27

"Ey ademoğulları, şeytan, nasıl ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardıysa, sakın aynı şekilde sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o da, kabilesi de sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak görürler. Biz, şeytanları iman etmeyeceklerin velileri (dostları) yaptık".

Bil ki, peygamber kıssalarının zikredilmesinin maksadı, onları dinleyip duyanların ibret almalarını sağlamaktır, Dolayısıyla, Allah sanki, Hazret-i Adem ve onun zürriyetine karşı çok amansız bir düşman olduğunu beyan buyurunca, buna ademoğullarını, o şeytanın vesvesesini kabul etme hususunda sakındırmayı ilave ederek, "Ey ademoğulları, şeytan, nasıl ana-babanızı cennetten çıkardıysa, sakın aynı şekilde sizi de fitneye düşürmesin"buyurmuştur. Bu böyledir, zira şeytanın hilesinin tesiri, vesvesesinin sinsiliği ve bu husustaki alabildiğine gayreti, Hazret-i Adem'in cennetten çıkarılmasını icab ettiren bir zelleye düşmesine sebep olunca, o, Adem'in zürriyeti hakkında bu gibi zararlar vermeye haydi haydi kadir olur, yönelir. İşte bu yolla Cenâb-ı Hak, ademoğlunu şeytanın vesvesesinden sakındırmakla uyararak, "şeytan... sakın sizi de fitneye düşürmesin" buyurmuştur. Tıpkı o şeytanın ana-babanızı fitneye düşürmesi ve bu sebeple de, onların cennetten çıkmaları gibi, aynı şekilde eğer şeytan sizi fitneye düşürürse, siz de bu yüzden cennete giremezsiniz. Fitne kelimesinin aslı, altını ateşe koymak ve onun hasını posasından ayırdetmektir. Daha sonra bu kelime, Kur'ân-ı Kerim'de, mihnet, meşakkat, sıkıntı, imtihan manasına kullanılmıştır. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Kâbı şöyle der: "Bu ayet, Hazret-i Adem ve Havva'nın, cennetten çıkarılmasıyla, diğer günahları şeytana izafe edenlerin aleyhine bir delildir. Bu delil, Cenâb-ı Hakk'ın, günahlara düşürmekten münezzeh olduğuna delâlet eder." Kâ'bî'ye şöyle denilebilir: "Niçin siz, bu amelin şeytana verilmesi, Allah'a izafe edilmesine mani olur diyorsunuz?" Allahü teâlâ'nın, o ameli icab ettiren kudret ile sebebi, (dâî'yi) yarattığından, o işin Allah'a izafe edilmesi niçin caiz olmasın? Cenâb-ı Hakk'ın ilahî âdeti, o kâfirin nezdinde şeytanın o amelleri süslü göstermesi ve tezyin etmesinden sonra, onları yapmaya götüren sebepleri yaratması şeklinde cereyan edince, işte bu iş, şeytana mal edilir.

Dünyaya Gönderilmek Adem İçin Ceza mı, Makam mı?

İkinci bahis: Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Adem ve Havva'yı sırf hatalarına karşı bir ceza olsun diye cennetten çıkardığına delalet eder. Halbuki 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım..." (Bakara, 30) buyruğunun zahiri ise, Alan Teala'nın, Adem ile Havva'yı yeryüzünde halife olmaları için yarattığına ve onan, işte bu maksattan dolayı cennetten yeryüzüne indirdiğine delâlet eder. O halde du iki ayet nasıl uzlaştırılabilir?

Cevap: (Bu hususta) çoğu kez şöyle denilmiştir: Bu, işte bu iki işin toplamı sebebiyle olmuştur, Allah en iyisini bilendir.

Daha sonra "ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak... "buyurulmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Yenziu "elbiselerini soyarak" ifadesi, terkibte hâl cümlesidir. Yani "O şeytan onları, onların elbiselerini çıkararak oradan çıkarmıştır..." demektir. Cenâb-ı Hak, elbise çıkarma işini, bilfiil yapmasa dahi, şeytana mal etmiştir. Çünkü bu çıkarma işi, o şeytan sebebiyle olmuştur. İşte bundan dolayı da şeytana izafe edilmiştir. Bu, tıpkı senin, bilfiil yapmasa dahi herhangi bir fiilin yapılmasına sebep olan kimseye, "sen yaptın bunu" demen gibidir. İşte, aynen bunun gibi, Adem ile Havva'nın elbiselerinin çıkarılması işi, şeytanın vesvesesi ve aldatmasıyla olunca, bu iş ona isnad edilmiştir.

İkinci bahis: (......) buyruğundaki lâm, lâmu'l-âkibe"dir. Bu tıpkı bizim, O'nun ifadesi hakkında (A'râf, 20) söylediğimiz gibidir, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Adem Havva'nın edeb yerini; Havva da Adem'in edeb yerini görmüştür..." demiştir.

Hazret-i Adem İle Havva'nın Üstünden Çıkarılan Elbisenin Nev'i

Üçüncü bahis: Alimler, Adem ile Havva'dan çıkarılan elbisenin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun nûr, bazıları takva; bazıları da cennette giyilen elbise olduğunu söylemişlerdir ki, bu sonuncusu doğruya daha yakındır. Çünkü, (ayet-i kerimede), "libas" kelimesinin mutlak olarak getirilmesi, bunu iktizâ eder. Bu sözün maksadı, ademoğullarını sakındırmayı te'kiddir. Çünkü, şeytanın vesvesesinin tesiri, Hazret-i Adem'in şanının yüce olmasına rağmen, O'nun hakkında bu noktaya varınca, diğer insanların hali nasıl olur, var sen düşün!..

İblisin Kabilesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sakındırma işini te'kid ederek, "Çünkü o da, kabilesi de sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak görürler" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç bahis vardır.

Birinci bahis: "O, yani İblis, o ve onun kabilesi sizi görür" demektir. Cenâb-ı Hak ifadesinde atıf yerinde ve güzel olsun diye (ayrıca) hüve munfasıl zamirini getirmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sen eşinle beraber cennette yerleş" (Bakara, 35) buyruğunda olduğu gibidir...

İkinci bahis: Ebu Ubeyde, Ebu Zeyd'in şöyle dediğini söylemektedir: "Kabil kelimesi, farklı farklı kavimlerden teşekkül ederek, üç ve daha fazla kimseden meydana gelen topluluğa denir. Bu kelimenin çoğulu kubüldür. Kabile kelimesi ise, aynı babanın oğulları demektir..."

İbn Kuteybe, "şeytanın kabilesinin, "onun arkadaşları ve askerleri olduğunu" söylerken; Leys, bu ifadeye "şeytan ve onun neslinden olanlar" manasını vermiştir.

İns ve Cinnin Birbirini Görmesi Meselesi

Üçüncü bahis: Eh-li sünnet alimleri şöyle demektedirler: "Şeytan ve ordusu, insanları görürler. Çünkü Allahü teâlâ, onların gözlerinde görme kabiliyetini yaratmıştır. İnsanlar ise, onları göremezler. Zira, Allahü teâlâ bu kabiliyeti insanların gözünde yaratmamıştır."

Mu'tezile ise şöyle demektedir: "İnsanların cinleri görmeyişlerinin sebebi, cinlerin cisimlerinin ince ve latîf olmasıdır. Cinlerin insanları görmelerinin sebebi ise insanların, cisimlerin kesif, yoğun olmasıdır. Cinlerin birbirlerini görmelerinin sebebine gelince, Allahü teâlâ'nın, cinlerin gözlerinin ışığını kuvvetlendirip arttırmasıdır. Şayet Allah, bizim gözlerimizin kuvvetini de arttırsaydı, cinlerin birbirlerini görmeleri gibi, biz de onları görürdük. Yine şayet Allah, cinlerin cisimlerini kesif, bizim gözlerimizi de aynı halde bıraksaydi, biz o cinleri görebilirdik..." Bu izaha göre insanların cinleri görmesi, Mu'tezile nezdinde, ya cinlerin cisimlerinin kesafetinin arttırılmasına, yahut da insanların gözlerinin kuvvetinin arttırılmasına dayanır.

Cinlerin İnsan Karşısında Tasarruflarının Sınırlı Olduğu

Dördüncü bahis: Hak teâlâ'nın, "sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden" buyruğu, insanların cinleri görmediklerine delâlet eder. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın, "sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden" ifadesi, herhangi bir tahsis yapılmaksızın, geleceğin bütün zamanlarını içine alır. Bazı alimler de şu açıklamayı yapmıştır: Şayet cinler, kendi suretlerini, istedikleri ve diledikleri herhangi bir suretle, şekille değiştirebilselerdi o zaman insanların birbirlerini tanımaları hususundaki itimadın kalkması gerekirdi. "Belki de, benim gördüğüm çocuğum veya hanımım., bildiğim kimse, kendisini benim hanımım veya çocuğumun suretine sokmuş olan bir cinndir." Böyle olması halinde; şahısları tanıma hususundaki güven ortadan kalkar. Cenâb-ı Hak, cinlerle insanlar arasında çok şiddetli bir düşmanlığın bulunduğunu açıkladığı halde, şayet onlar insanları çarpmaya ve onların akıllarını gidermeye kadir olsalardı, niçin onlar bunu beşeriyyetin ekserisi, mesela alimler, faziletli kimseler ve zahid kimseler hakkında uygulanmıyorlar? Çünkü onlarla, alimler ve zahidler arasındaki düşmanlık, daha fazla ve daha şiddetlidir. Bu hususta herhangi bir şey bulunmadığına göre, onların, hiçbir yönden beşer üzerinde bir güç ve kuvvetlerinin olmadığı sabit olmuş olur. Ve bu husus Cenâb-ı Allah'ın, "Zaten benim, sizin üzerinizde hiç bir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim, 22) ayetiyle de kuvvetlenir.

Mücahid, Iblis'in şöyle dediğini söylemiştir: "Bize, dört hususiyet verilmiştir: Görürüz, ama görülmeyiz; yerin altından çıkarız ve bizim ihtiyarlarımız yeniden gençleşir..."

Kâfirlere Şeytanların Karın Kılınması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz, şeytanları iman etmeyeceklerin velileri (dosttan) yaptık..." buyurmuştur. Ehl-i sünnet alimleri, bu ifade ife, kovulmuş şeytanı o insanlara hükümran kılanın, Allahü teâlâ olduğuna istidlal etmişlerdir. İşte böylece de o şeytan, onları saptırmış ve onları azdırmıştır.

Zeccâc şöyle demektedir: "Bu ifade, Hak teâlâ'nın, "biz kâfirlerin başına şeytanları gönderdik..." (Meryem, 83) ayetiyle de kuvvetlenir."

Kâdî şöyle demektedir: buyruğunun manası, "Biz, şeytanın iman etmeyen kimselerin dostu olduğuna hükmettik..." Hak teâlâ'nın "Biz, kâfirlerin başına şeytanları gönderdik" buyruğunun manası da, "Biz o şeytanlarla kâfirleri başbaşa bıraktık..." şeklindedir. Bu tıpkı, evinde köpeğini bağlayıp da, onu, eve girenlerin üzerine saldırmaktan men etmeyen kimse hakkında, "O, giren kimse üzerine köpeğini salıverdi..." denilmesi gibidir.

Cevap: Birisi, "Falanca, bu elbiseyi, beyaz veya siyah yaptı..." dediğinde, bu sözden, "O, onların böyle olduğuna hükmetti.." manası anlaşılmaz; aksine bundan, "O, bunlarda siyahlığı veya beyazlığı meydana getirdi..." manası anlaşılır. İşte burada da böyledir. Dolayısiyle ce'ale fiilini, sırf "hükmetme" manasına değil, tesîr etme ve meydana getirme manasına almak gerekir. Hem farzet ki, Allahü teâlâ buna hükmetmiş olsun... Ancak şu var ki, Allah'ın kendi hükmüne muhalefet etmesi, O'nun yalancı olmasını gerektirir ki, bu da muhaldir. Muhal olana götüren şey de, muhaldir. Öyleyse kulun, bunun hilâfına olan bir duruma güç yetirebilmesinin de imkânsız olması gerekir. Onun, Allahü teâlâ'nın "Biz şeytanları kâfirlere gönderdik" buyruğuna "Biz kâfirlerle şeytanları kendi hallerine bıraktık" manası vermesi de, aynı şekifde zayıftır. Baksanıza, çarşıdaki halk birbirine sıkıntı verse, birbirlerine hakarette bulunsa, Zeyd ile Amr'ın birbirlerine hücumlarına mani olunmayıp kendi hallerine bırakılsalar; bu durum hakkında "kimisi kiminin üzerine gönderildi" denilmez. Bilakis, ancak onlardan herhangi birinin, kendine ait bir yoldan öbürüne musallat edilmesi halinde "gönderme" kelimesi kullanılır. İşte burada da bu durum vardır. Allah en iyi bilendir.

27 ﴿