayı tercih etmesi imkânsızdır. Binaenaleyh insan, iman ve marifeti elde etmeye yönelir de bunu elde edemez. Ancak, bunun zıddı olan küfür ve cehalet meydana gelirse, biz bunun başkasının icad etmesiyle meydana geldiğini anlarız.

Buna göre şayet onlar (Mu'tezile). "O, bu küfrü ve cehaleti, cehaletin bir ilim olduğuna inandığı için tercih etmiştir" derlerse, biz deriz ki:

Bu sözün neticesi, "O, bu cehaleti, ondan önce bulunan bir cehaletten dolayı tercih etmiştir" demeye varır. Binaenaleyh, eğer söz, sonraki hakkında olduğu gibi, önceki hakkında da aynen olursa, o zaman bu iş sonsuza doğru gider. Aksi halde (bu olmayacağına göre), kulda bulunan fakat kendi icadıyla meydana gelmeyen bir cehalette son bulması gerekir ki, varmak istediğimiz netice de budur.

122 ﴿