2

"Elif, lam, mim, sâd. Bu insanları uyarman ve mü'minler için öğüt olmak üzere sana indirilen bir kitabdır. Artık bundan ötürü gönlüne bir darlık gelmesin".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hurûf-u Mukattaanın Tefsiri Meselesi

İbn Abbas, harfleri hakkında; "Ben Allah, iyiden iyiye açıklıyorum" manasını vermistir. Yine ondan, "Ben Allah, biliyor ve iyiden iyiye açıklıyorum..." tefsiri de rivayet edilmiştir.

Vahidî şöyle demiştir: "Bu tefsire göre, bu harfler (Huruf-u Mukatta'a), cümle yerinde gelmiş ve bulunmuşlar demektir. Cümlelerin ise, sadece mübteda ve "haber olduklarında irâbdan mahalleri bulunmaz. Buna göre, ifadesi, râbda mahalli olmayan bir cümle olur. Buna göre "ene" mübteda, Allahu lafz-ı celâli haber ve e'lemu lafzı da ikinci haberdir manası, şeklinde olunca, onun irabı da, tefsiri olan ifadenin irabı gibi olur."

Süddî ise, sözünün manası, bizim, Allah'ın isimleri hakkında, "O, musavvir'dir" şeklindeki sözümüz gibidir" demiştir.

Kâdî şöyle demiştir: "Bu lafzın, "Ben Allah, iyiden iyiye açıklıyorum" şeklindeki sözümüzün manasında olması, "ben Allah ıslah ediyorum; Ben Allah, imtihan ederim; ben Allah, melikim" şeklindeki sözlerimiz manasında olmasından daha evlâ değildir. Çünkü eğer itibar sâd harfine ise, bu harf "Ben Allah, ıslah ederim" ifadesinde de vardır. Yok eğer mîm harfine itibar ediliyor ise bu harf, "ilim" kelimesinde bulunduğu gibi, "melik" ve "imtihan" kelimelerinde de vardır. Binaenaleyh şu manadadır" dememiz, sırf bir delilsiz iddia olur. Yine eğer bu lafızlar,

Arapçada herhangi bir mana için konulmamış olduğu halde, kendilerinde bulunan harflere binaen tefsir edilecek olursa, o zaman Kur'ân lafızlarını aynı yolla tefsir etmek için "bâtinîlik" yolu açılmış olur. Bazı alimlerin, "Bunlar Allah'ın birer ismidir. Çünkü bunları Allah'ın isimleri saymak, meleklerden veya peygamberlerden bazılarının ismi kılmaktan daha evla değildir. Çünkü isim vaz' ve ıstılah vasıtasıyla ancak müsemmanın ismi olur. Bu ise burada mevcut değildir. Aksine gerçek olan, Hak teâlâ'nın "elif-lâm-mîm-sâd" ifadesi, bu surenin lakab ismidir. Lakab isimler ise, ad oldukları şeylerde herhangi bir mana ifade etmezler; aksine onlar birtakım işaretler yerine geçerler. Tıpkı bizden birisinin bir çocuğu olduğunda ona "Muhammed" adını koyması gibi, Cenâb-ı Hak da bu sureyi, "Elif-lâm-mîm-sâd" ile adlandırmış olabilir."

Kur'ân'ın Peygamberin Malı Olmayışının İzahı

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Hak teâlâ'nın "Elif-lâm-mîm-sâd" sözü mübteda, "kitabun" kelimesi haber, ifadesi de, haberin sıfatıdır. Yani, "Elif-lâm-mîm-sâd" diye adlandırılan bu sûre, sana indirilen bir kitabtır" demek olur.

İmdi şayet, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna delalet eden delil, Allahü teâlâ'nın Kur'ân'ı sadece O'na indirmesidir. Bunun böyle olduğunu bilemediğimiz sürece, O'nun nübüvvetini bilmemiz mümkün olmaz. O'nun nübüvvetini bilemediğimiz müddetçe de onun sözünü delil getirmemiz mümkün olmaz. Dolayısiyle, bu surenin, Allah katından o peygambere indirilmiş olduğunu, o peygamberin sözüyle isbat edersek, bir devr-i fasid lâzım gelir" denilir ise, biz deriz ki: "Biz sadece akıl ile de, bu surenin o peygambere Allah katından indirilen bir kitap olduğunu bilebiliriz. Bunun delili ise şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir hocanın talebesi olmamış, hiçbir öğretmenden ders almamış, herhangi bir kitabt mütâlâada bulunmamış ve alimler, şairler ve tarihçilerle de temas kurmamıştır. O'nun ömrünün kırk yılı bu şekilde geçmiştir ve o bu gibi şeylerle hiç karşılaşmamıştır. Kırk yıldan sonra evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini kapsayan bu kitab-ı azîz O'na zuhur etmiştir. Bunun ancak Allah katından geten bir vahiy yoluyla olacağına akıl da açıkça şahadet eder. Böylece bu akli delil ile de "elîf - lâm - mîm - sâd"ın, Rabbisi ve Allah'ı katından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmiş bir kitap olduğu meydana çıkar."

Kur'ân Hakkında "İndirme, Nüzul" Tabirinin Delâleti

Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenler, Hak teâlâ'nın, "Sana indirilen bir kitab" ifadesine tutunarak, şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, o kitabı "indirilmiş bir kitap" diye tavsif etmiştir. Halbuki indirme, bir yerden bir yere geçmeyi gerektirir. Bu ise kadîm olana uygun düşmez. O halde bu, onun muhdes olduğuna delalet eder."

Cevap: Mecazî olarak, inzal ve tenzîl (toptan ve parça parça indirme) ile tavsîf edilenler, bu harflerdir. Halbuki bunların muhdes ve mahluk olduklarında bir niza, bir münakaşa yoktur. Allah en iyi bilendir.

İmdi, şayet "farzet ki bundan maksad harflerdir, ancak ne var ki harfler, ardarda sıralanmış olmaları delili ile, arazdırlar, bakî değildirler, onların ardarda sıralanmaları, onların bakî olmadıklarını ihsas eder. Durum böyle olunca da, iki zaman devam etmeyen arazın nuzûl (inme) ile tavsîf edilmiş olması nasıl düşünülebilir" denirse, buna şöyle cevap verilir:

"Allahü teâlâ, bu rakam ve şekiller, Levh-i Mahfuzda var etmiştir. Sonra melek (Cebrail), o rakam ve şekilleri mütâlâa etmiş, onları gökten yere indirmiş ve o harflerle kelimeleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e öğretmiştir. O halde o harflerin "inmesinden murad, tebliğ edenin, onları gökten yere indirmesi olmuş olur.

"İndirme" Tabirinden Cihet ve Mekan Fikri Çıkarılamaz

Allah'ın bir mekânı olduğunu söyleyenler, bu âyette tutunarak şöyle demişlerdir: Min edatı, ibtida-i gaye (mesâfenin başlangıcı), ilâ edatı ise, intihâ-i gaye (mesafenin sonu) manasını ifade ederler. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana indirilen" tabiri, başlangıcı Allah, nihayeti de Hazret-i Muhammed olan bir mesafenin bulunmasını gerektirir. Bu da, Allahü teâlâ'nın yukarıda (gökte) olduğuna delâlet eder. Çünkü "inme", yukarıdan aşağt intikal etmek, bir yerden öbürüne geçmek demektir?"

Buna şu şekilde cevap verilir: Allahhakkında mekan ve cihetin imkânsız olduğu, kesin deliflerle sabit olunca, bunu bahsettiğimiz manaya hamletmek gerekir ki, bu da vahiy meleğinin onu yukarıdan aşağıya intikal ettirmesidir.

Harec ve İnzar'ın İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık bundan dolayı gönlünde bir darlık olmasın..." buyurmuştur. Bu ifadede geçen "harec" kelimesinin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) "Harec", darlık ve zorluk demektir. Buna göre âyetin manası, "Onların seni tebliğin hususunda tekzîb etmeleri sebebi ile göğsün daralmasın" şeklindedir.

b) Göğsünde bundan ötürü bir şekk bulunmasın. Bu, Hak teâlâ'nın, "Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen..." (Yunus, 94) âyeti gibidir. Şekk ve şüphe "harec" diye adlandırılmıştır. Çünkü tıpkı yakînen inanan kimsenin göğsünün geniş ve kalbinin ferah olması gibi, şüphe eden kimsenin de, göğsü dar ve kalbi rahatsız olur.

Bundan sonraki "Onunla inzar etmen için..."buyruğunun başındaki lamın neye taalluk ettiği hususunda üç görüş ileri sürülmüştür:

a) Ferrâ şöyle demiştir: "İfadede bir takdim ve te'hirin yapılması şartıyla, bu lâm, âyetteki "Sana indirildi" fiiline taalluk eder. Buna göre âyetteki takdirî sıra, "Bu, kendisi ile inzar etmen için sana indirilen bir kitaptır. O halde bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın" şeklindedir.

Buna göre şayet, "Bu takdim ve te'hirin ne faydası var?" denilir ise, biz deriz ki: İnzar ve tebliye yönelmek, ancak göğüsten sıkıntı kaybolduğunda tam ve mükemmel olur. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak o peygambere, önce kalbindeki sıkıntıyı atmasını, daha sonra inzar ve tebliğde bulunmasını emretmiştir.

b) İbnü'l-Enbârî, bu "lâm"ın, key (için) manasına geldiğini, âyetin takdirinin, "Başkalarını inzar edebilmek için, kalbinde bir şekk ve şüphe olmasın" şeklinde olduğunu söylemiştir.

c) "en-Nazm" sahibi (müellifi), buradaki lâm"ın, "en" manasına geldiğini ve kelamın takdirinin, "O kitapla uyarmadan ötürü göğsün daralmasın ve bu hususta zayıflık gösterme" şeklinde olduğunu; Arapların bu "lâm"ı "en" yerinde kullandıklarını; nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, bir âyetinde... "(Allah'ın nurunu ağızlarıyla) söndürmek istiyorlar"(Tevbe, 32) dediğini; bir başka âyetinde ise, "(Allah'ın nurunu ağızları ile) söndürmeyi istiyorlar" (Saff, 8) buyurduğunu, her ikisinin de aynı manaya geldiğini söylemiştir.

Ayetin takdiri şöyledir: "Şüphesiz bu, Allah'ın sana indirdiği bir kitaptır. Sen, bunun Allah'ın sana indirdiği bir kitap olduğunu bildiğine göre, Allah'ın inayet ve yardımının seninle olduğunu da bil. Sen bunun böyle olduğunu bildiysen, kalbinde bir sıkıntı olmasın. Çünkü koruyucusu ve yardımcısı Allah olan herkes, hiç kimseden korkmaz. Kalbinden korku ve sıkıntı gittiğinde, kahraman insanların yaptığı gibi, inzar, tebliğ ve va'z-u nasihat ile meşgul ol ve hakdan sapmış, batıllara saplanmış kimselerden hiçbirine aldırma."

Öğüt (Zikrâ) Hakkında İzah

Bundan sonra, "Mü'mintere de bir öğüt olmak üzere..." buyurulmuştur. Ibn Abbas, "Cenâb-ı Hak, bu tabir ile mü'mintere yapılan vâz-u nasihatları kastetmiştir" derken, Zeccâc, bu kelimenin, masdar yerine kullanılan bir isim olduğunu söylemiştir. Leys de, "zikra"nm, "tezkire" (hatırlatma) işinin ismi olduğunu belirtmiştir.

Bu kelimenin i'rabtaki yeri hususunda da şu izahlar yapılmıştır: Ferrâ "bu tabirin "Onunla inzar edesin ve onunla vâ'zu nasihatta bulunasın diye..." manasında olmak üzere, mahallen mansub olması caiz olduğu gibi, âyetteki (......) kelimesi üzerine atfedilerek, "Bu, hak bir kitap ve bir vâ'z-u nasihattir" şeklinde olarak, mahallen merlu olmasının da caiz olacağını, yine bunun (Bu, bir vâ'z-u nasihattir) takdirinde merfu olabileceğini ve mahallen mecrur da olabileceğini, çünkü (......) ifadesinin yi takdirinde olduğunu, bunun ise mahallen mecrur olduğunu, çünkü manasının, "İnzar ve vâ'z-u nasihat için" şeklinde olduğunu" söylemiştir.

İmdi şayet, "Bu vâ'z-u nasihatin niçin sadece mü'minler için olduğu söylenmiştir?" denilirse, deriz ki: Bu, Hak teâlâ'nın, "(Kur'ân) müttakiter için bir hidâyet (rehberi)dir..." (Bakara, 2) âyetinin benzen bir ifadedir.

Bu hususta yapılacak aklî muhakeme şöyledir: Beşerî ruhlar ikiye ayrılır:

a) Ahmak, cahil, gayb aleminden uzak, maddî lezzetleri ve bedenî arzularını taleb etmeye düşkün ruhlar...

b) İlahî nurlarla aydınlanmış, ruhanî hadiselere müsait ve kabiliyetli, şerefli ruhlar... O halde, nebî ve peygamberlerin birinci kısım ruhlar için gönderilmiş olmaları bir inzâr ve korkutmak içindir. Çünkü onlar, gaflet ve cehalet uykusu ve dalgınlığına iyice gömülüp batınca, onlar kendilerini uyaran bir uyarıcıya ve kendilerinin dikkatini hakka ve hakikate yönelten bir dikkat çekiciye muhtaç olmuşlardır... Ama ikinci kısımdakiler hakkındaysa bu, bir vâ'z u nasihat ve tenbihatta oulunmak içindir. Zira, böylesi ruhlar, kendi aslî cevherleri gereği, kudsî âleme cezbolunmaya ve samediyyetin huzuru ile birleşmeye müsait ve kabiliyetlidirler. Ancak ne var ki, bazan bu ruhları, maddî alemin bazı şeyleri bürür de, böylece bu ruhlara bir tür gaflet ve dalgınlık ârız olur... Bu ruhlar, peygamberlerin davetini duyup ve Allah'ın elçilerinin ruhlarının nurları da o ruhlarla bir araya gelip onlarla beraber olunca, o zaman o ruhlar kendi kaynaklarını hatırlar ve kendi menşe'lerini görmüş olurlar; böylece de, o ruhlar, orada bulunan rahatlık, huzur ve saadete arzu ve iştiyak duyarlar... Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın birinci kısım hakkında bir inzâr; ikinciler hakkında da bir zikir olsun diye bu kitabı, peygamberi Hazret-i Muhammed'e indirdiği sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Âyetin, Önceki Kısımla Münasebeti

2 ﴿