17

Allah da, "Sen mühlet verilenlerdensin" buyurdu. (İblis), "Öyleyse madem sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeple, andolsun ki onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra andolsun onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükreden bulamayacaksın".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Müflis'in Mühlet İstemesi

Ayetteki, "(İblis) dedi ki: "Bana (halkın) diritip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver"sözü, İblis'in Allahü teâlâ'dan, ölümden sonra dirilme (ba's) vaktine kadar, yani insanların, alemin Rabbi Allah'ın huzurunda toplanacakları zaman demek olan sûra ikinci üfleniş vaktine kadar mühlet vermesini istediğine delâlet eder. İblis'in bu isteğindeki gayesi, ötümü tadmamaktır. Binaenaleyh Allahü teâlâ ona bu vakte kadar mühlet vermemiş, aksine "Sen mühlet verilenlerdensin" buyurmuştur.

Bu âyetle ilgili şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Allahü teâlâ o İblis'e birinci "nefhâ"ya (sûr'a ilk üfleneceği zamana) kadar mühlet vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ bir başka âyette, "Sen, (bence) malum olan zamanın bir gününe kadar, mühlet verilenlerdensin" (Sâd, 80-81) buyurmuştur. Bundan murad, ise kendisinde bütün canlıların öldüğü gündür.

b) Allah o İblis'e bir zaman belirlememiş ve "Sen mühlet verilenlerdensin" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın, "(Bence) malum olan zamanın bir gününe kadar..." (Sâd, 81) buyruğundan maksad ise, Allahü teâlâ'nın ilmince malum olan bir vakittir.

Bu görüşte olanlar daha sonra şöyle derler: "Bu görüşün doğruluğunun delili şudur: İblis mükelleftir. Mükellef olanın ise, Allahü teâlâ'nın onun ecelini falanca vakte kadar tehir ettiğini bilmesi caiz değildir. Çünkü mükellef, ne zaman tevbe etse, tevbesinin kabul olacağını bilir. Binaenaleyh mükellef, öleceği vaktin falanca zaman olduğunu bildiğinde içinden gelerek, rahatlıkla isyana yönelir. Öleceği zaman yaklaştığında ise, günahlarından tevbe eder. Binaenaleyh bir kimseye öleceği zamanı bildirmenin, onu kabîh (kötü) fiiller işlemeye teşvik etme yerine geçeceği sabit olmuş olur ki, bu Allah hakkında düşünülemez."

Birinci görüştekiler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Allahü teâlâ'nın o İblis'e, Kıyamete kadar mühlet verilenlerden olduğunu bildirmesi, onu kötü işleri yapmaya teşvik manasına gelmez. Çünkü Allahü teâlâ. ona öleceği zamanı ister bildirsin ister bildirmesin, onun küfrün ve fıskın en adisi üzerine öleceğini bilir. Binaenaleyh ona bunu bildirmesi, onu kötü şeyleri işlemeye teşvik olmaz. Bunun misali şudur: Allahü teâlâ peygamberlerine, kendilerinin temizlik ve "ismet" sıfatları üzere öleceklerini bildirmiştir. Hak teâlâ onlara bunu bildirse de, bildirmese de, o peygamberlerin temiz olarak ve "İsmet" sıfatı üzere öleceklerini bildiği için, bu onların dinen kabîh (çirkin) olan şeyleri yapmalarına teşvik etme manasına gelmez. Binaenaleyh onların durumları, bu bildirme sebebi ile değişmediğine göre, hiç şüphe yok ki bu bildirme işi, dinen kabîh olan şeyleri yapmaya teşvik olmaz. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir.

Şeytanın Gâh Mutezili, Gah Hârici Olması

İblis'in "Senin beni dalâlete düşürmene mukabil ben de..." sözü, kendisinin yoldan çıkarılışını Allah'a izafe ettiğini gösterir. Halbuki onun, bir başka âyetteki "Senin izzetine yemin ederim ki, ben de muhakkak onların hepsini azdıracağım". (Sâd, 83) şeklindeki ifadesi, kulları yoldan çıkarıp azdırma işini, kendisine izafe ettiğini gösterir. Binaenaleyh birincisi İblis'in "Cebriye" görüşünde, ikinci ifadesi ise "Kaderiyye" (Mu'tezile) görüşünde olduğuna delalet eder. Bunlar onun bu meselede bir şaşkınlık içinde olduğunu gösterir. Yahut da şöyle denilebilir: O İblis, azdırma işinin, ancak iğvâ eden (azdırıp yoldan çıkaran) birisinin bulunmasıyla olacağına inanıyordu. Böylece İblis kendisini, azanlardan bir başkasını azdırıcı kabul etmiş olur. Sonra İblis, teselsülü sona erdirmek için, kendisini saptırıp azdıranın Allahü teâlâ olduğunu iddia etmiştir.

İğva'nın Manası

Alimler bu "iğva" kelimesinin manası hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak biz ehl-i sünnet alimleri, "iğva" kalbe "gayy"i sokmaktır. Gayy ise yanlış inanç demektir" demişlerdir. Bu da o İblisin, hak ile bâtılın, kalbine Allah tarafından sokulduğuna inandığını gösterir.Mu'tezile'ye gelince, onların bu meselede iki izahları vardır:

a) Onlar "gayy"ı bizim anlattığımız şekilde tefsir ederler.

b) Onlar bu hususta, diğer birtakım izahlar da yaparlar.

1) Onların bu hususta ileri sürdükleri birçok sebep vardır:

Birincisi: Onlar, "Bu, İblis'in sözüdür. Farzet ki İblis, "gayy"ın, küfrün ve cehlin yaratıcısının Allah olduğuna inanıyordu. Fakat onun sözü bir hüccet değildir" derler.

İkincisi: Onlar, "Allahü teâlâ (İblis'e), Hazret-i Adem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e secde etmesini emredince, onun (içindeki) azgınlık ve küfür ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı, bu azgınlığın, işte bu manada (ortaya çıkartılması manasında) Allah'a izafe edilmesi caiz olmuş olur. Nitekim birisi, bazan "Beni, seni dövmeye zorlama" yani "meydana geldiğinde seni döveceğim şeyi yapma" der" derler.

Üçüncüsü: İblis, "Madem sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeple, andobun ki onları (saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım" demiştir. Bu, "sen bana Âdem yüzünden lanet ettin. İşte bundan dolayı ben, bu düşmanlık sebebi ile, o insanların kalblerine vesveseler atacağım" demektir.

Dördüncüsü: Onun, "Madem sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebepte., , "sözü, "Sen yaptığım işe bir ceza olarak cennetinden mahrum ettiğin için, ben de bu sebeple andolsun ki onları (saptırmak) için, senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım" manasındadır.

2) "İğva", helak etme manasındadır. Hak teâlâ'nın. "İşte bunlar "gayy, yani helake ve veyl vadisine uğratılacaklardır" (Meryem, 60) âyeti de bu manadadır. Arapların, deve yavrusu çok süt emip, bundan dolayı ishal olup ölecek hale gelince demeleri de bundandır. Mu'tezile, Hak teâlâ'nın, "Allah eğer sizi iğva etmek isterse..." (Hud, 34) âyetini, "Eğer Allah sizi, inadınız yüzünden hetak etmek isterse..." şeklinde tefsir etmişlerdir. İşte, bu hususta Mu'tezile'nin yapmış olduğu bütün izahlar bunlardan ibarettir.

Bil ki biz bu âyetteki "iğva"dan muradın, "saptırma-azdırma" manası olduğunu söylerken mübalağa etmiyoruz. Çünkü bunun neticesi, bu sözün İblis'e ait olduğuna ve onun sözünün bir delil olamayacağı hususuna varır.

Ancak biz, İblis'i saptıranın Allahü teâlâ olduğuna dair kesin aklî deliller getirebiliriz: Çünkü tıpkı her hareket edeni bir hareket ettiren, duranı mutlaka onu durduran birisinin ve hidâyet edeni bir hidâyet eden bulunduğu gibi, azıp sapanın da mutlaka bir azdırıp-saptıranı vardır. Binaenaleyh İblis azmış olunca, mutlaka onu azdırmış olan birisinin bulunması gerekir. Onu azdıran da ya kendisi, yahut bir başka yaratık, yahut da Allahü teâlâ'dır. Birincisi bâtıldır, Çünkü aklı olan, bir azıp-sapma olduğunu bile bile, azmayı-sapmayı tercih etmez, ikinci ihtimal de batıldır. Aksi halde bundan dolayı ya teselsül, ya devr-i fasit lâzım gelir. Üçüncü ihtimal ise, zaten ulaşmak istediğimiz neticedir.

Sözünün Muhtemel Manası

Hak teâlâ'nın İblis'ten naklettiği ifadesindeki "bâ" harfi ile ilgili birkaç izah yapılmıştır:

a) Bâ harf-i cerri, yemin ifade eden "bâ"dır. Yani. "Senin beni azgınlığa mahkum etmene yemin olsun ki, onları (saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım" demektir. Bu da şu manaya gelir: "Senin, üzerimdeki kudretin ve bana hükümran oluşu hakkı için. ki ben onları saptırmak maksadıyla, bâtılları ve günah kazandıran şeyleri süslü göstermek için, kendilerini cennete götüren o dosdoğru yola oturacağım." Bâ, kasem (yemin) için olunca, (......) kelimesinin başındaki lâm da, kasemin cevabı olur. Mâ te'vil-i masdar için olan mâ; ağveytenî ifadesi de onun sılası olur.

b) Ayetteki, (......) ifadesi, "Sen beni azgınlığa mahkum ettiğin için..." manasındadır. Bundan murad şudur: "Sen beni azdırıp saptırdığın için, ben de o (insanları) azdırıp saptırmak üzere gayret göstereceğim."

c) Bazıları, bu ifadedeki mâ edatının istifham için olduğunu, buna göre sanki Iblis'in "hangi şey sebebi ile beni azdırdın?" dediğini; daha sonra da, söze yeniden başlayarak iblis'in "Andolsun ki onları (saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım" dediğini söylemişlerdir. Buna göre şöyle bir problem ortaya çıkar: Harf-i cerr, istifham için olan mâ edatına dahil olduğunda, elifin kalması nadirdir.

Dördüncü Mesele

Nahivciler ' "Andolsun ki onlan saptırmak için, sana doğru varan yol üzerinde pusu kuracağım"sözünde mahzuf biralâ harf-i ceninin bulunduğu ve takdirinin ' "Senin doğru yolun üzerine" şeklinde olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Zeccâc, bunun bir benzerinin "Zeyd, sırta ve karna vurdu" sözü olduğunu ve bu sözün "Sırt ve karın üzerine..." manasında olduğunu, âyetteki ifadeden "alâ" harf-i ceninin hazf edilmesinin caiz olduğunu, çünkü "sırat" (yol) kelimesinin, mana bakımından zarf olduğunu, binaenaleyh "Yarın yahut yarınki günde sana geleceğim" sözü kabilinden başına harf-i cerr gelip gelmemede yevm ve leyl kelimeleri durumunda olduğunu söylemiştir.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Ayetteki, "Andolsun ki onları saptırmak için sana doğru varan yol üzerinde pusu kuracağım" ifadesi ile ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Bundan murad, İblis'in ifsadına devam edeceği ve bundan bir an olsun vazgeçmeyeceğidir. İşte bu manadan ötürü İblis, "oturma" tabirini kullanmıştır. Çünkü bir işi iyice tamamlamak isteyen kimse, o işi bitirinceye kadar, başında oturur. Böylece onun maksadını tamamlaması mümkün olmuş olur. iblis'in ifsadına devam etmesi ise, aralıksız vesvese vermesidir.

İkinci bahis: Bu âyet, İblis'in hak dini ve dosdoğru yolu bildiğini gösterir. Çünkü O, "Andolsun ki onlan saptırmak için sana doğru varan yolda oturacağım" demiştir. Allah'ın doğru yolu, O'nun hak dinidir.

Üçüncü bahis: Ayet, İblis'in üzerinde olduğu inanç ve yolun, sırf sapıklık ve azgınlık olduğunu bildiğine delalet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı, ""madem sen beni azgınlığa mahkum ettin..." demezdi. Hem sonra o hak dini biliyordu. Eğer bunu bilmiyor olsaydı, "Sana doğru varan yolda oturacağım (pusu kuracağım)" demezdi.

Sual: Tuttuğu Yolun Sapık Olduğunu Bilen İblis, Niçin Onda Sebat Ediyor?

Bunun böyle olduğu sabit olunca, "Iblis'in, bir sapıklık ve azgınlık olduğunu, hak dine zıt ve sırat-ı müstakime ters düştüğünü bile bile, böyle bir inanca razı olmuş olduğu nasıl düşünülebilir? Çünkü kişi, zann-ı galibine göre, hak olduğuna kânî olduğu zaman, ancak fasid-bâtıl bir inanca sahip olur. Ama kişinin bir bâtıl, bir sapıklık ve bir azgınlık olduğunu bile bile, böyle bir görüşü tercih etmesi, buna razı olması ve inanması imkansızdır."

Bil ki bazı insanlar, İblis'in küfrünün, bir cehalet küfrü değil de inad küfrü olduğunu; çünkü o kendi görüşünün bir sapıklık ve azgınlık olduğunu bilince, bunun zıddının hak olduğunu bildiğinin, böylece de onun inkârının, sırf dil ile yapılmış bir inkâr olduğunu; bunun da küfr-ü inadî olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise, İblis'in küfrünün bilakis bir cehalet küfrü olduğunu, onun "Madem beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebepte, andolsun ki onları (saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım" sözünün ifade ettiği manayı hasmının iddia ve inancına göre murad ettiğini söylemişlerdir. Allah en İyisini bilendir.

Kul Hakkında Aslahı Gözetmek Allah'a Vacip Değildir

Alimlerimiz bu âyet-i kerimeyi Allahü teâlâ'ya gerek dini, gerekse dünyası hususunda kulun maslahatlarını gözetmesinin vacib olmadığı meselesine delil getirmişlerdir. Bunun izahı şöyledir: İblis, Allahü teâlâ'dan uzun bir süre mühlet istemiş, bunun üzerine Allah ona mühlet tanımıştır. Sonra Allahü teâlâ o şeytanın, ancak insanları azdırmak, saptırmak ve kalblerine vesveseler atmak için mühlet istediğini beyan etmiştir. Hak teâlâ ekseri insanların ona itaat edeceğini ve onun vesveselerine kapılacağını biliyordu. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun, İblis onlar aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti de, iman edenlerden bir zümre hariç, (insanlar tamamen) ona uymuşlardı" (Sebe, 20). Böylece İblis'e mühlet tanınması ve böylesi uzun bir süre verilmesinin, büyük zararların ve küfürlerin meydana gelmesine yol açtığı sabit olmuş olur. Buna göre eğer Allahü teâlâ, kullarının maslahatlarını gözetiyor olsaydı, şeytana mühlet tanıması ve bu fesatları yapma hususunda ona güç vermesi imkânsız olurdu. Cenâb-ı Hak, ona süre tanıyıp böyle mühlet verince, biz, kulların maslahatlarına riâyet etmenin Allah'a hiç bir şekilde vacib olmadığını anlarız.

Bu hususu te'yid eden şeylerden biri de şudur: "Allahü teâlâ, insanlara davetci olarak peygamberler göndermiştir. Yine O, İblis'in durumundan, onun ancak inkâra ve sapıklığa davet edeceğini de bilmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, insanları (hakka) davet eden peygamberleri öldürmüş, ama Iblis'i ve insanları küfür ile bâtıla davet eden diğer şeytanları hayatta bırakmıştır. Kutların maslahatını isteyen bir zatın, bunu yapması imkansızdır."

Mu'tezile ise şöyle der: Bizim alimlerimiz bu meselede ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Cübbâî şöyle demiştir: "Onun (İblis'in) varlığı veya yokluğu sebebi ile durum değişmez. Onun sözüyle, ancak İblis'in bulunmadığı takdirde yine sapıtacağını farzettiğimiz kimse sapıtırdı. Bunun deliti ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisi cehenneme girecek kimse müstesna, siz O'nun (Cenâb-ı Hakk'ın) aleyhinde (hiçbir ferdi) fitneye sürükleyecek (bir güçte) değilsiniz" (Saffât, 162-163) âyetidir. Bir de, şayet onun yüzünden her hangi bir kimse sapıtmış olsaydı, onun hayatta kalması bir mefsedet (zarar) olurdu."

Ebu Hâşim de şöyle demiştir: "Onun yüzünden herhangi bir topluluğun sapıtması mümkündür. Onun tesir ve etkisi, ancak fazla şehvet meydana getirmek kabilinden olur. Bu fazla şehvet ise, mutlaka çirkin ve kötü ameli işlemeyi icab ettirmez (vacip kılmaz) ama bununla beraber ondan kaçınmak pek zor olur. Bu fazla meşakkatten ötürü, aynı zamanda mükâfaatta da bir fazlalık meydana gelir. İşte şeytanın hayatta bırakılması sebebiyle, çirkin fiillerden kaçınmak da aynı şekilde zor ve meşakkatlidir. Ama bu durum bir mecburiyet ve ikrah derecesine varmaz."

Bunlara şöyle cevap verilir: "Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşü zayıftır. Çünkü şeytan, kesinlikle kâfirin kalbinde, çirkin şeyleri güzelleştirir, onları kâfire hoş gösterir ve bu çirkin olan şeylerdeki çeşitli lezzet ve güzellikleri sürekli olarak ona hatırlatır. Malumdur ki insanın, bu hatırlatma ve süslemeler karşısındaki durumu ile, bu hatırlatma ve süslemelerin bulunmadığı zamanki durumu bir değildir. Bunun delili, örftür. Çünkü bir insanın, kendisini herhangi bir işe özendiren, onu onun gözünde hoş gösteren, ona giden yollan kendisine kolaylaştıran ve devamlı olarak onu buna davet eden arkadaşları bulunduğu zaman, o kimsenin bu işi yapmaya yönelmedeki durumu ve hali, bu hatırlatmalar, hoş göstermeler ve süslemeler bulunmadığı zamanki durumu gibi değildir. Binaenaleyh bunun böyle olduğu kesin olarak bilinir.

Ebu Hâşim'in görüşü de zayıftır. Çünkü bu hatırlatma ve tezyinin bulunuşu, insanı o çirkin fiili işlemeye sevkedince, bu onu bir mefsedet (zarar) içine atmaya çalışmak olur. Onun zikretmiş olduğu, "fazla şehvet meydana getirme" meselesine gelince, bu da Allahü teâlâ'nın kulların maslahatını gözetmediği hususunda bizim için diğer bir delildir. Öyleyse artık nasıl bunu (bize karşı) delil getirmeye çalışabilir? Ebu Haşim'in bütün gayretiyle anlatmak istediği şey şudur: Bu fazla şehvetin olması sebebiyle, kişi küfre ve ebedî azaba düşer. Eğer o bu şehvetten kendisini korursa, bunun neticesi, bu fazla meşakkat sebebi ile, Allah katında nail olacağı sevabının artmasıdır. Kişinin sevabının bu şekilde artmasına gelince, bu kendisine muhakkak olarak ihtiyaç duyulmayan bir şeydir. Ama ebedî ikabı savuşturmak ise en çok ihtiyaç duyulan şeydir. Eğer alemlerin ilahı olan Allah, kullarının maslahatlarını gözetiyor olsaydı, kendisine zarurî olarak ihtiyaç duyulmayan bir fazlalığı elde etmek gayesiyle, en son derecede mühim olan bir şeyi ihmal etmesi imkânsız olurdu. Böylece bu görüşlerin yanlışlığı ve Allah'a hiçbir şeyin vacib olmayacağı ortaya çıkmış oldu. Allah, doğruyu en iyi bilendir.

Şeytanın Her Yönden İnsana Gelmesi

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra andolsun onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki dört yön hususunda iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu yönlerden herbirisi, din hususunda bir çeşit bela manasına kullanılmıştır. Bu görüşte olanlar, birkaç izah şekli zikretmişlerdir:

1) Ayetteki, "Sonra andolsun onların önlerinden geleceğim" sözü, "onları dirilişin ve Kıyametin doğruluğu hususunda şüpheye düşürürüm"; "arkalarından (gelirim)" sözü de, "onlara dünyanın kadîm ve ezelî olduğu fikrini atarım" manasındadır.

2) Ayetteki, "Sonra andolsun onların önlerinden geleceğim" sözü, "Onları ahiret mutluluklarını arzulamaktan uzaklaştırırım"; "arkalarından (gelirim)" sözü de, "Onların dünya lezzetlerine ve hoş şeylerine karşı arzularını güçlendirir ve bunları onların gözünde iyi gösteririm" manasındadır. Bu iki izaha göre de, âyetteki, 'önlerinden" ifadesinden murad, ahiret hayatıdır. Çünkü insanlar, ona doğru gidip yaklaşmaktadırlar. Dolayısiyle ahiret, onların önlerindedir. Ahiret onların önlerinde olunca, dünya (ve hayatı) da arkalarında olmuş olur. Çünkü onlar dünyayı arkalarında bırakmaktadırlar.

3) Hâkim ve Süddî'nin görüşüne göre, âyetteki "önlerinden" ifadesi, "dünya tarafından"; "arkalarından" ifadesi de, ahiret tarafından manasındadır. "önlerinden" ifadesini, "dünya" diye tefsir ettik, çünkü dünya insanın elleri arasında (önünde) olup, insan orada çalışmakta ve onu görmektedir. Ahiret ise bundan sonra gelir,

4) Bu âyet şu manayadır: "Şu anda mevcut olan peygamberleri yalanlama hususunda "önlerinden" daha önceki peygamberleri yalanlama hususunda da "arkalarından" gelirim.

Ayetteki, "Sağlarından ve sollarından" sözünün de birkaç izah şekli vardır:

1) "Küfür ve bid'at hususunda sağ taraflarından; çeşitli günahları işletmek için de sol taraflarından" demektir.

2) "Haktan döndürme hususunda sağ taraflarından, bâtıla özendirme hususunda da sol taraflarından (geleceğim)" demektir.

3) "Sağlarından" ifadesi, "Onları iyiliklerden uzaklaştıracağım"; "sollarından" ifadesi de, "Onların kötülükler hususundaki sebep ve vasıtalarını kuvvetlendireceğim" demektir. İbnu'l-Enbârî şöyle der: "Sağ" (yemin) kelimesinin iyiliklerden, "sol" (şimal) kelimesinin de kötülüklerden kinaye olduğunu söyleyen kimsenin görüşü, güzel bir görüştür. Çünkü Araplar, "Beni, katında önde olan kimselerden yap, geride olanlardan yapma" manasında, derler." Ebu Ubeyd, Esmâ'î'den, Arapça'da "O, bizim katımızda güzel bir mertebededir" manasında, ve bir insanın mertebesinin düşüklüğünü anlatmak için benim yanımda soldasın" denildiğini rivayet etmiştir.

İşte bu, müfessirlerin bu dört cihetin tefsiri hususunda zikretmiş oldukları izahların özetidir.

Ama, İslâm feylesoflarına gelince, onlar bu hususta daha başka izahlar yapmışlardır.

Ayetteki Yönler Hakkında Feylesofların Açıklamaları

Bunlardan birincisi, ki bu en kıymetli ve en kuvvetli olan görüştür. Buna göre bedende dört kuvvet bulunmaktadır. Bu kuvvetler ruhanî birtakım saadet ve mutluluk kuvvetlerini meydana getirirler.

Birinci kuvvet: Duyularla idrak edilebilen (algılanabilen) şeylerin şekil ve suretlerini toplayan hayal gücüdür. Bu kuvvet, dimağın ön boşluğuna yerleştirilmiştir. Mahsusat (hissolunan, duyu organlarıyla algılanan şeylerin) şekilleri de bu hayal gücüne önden gelirler ki, işte âyetteki "ön terinden "sözü buna işaret etmektedir.

İkinci kuvvet: "Mahsûsafın dışında, mahsusata münasib olan hükümler veren "kuvve-i vehmiyye", ki bu kuvvet de, beynin arka boşluğuna konulmuştur. İşte âyetteki "arkalarından" sözü, buna işaret eder.

Üçüncü kuvvet, şehvettir. Bu da, ciğere yerleştirilmiştir ki, ciğer de, bedenin sağ tarafındadır.

Dördüncü kuvvet, gazabtır. Bu da, kalbin sol karıncığına konulmuştur. İşte bu dört kuvvet, ruhanî saadetlerin yok olmasına sebep olan birtakım hallerin neşet ettiği birtakım kuvvetlerdir. Haricî şeytanlar, bu dört kuvveden herhangi birisinden herhangi bir şekilde yardım görmediği müddetçe, insanlara vesvese vermeye muktedir olamazlar. İşte bu dört yönün tayin ve tahsis edilmesindeki hikmet ve sebep budur. Bu gerçekten kıymetli bir izah tarzıdır.

Bunlardan ikincisi şudur: "Sonra andolsun onların önlerinden... geleceğim" sözünden murad, teşbîh akidesine dayalı şüphelerdir. Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatları konusundaki teşbihe gelince, "Mücessime"nin şüpheleri bu nevidendir. Fiillerdeki teşbihe gelince; bu da, Mu'tezile'nin "ta'dîl-tahvîf" ve "tahsîn-takbîh" meselelerindeki şüpheleridir. "Arkalarından" sözünden maksad ise, Muattıla'dan neş'et eden şüphelerdir. Biz, "önlerinden" ifadesini, teşbihten doğan şüpheler manasına hamlettik. Çünkü insan, bu maddî şeyleri ve onların durumlarını görüp müşahede eder. Bunlar, o insanın önündedir. (Onu daima görür.) Böylece de, görünmeyenin, bu görünen şeylere denk olması gerektiğine inanır. Yine biz, "arkalarından" sözünü Muattıla'dan neşet eden şüpheler manasına aidık; zira teşbîh, tatil'in aynısıdır. Binaenaleyh biz "önlerinden" sözünü teşbihten kinaye kılınca, "arkalarından" sözünü de, "ta'tîl" akidesinden kinaye kılmamız gerekti. "Sağlarından"ifadesiyle murad edilen ise, emredilenleri terk etme; "ve sollarından" ifadesiyle murad edilen de, yasakları işleme hususunda bir özendirmedir.

Bunlardan üçüncüsü de şudur: Şakîk (r.h)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Her sabah şeytan, şu dört cihetten önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan bana gelir. Önümden bana geldiğinde, korkma, Allah gafur ve rahîmdir. Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz kî ben tevbe ve iman edenleri, iyi amelde bulunanları... Çok bağışlayıcıyım..." (Tâ-hâ, 82) âyetini okurum. Arkamdan geldiğinde de, beni çocuklarımın fakirliğe düşecekleri korkusuyla tehdit eder, ben de ona karşı "Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere, rızıkları Allah'ın üstünedir" (Hûd, 6) âyetini okurum. Sağımdan geldiğinde, bana, beni medhederek yaklaşır, ben de "Akıbet, müttakiler içindir" (A'râf, 128) âyetini okurum. Solumdan geldiğinde de, bana şehevî şeyler cihetinden yaklaşır, ben de "Kendileriyle arza edegeldikleri şeylerin arasına birsed çekilmiştir" (Sebe, 54) âyetini okurum."

İkinci görüş: Allahü teâlâ, şeytandan bu dört ciheti nakletmiştir. Allah'ın bunu nakletmesinden maksadı, o şeytanın vesvese verme hususunda elinden geleni yaptığını ve mümkün olan hiçbir şeyi kesinlikle eksik bırakmadığını beyan etmektir. Buna göre âyetin takdiri, "Sonra ben onlara, mümkün olan bütün yönlerden ve mümkün olan bütün itibarlarla gelirim..." şeklinde olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şeytan, âdemoğlu için, İslâm yolu üzerine oturur ve ona, "Atalarının dinini terk mi ediyorsun?" der... Bunun üzerine, insanoğlu şeytana isyan eder ve müslüman olur. Sonra o şeytan, insanoğlunun hicret yolu üzerine oturur ve ona, "Demek, yurdunu terkediyor, gurbetlere çıkıyorsun?" der. Bunun üzerine, insanoğlu o şeytana isyan eder ve hicrette bulunur. Daha sonra o şeytan, İnsanoğlunun cihad yolu üzerine oturur ve ona, "Demek, sauaşıp da böylece öldürüleceksin. Derken malın taksim edilecek, hanımını da başkaları alacak!..." der. Bunun üzerine insanoğlu o şeytana isyan eder ve savaşır." Nesâi Cihâd, 19 (6/21-22). İşte bu haber de, şeytanın hiçbir vesvese yönünü ihmal etmediğine, her fırsatta o vesvesesini insanların kalblerine atmaya çalıştığına delalet eder.

İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak burada, bu dört yönle beraber, insanların üstlerini ve altlarını niye zikretmemiştir?" denilirse biz deriz ki:

Gerçekte biz, ruhanî mutlulukların elden kaçırılmasına yol açan hallere menşe' olan kuvvetlerin, insanın bedeninin dört noktasına yerleştirilmiş olduğunu zikretmiştik. Ama zahire gelince, rivayet edildiğine göre, şeytan bu sözü söyleyince, meleklerin kalbleri, insanlar lehinde duygulanıp onlara acıdılar ve "Ya Rab, o şeytan, beşere şu dört yönden hücum ederken, insanoğlu o şeytanın elinden nasıl kurtulacak?" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak o meleklere, "Geriye insan için, alt ve üst olmak üzere iki cihet kaldı. Binaenaleyh, insanoğlu her iki elini, dua ederken, huzu ve huşu içinde yukarıya doğru kaldırır veyahut da alnını, huzü ve huşu içinde yere koyarsa, onun yetmiş senelik günahı bağışlanır" diye vahyetti. Allah en iyisini bilendir.

Min" ile "An" Edatı Arasındaki Fark

Şeytan, demiş böylece bu iki yönü min edatıyla; sonra da demiş, böylece de bu iki yönü, an edatıyla zikretmiştir. Şu halde gözetilen bu farkın elbette bir manası vardır. Bu sebeple biz diyoruz ki: Bir kimse, dediğinde bunun manası, "O kimse, sağında oturduğu kimseden uzakça oturdu, (dirseğini) ona bitiştirmedi" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Hem sağında, hem solunda oturan..." (Kâf, 17) buyurmuş, böylece de, o iki cihette iki meleğin bulunduğunu; ama onun önünde ve arkasında ise bulunmadığını beyan etmiştir. Şeytan, melekten uzaklaşır. İşte bundan dolayı "sağ" ve "sol" kelimeleri uzaklık ve arada bir mesafe bulunduğunu ifade eden an edatıyla kullanılmıştır. Hem biz, "Onların önlerinden, arkalarından" ifadelerinden, hayal ve vehmin murad edildiğini, o ikisinden neş'et eden zararın ise, bâtıl inançlar olduğunu, bunun ise küfür demek olduğunu zikretmiştik. "Sağlarından ve sollarından" ifadeleriyle ise, şehvet ve gazabın kasdedildiğini, bunlardan neş'et eden şeyin ise, meydana gelmiş şehevî ve gazabî birtakım ameller olduğunu; bunların ise masiyet ve günah olduğunu beyan etmiştik. Küfürden meydana gelen zarar, devamlı ve kaçınılmazdır. Çünkü onun cezası, devamlıdır. Ama, (bunun dışındaki) masiyyetten meydana gelen zararın ise (savuşturulması) kolaydır; çünkü onun cezası, sonludur. İşte bu sebepten dolayı birinci kısmın değil de, bu iki kısmın devamlı ve kaçınılmaz, mutlaka gerekli olduğuna dikkat çekmek için, onlar an edatıyla getirilmiştir. Ne murad ettiğini en iyi bilen Allah'tır.

Üçüncü Mesele

Kâdî şöyle demektedir: "Iblis'in bu sözü, onun insanoğlunun bedenine girip, onunla içice olduğu hususunda söylenen sözün bâtıl olduğuna delâlet eder gibidir. Zira, bu İblis için mümkün olsaydı, onun bunu mübalağalı bir tarzda söylemesi yerinde olurdu."

Şeytan İstikbali Bilebilir mi?

Daha sonra Cenâb-ı Hak, İblis'in, "Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın..." dediğini nakletmiştir. Bu ifadeyle ilgili şöyle bir soru sorulabilir: "Bu (yani insanların şükredip etmemeleri meselesi), gayb ile ilgili şeylerdendir. O halde İblis, bunu nasıl bilebilmiştir?" İşte bu sebepten dolayı alimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir.

Alimlerin bir kısmı, "İblis'in, bu hususu Levh-i Mahfuz'da gördüğünü ve onun bunu, kesin ve yakîni bir biçimde söylediğini" ileri sürerken diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "O, bunu zannına göre söylemiştir. Çünkü İblis, şehevî şeyleri süsleme ve hoş şeyleri güzel gösterme hususunda herşeyi yapmaya kararlıydı. O, bunların, kendisine arzu duyulan birtakım şeyler olduğunu biliyordu. İnsanların ekserisinin onun bu husustaki sözünü kabul edeceklerini de, zann-ı galibiyle biliyordu... Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, İblis onlar aleyhindeki zannım gerçekleştirmişti de iman edenlerden bir zümre hariç olmak üzere, ona uymuşlardı" (Sebe, 20) âyetiyle de kuvvet kazanır. Şaşılacak şeydir ki, İblis, Hak teâlâ'ya, "Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın" demiş Allah da, onun bu sözüne uygun olarak, "Kullarımdan şükreden azdır" (Sebe, 13) buyurmuştur..."

Nefsin Sahib Olduğu Ondokuz Çeşit Kuvvet

Bu hususta diğer bir izah şekli de şudur: Nefsin ondokuz kuvveti vardır. Hepsi de, nefsi maddî lezzetlere ve şehevî güzelliklere davet eder. Bunlardan beşi, "havass-ı zahire" (zahirî duyu organları); beşi, "havass-ı bâtına"; ikisi, şehvet ve gazab; yedisi de, gizli kuvvetlerdir k, i bunlart "cazibe, (cezbeden kuvvet), "masike" (tutucu kuvvet), "hadime" (hazmedici, parçalayıcı), "dafia" "men edici, müdafaa edici), "gaziye" (beslenme kuvveti), "nâmiye" (büyüme kuvveti) ve "müveliide" (üretici, meydana getirici) kuvvetleridir. Bunların tamamı, ondokuz olup, hepsi de nefsi, maddî aleme davet eder ve hepsi de o nefsi, bedenî lezzetleri istemeye teşvik eder.

Akla gelince ki, bu tek bir kuvvet olup, bu da, nefsi Allah'a ibadet etmeye ve manevi mutlulukları elde etmeye sevkeder. Ondokuz kuvvetin (insanı) istîla etmesinin, tek bir kuvvetin istilâsından daha güçlü ve mükemmel olacağında şüphe yoktur. Hele hele bu ondokuz kuvvet, insanın ilk yaratılışında, daha kuvvetli; akıl ise, son derece zayıf olur. İnsanın aklı güçlenip kuvvetlendikten sonra, o ondokuz kuvveti zayıf hale getirmesi ve mağlup etmesi güç olur. Durum böyle olunca da, insanların çoğunun, maddî lezzetlerin peşinde olacaklarına, Hakk'ı tanımaktan ve O'nu sevmekten yüz çevireceklerine kesinkes hükmetmek gerekir. İşte bu sebeple o: "Sen de onların çoğunu şükrediciler bulamıyacaksın..."demiştir. Allah en iyi bilendir.

17 ﴿