174

"Hani Rabbin âdemoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da "Elbette! (Rabbimizsin). Şâhid olduk" demişlerdi. İşte bu şâhid tutma Kıyamet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi. Yahut, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş. Biz de onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindi. İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki küfürlerinden dönerler"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Allah'ın İnsanlardan Ahid Almış Olması

Bil ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kıssasını, ilgili hususlarıyla birlikte en geniş bir şekilde açıklayınca, bu ayetlerde de, bütün insanlar için bir hüccet ve delil olacak olan bir hususu zikretmiştir. Bu ayetin tefsiri ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Müfessirlerin ve hadiscilerin görüşüdür. Müslim b. Yesâr el-Cüheni'nin rivayet ettiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e bu ayet hakkında sorulunca o şöyle demiştir: "Ben Allah'ın Resulüne, bu ayet hakkında sorulduğunu, O'nun da şöyle dediğini duymuştum: "Allah Subhânehû ve Tealâ, Hazret-i Adem'i yarattı. Sonra onun sırtını sıvazlayıp, oradan birzürriyet (soy) çıkardı ve "Ben bunları cennet için yarattım. Bunlar, cennetliklerin amelini yapacaklar" dedi. Daha sonra (tekrar) Hazret-i Adem'in sırtını sıvazladı ve oradan bir zürriyet daha çıkarıp "Ben, bunlan da cehennem için yarattım. Bunlar, cehennemliklerin amelini yapacaklar" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir adam: "Ey Allah'ın Resulü, o halde (insanın) amel etmesi ne için?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

"Allah bir kulu cennet için yaratınca, cennetliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de, cennete girsin diye. onu cennetliklerin amellerinde çalıştırır: bir kulu da cehennem için yaratınca, cehennemliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de. cehenneme girdirsin diye. onu cehennemliklerin amellerinde çalıştırır."

Ebu Hureyre (radıyallahü anh), rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allahü teâlâ. Hazret-i Adem'i yarattığı zaman, onun sırtım sıvazladı ve sırtından. Kıyamet gününe kadar, onun soyundan gelecek olan her can düştü" buyurdu.

Mukâtil şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Adem'in sırtının sağ yanını sıvazladı. Bunun üzerine oradan, zerreler gibi hareket eden beyaz bir zürriyet çıktı. Sonra onun sırtının sol yanını sıvazladı. Bunun üzerine oradan da, zerreler gibi (toz zerrecikleri gibi), siyah bir zürriyet çıktı. Bundan sonra da: "Ey Adem, işte bunlar senin soyun" buyurdu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onlara, "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da. "Elbette! (Rabbimizsin)" demişlerdi" buyurdu.

Bunu müteakiben Allah beyaz nesle, zürriyete hitaben: "Bunlar, rahmetimle cennettedirler ve bunlar, ashab-ı yemindir;" siyah zürrivete de: "Bunlar da cehennemdedir; buna aldırmam. Bunlar, ashâb-ı şimal ve ashâb-ı meş emedir" dedi, sonra da onların hepsini tekrar Adem'in sulbüne geri döndürdü. Bu sebeple kabirdekiler, erkeklerin sulblerinden, kadınların da rahimlerinden, bütün misak ehli (kendilerinden ahd alınan bu zürriyetler) çıkıp sona erinceye kadar, kabirlerinde beklerler. Allah, ilk ahdi bozanlar hakkında da, "Biz onların çoğunda ahd(e vefa) bulmadık.."(A'raf. 102) buyurmuştur. Bu görüşü, Saîd İbn el-Müseyyeb, Said İbn Cübeyr, Dahhâk. İkrime ve Kelbî gibi, pekçok selef müfessiri kaoul edip benimsemiştir.

İbn Abbas(radıyallahü anh)dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ Hazret-i Adem'e, zürriyeti içinde, nurlu bir topluluk gösterdi. Bunun üzerine Adem "Ya Rabbi, onlar kimdir?" deyince de. Allah "Peygamberlerdir.." cevâbını verdi. Adem, onlardan daha fazla nurlu olan birisini gördü. Bunun üzerine. "Bu kimdir?" diye sorunca,

Cenâb-ı Hak, "Dâvud'dur" cevâbını verdi., Hazret-i Adem, "Ömrü ne kadardır?" deyince de "Yetmiş yıldır.." buyurdu.. Adem, "Bu az, ben ona ömrümden kırk yıl bağışladım" dedi. Hazret-i Adem'in ömrü bin yıl idi. O, ömrünün dokuz yüz altmış (960) yılını tamamlayınca, canını almak üzere, ölüm meleği yanına geldi. Bunun üzerine Adem (aleyhisselâm) "Benim ömrümden geriye kırk yıl kaldı" deyince, ölüm meleği, "Sen bunu, oğlun Davud'a bağışlamamış miydin?" dedi. Bunun üzerine Adem (aleyhisselâm) "Ben ömrümden, hiç kimseye hiçbir şey vermem" dedi. İşte o esnada, herkes için eceli yazılıp takdir edildi..."

Ahid Hakkında Mutezilenin Tevili

Mutezile, bu ayetin bu şekilde tefsir edilmesinin caiz olmayacağı hususunda ittifak halindedir. Onlar bu görüşün çürüklüğünü iddia ederken şu delilleri ile sürmüşlerdir:

Birici delil: "Ademoğullarından, onların sırtlarından.." buyurmuştur. (......) kelimesinin (......) kelimesinden bedel olduğunda bir şüphe yoktur. Buna göre bu ifâdenin manası, "Hani Rabbin, ademoğullarının sırtlarından almıştı" şeklinde olur ki, buna göre de Allahü teâlâ, Adem'in sırtından herhangi bir şey aldığını açıklamamıştır.

İkinci delil: Şayet, bu ifâdeden murad, "Allahü teâlâ, Adem'in sırtından zürriyetinden bir şey çıkardı" şeklinde olsaydı, o zaman min zuhûrihim (sırtlarından) buyurmayıp, aksine min zahrihi (sırtından) demiş olması gerekirdi. Çünkü Hazret-i Adem'in tek bir sırtı bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, zürriyetehum (zürriyetlerini) ifâdesi de böyledir.

Şayet bu tabirle Hazret-i Adem kastedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak zürriyyetehum (zürriyetinı) buyururdu.

Üçüncü delil: Allahü teâlâ, o zürriyetlerin, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş" dediklerini nakletmiştir. Halbuki bu söz Adem'in çocuklarına yakışmaz. Zira, Hazret-i Adem müşrik değildi.

Dördüncü delil: "Ahd", ancak aklı olan kimseden alınır. Dolayısıyla şayet Allahü teâlâ, o zerrelerden ahd almış olsaydı, o zaman o zerrelerin aklı olmuş olurdu. Onlar akıllı olsalardı ve akıllı oldukları halde bu sözü, bu ahdi vermiş olsalardı, o zaman onların, bu âleme gelmeden önce bu vakitte böyle bir söz vermiş olduklarını hatırlamaları gerekirdi. Çünkü bir kimse için, önemli ve büyük bir hadise meydana gelirse, aklı olduğu halde o hadiseyi tamamiyle unutup, ondan az ya da çok, hiçbir şey hatırlamaması mümkün değildir.. İşte bu delile dayanılarak, "tenasüh" fikri reddedilmiş, çürütülmüştür. Çünkü biz, şöyle diyoruz: Şayet bizim ruhlarımız, bu bedenden önce başka bedenlerde idiyse, bizim şu anda, bu bedenden önce başka bir bedende olduğumuzu hatırlamamız gerekirdi.. Biz bunu hatırlayamadığımıza göre, . "tenasüh" fikri bâtıl olmuş olur. Şu halde biz, "tenasüh" fikrini çürütme hususunda, sadece bu delile dayandığımıza ve aynı delil de, bu meselemiz hakkında söz konusu olduğuna göre, bunun gereğine göre hükmetmek gerekir. Şayet, "Biz o misak vaktinde söz verdik, . Ne var ki, o vakitte vermiş olduğumuz ahde dair hiçbir şey hatırlayamıyoruz.." denilmesi caiz olursa, "Biz bu bedenden önce, başka bir bedende İdik, ne var ki biz, şimdiki bu bedenimizde, eski bedendeki hallerimize dair herhangi bir şey hatırlayamıyoruz..", denilmesi de niçin caiz olmasın? Özet olarak diyebiliriz ki, bu görüşle, "tenâsüh"ü benimseyenlerin görüşü arasında bir fark bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu görüşü benimsemek uzak bir ihtimal değilse, "tenasüh" fikrini benimsemek de uzak bir İhtimal sayılmaz, .

Beşinci delil: Allahü teâlâ'nın Adem'in oğullarından yaratmış olduğu mahlukatın tamamı, çok büyük bir yekun ve ifade edilemeyecek kadar kalabalık olan bir çokluk meydana getirir.. Binâenaleyh, o zerrelerden meydana gelen toplam, gerek işgal ettiği yer, gerekse miktar İtibariyle, çok büyük bir rakama, meblağa ulaşır.. Halbuki küçük olan Adem'in sulbünün böylesi bir kalabalığı içine alması uzak bir ihtimaldir..

Altıncı delil: Hayatın, aklın ve anlayışın mevcut olabilmesi için, bünye (beden) şarttır. Eğer bu böyle olmazsa, toz zerrecikleri gibi olan her zerrenin, akıllı, anlayışlı ve çok hassas cisimler konusunda pek çok eser yazabilecek bir şekilde olması uzak bir ihtimal sayılmaz!... Halbuki, bu kapıyı açmak, çok muhtelif cahillikleri benimseme neticesine götürür... Hayatın olabilmesi için bünyenin şart olduğu sabit olup, o zerrelerden her birinin de âlim, bilgili ve akıllı olmaları da, ancak bünye, kan ve et gibi şeylerin bulunmasıyla mümkün olduğuna; durum böyle olunca da, ta Hazret-i Adem'in yaratılmasından itibaren Kıyamete kadar varlık âlemine gelen o şahısların toplamını da, dünyanın içine alması imkânsız olunca, artık nasıl olur da "Onların hepsi, aynı anda Adem'in sulbünde mevcut idiler." denilmesi mümkün olabilir?

Yedinci delil: Cenâb-ı Hak bu mîsakı, o vakitte, ya o zaman, veyahut da onlar dünyaya geldikten sonra aleyhlerine bir delil olsun diye almıştır.. Birincisi batıldır, zira bu kadarcık bir misak sebebiyle onların mükâfat ve cezaya, medih ve zemme müstehak olamayacaklarına dair icma bulunmaktadır.. Onlardan istenen bu şeyin, onlar dünyaya geldikten, onların aleyhine hüccet olsun diye alınmış olması da caiz değildir. Zira onlar, dünyada iken o mîsakı hatırlayamadıklarına göre, bu, imana sarılmaları hususunda, nasıl onların aleyhine bir hüccet olabilir?

Sekizinci delil: Kâbî şöyle der: "O zürriyetlerin durumu, anlayış ve ilim bakımından çocukların durumundan daha üstün olamaz. Çocuklara teklif yöneltmek mümkün olmadığına göre, bizim, o zerreler halindeki zâtlara teklif yöneltmemiz nasıl mümkün olabilir?"

Zeccâc, bu görüşe cevap vererek şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın da, "bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin." (Neml, 18) buyurduğu gibi, karıncaya akıl vermesi, yine "Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik..." (Enbiya. 79) buyurduğu gibi, dağa anlayış verip, böylece de onun tesbihte bulunması, deveye akıl verip, böylece de devenin Hazret-i Peygamber'e secde etmesi, yine hurma kütüğüne akıl verip, böylece de davet edildiğinde duyup boyun eğmesi nasıl uzak bir ihtimal değilse, işte burada da böyledir (bu da uzak bir ihtimal değildir)."

Dokuzuncu delil: O zerrelerin o zamanda ya akıllan ve güçleri mükemmel idi yahut da onlar, böyle bir vasfı haiz değillerdi. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, hiç şüphe yok ki onlar, mükellef olurlar... Onlar ancak, Allah'ı istidlal yoluyla bilip tanıdıkları zaman mükellef olarak bırakılırlar.. Eğer onlar bu şekilde olmuş olsalardı, onların, o vakitteki durumları, bu dünya hayatındaki hallerinden farksız olurdu.. Binâenaleyh, şayet bu dünyadaki teklif, kendinden önce geçmiş olan bir ahde, misaka muhtaç ise, o zaman, o misak vaktindeki teklif de, daha önce geçmiş olan bir başka misaka muhtaç olur.. Böylece de teselsül gerekir ki, teselsül muhaldir..

"Onların, o misak zamanındaki akıllan ve kudretleri mükemmel değildi" şeklindeki ikinci -şıkka gelince, bu durumda da onlara hitap yöneltip onları sorumlu tutmak imkânsız olur..,

. Onuncu delil: Cenâb-ı Hakk'ın "Şimdi, insan hangi şeyden yaratıldı? (İbretle) baksın. .. O, atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır..." (Tarık, 5-6) buyruğudur. Şayet o zerreler akıllı, anlayışlı ve mükemmel olsalardı, o zaman onlar, bu atılıp dökülen sudan önce bulunmuş olurlardı.. Halbuki, insanın, atılmış olan sudan yaratılmış olmasından başka bir manası yoktur.. Bu durumda, insan, atılmış sudan yaratılmamış olur. Ki bu, Kur'an'ın nassını reddetmek demek olur..

İmdi onlar şayet: "Allahü teâlâ'nın mîsak esnasında, o zerrelerde tam bir akıl ve anlayışı yaratıp, sonra da, onların akıl, anlayış ve kudretlerini yok etmesi, daha sonra da onları, annelerinin rahminde, yeniden yaratarak bu hayata çıkarmış olduğunun söylenilmesi niçin caiz olmasın?" derlerse, biz deriz ki:

Bu, bâtıldır: zira şayet durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, insanları, ilk defa nutfeden yaratmamış, aksine bu yaratılış, "iade" (daha önceki hilkatlerine tekrar döndürülme) yoluyla olmuş olur... Halbuki müslümanlar, insanın nutfeden yaratılmasının ilk yaratılma olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh, işte bu husus, sizin ileri sürmüş olduğunuz görüşün bâtıl olduğuna delalet eder..

Onbirinci delil: O zerrelerin, ya o insanların aynı olduğu veya onlardan başka oldukları söylenebilir.. İkinci görüş, icmaya göre bâtıldır. Geriye birinci ihtimal kalır. Bu durumda da biz diyoruz ki, ya "Onlar nutfe, alaka ve mudğa (et parçası) olmadıkları halde akıllı, anlayışlı ve muktedir olarak kaldılar" denilebilir; veyahut da bunların böyle kalmadıkları söylenebilir.. Birinci durum, aklın bedahetiyle batıldır; ikincisine gelince, bu da, insan için dört defa hayatın meydana gelmiş olduğunun söylenmesini iktiza eder:

a) Misak vaktinde.

b) Dünyada.

c) Kabirde.

d) Kıyamette.

Yine bu, insan için, üç defa ölümün bulunmasını gerektirir:

a) İlk misakta meydana gelen hayattan sonraki ölüm;

b) Dünyadaki ölüm;

c) Kabirde ölüm..

Halbuki bu sayılar, "Ey Rabbimiz, bizi iki (defa) öldürdün, iki (defa) da dirilttin..", mayetindeki sayılara muhaliftir.

Onikinci delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık..." (Müminûn. 12) ayetidir. Binâenaleyh, şayet o zerre hakkında verilmiş hüküm doğru olmuş olsaydı, o zaman o zerre insan olmuş olurdu.. Çünkü mükellef olan, kendisine hitap edilen, mükâfaat verilen ve cezalandırılan, insandır. Halbuki, zerrenin insan olması bâtıldır. Zira, o zerre nutfeden, 'alaka'dan ve mudğadan yaratılmamıştır. Kitabın, Kur'an'ın nassı ise, insanın, nutfeden ve alaka'dan yaratıldığına dair bir delildir. Bu da "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minün, 12) ve "O kahrolası insan, ne nankördür o! Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu..." (Abese. 17-19) ayetleridir.

İşte, bu görüşün zayıflığını beyan etmek için (Mutezile tarafından) zikredilen izahların tamamı budur..

İkinci görüş: Tefekküre ve aklî izahlara önem verenlerin görüşüdür: Buna göre Allahü teâlâ, zürriyetleri, yani çocukları, babalarının sulbünden çıkarmıştır. Buna, "çıkarmıştır" diyoruz, zira, o çocuklar, nutfe idiler. Allah, onları babalarının sulbünden çıkarıp, annelerinin rahimlerine koydu.. Böylece de onları önce "alaka", sonra "mudğa", sonra da tam bir insan haline getirdi. Ve böylece onları mükemmel bir canlı yaptı.. Daha sonra da, onlara, kendisinin birliğine, yaratmasının hayranlık verici olduğuna ve sanatının akıl almaz bir şey olduğuna dair vermiş olduğu deliller ile onları kendilerine şahit tuttu. İşte bu tarz şahitlik ile de, onlar lisan ile ifade etmeseler de sanki "evet!" demiş sayılırlar. Bunun benzeri ayetler de mevcuttur. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, Allah'ın iradesi göğe yöneldi de ona ve arza, İkiniz de ister istemez gelin" buyurdu. Onlarda, "isteye isteye geldik" dediler" (Fussilet. 11) ve "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir, " (Nahl, 40) ayetleri gibi.

Araplar da şöyle der:

"Duvar kazığa. "Beni niçin yarıyorsun? Niçin meşakkat veriyorsun?" deyince, kazık: "Bunu, beni çakana sor; arkamda bulunan o kimse, beni rahat bırakmıyor ki!..." dedi.."

Bir başka şair de, "Havuz doldu ve, "Yeter artık, beni (suyumu) kes!" dedi" demiştir.

Bu tür mecaz ve istiareler, Arapça'da meşhurdur. Dolayısıyie, ilgili ayeti bu manaya hamletmek gerekir. İşte, bu iki görüşün anlatılması hususundaki sözün tamamı bundan ibarettir.. İkinci görüş kesinlikle ta'n edilmemiştir.. Bu görüş doğru kabul edilmesi halinde, bu, birinci görüşün doğru olmasına mani teşkil etmez. Sözümüz sadece, birinci görüşün doğru olup olmadığı hususundadır.

Buna göre birisi, "size göre tercihe şayan olan görüş hangisidir?" derse, biz deriz ki:

Burada iki mukaddime bulunmaktadır:

a) Zerrelerden mısak alındığının söylenmesi doğru mudur?

b) Bunun doğru olması halinde, bu görüş, ayetin lafızlarını tefsir etmek için "zikretmek" caiz midir?

Birinci mukaddime: Bu görüşü kabul etmeyenler, bahsettiğimiz ve anlattığımız aklî delillere tutunmuşlardır. Bu delillerin her birine, ikna edici bir açıklama ile cevap vermek mümkündür.

1) Mutezilenin bu hususta zikretmiş olduğu delillerden birisi, "Şayet böyle bir misak alınmış olsaydı, bizim şu anda onu hatırlamamız gerekirdi" şeklindedir.

Biz deriz ki: Geçmişte meydana gelmiş olan hallerle ilgili bilgiyi yaratan, Allahü teâlâ'dır. Çünkü bu bilgiler, zarurî ve aklîdirler. Zarurî ilimlerin yaratıcısı ise, sadece Allah'tır. Bu böyle olunca, O'nun bu ilimleri yaratmış olması doğru olur.

Şayet Mutezile, "Siz bunu mümkün gördüğünüze göre, bu bedenden önce bizlerin, her ne kadar hallerini hatırlamıyor isek de, tenasüh yoluyla başka bedenlerde bulunmuş olabileceğimizi de mümkün görün" derlerse, biz deriz ki: "Bu ikisinin arasındaki fark gayet açıktır. Çünkü biz başka bedenlerde olup, onlarda yıllarca kaldığımız takdirde, onları unutmuş olmamız imkansızdır. Ama mîsak (ahd) alma işi, çok kısa bir anda, çok hızlı olarak tahakkuk etmiştir. Dolayısiyle bunun unutulması uzak bir ihtimal değildir. Bu açık fark, bu farkın doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü insan senelerce bir işle uğraşırsa, onu unutması imkansızda. Ama bir kısa an için, bir işte uğraşılmış olduğunda, insan onu unutabilir. Binâenaleyh ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır."

2) Bu, "O zerrelerin tamamının, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in sırtında bulunmasının imkânsız olduğu"nun söylenilmesidir. Biz deriz ki, bize göre, hayatın bulunabilmesi için bünye şart değildir. Bölünmeyi kabul etmeyen "cevher-i ferd" (atom) ise hayat ve aklı kabul eder. Binaenaleyh biz o zerrelerden her birini bir cevher-i ferd olarak düşünürsek, artık nasıl olur da siz, "Hazret-i Adem'in sırtı, o zerrelerin hepsini içine alamaz" diyebilirsiniz? Ancak ne var ki bizim vermiş olduğumuz bu cevap, önce yaşamış olan bazı bilginlerin telâkkilerine uygun olarak "insan, bedende, bir cevher-i ferd ve bölünmeyen bir cüz'dür..." dediğimiz zaman tamamlanır. Ama biz, "insan, nefs-i natıkadır. Düşünen, ruhtan ibaret olup, belli bir yeri olmadığı gibi, bir yere hulul de etmeyen bir cevherdir..." dediğimizde, böyle bir soru ortadan kalkmış olur..

3) Bu, Mutezile'nin, "Mîsak almanın faydası, onun o vakitte mi, yoksa dünya hayatında mı bir hüccet olmasıdır?., "şeklindeki sorusudur. Buna karşı bizim cevabımız şundan ibarettir: Allah, istediğini yapar, dilediği tarzda hükmeder.. Bir de, bazı Mutezilîler amellerin tartılması ve uzuvların kon ustu rulmasıyla ilgili görüşü tashîh etmek istediklerinde, "Bu şeyleri duyurma hususunda bazı mükellefler için bir lütfün bulunması, uzak bir ihtimal değildir" dememişler miydi? İşte, burada da böyledir. Bir kısırfı melekler için, mîsak alındığı zamanda, saîd olanları, şakî olanlardan ayırdetmeleri için bir lütuf fiilinin olmuş olması da uzak bir ihtimal değildir.. Şöyle de denilmiştir: Allahü teâlâ onlara, o mîsakı, Kıyamet gününde hatırlatır.

Mutezile'nin diğer görüşleri zayıf olup, onlar hakkında konuşmak, pek kolay ve son derece de basittir.

Ayetle İlgili Hadisin Tevfîk Edilmesi

İkinci mukaddime: Bu, "O zerrelerden misak alınmış olmasının doğru olduğunun kabul edilmesi halinde, bu hadisenin ayetin lafızlarının tefsiri olduğunu söylemek mümkün müdür?" şeklindeki sualdir. Buna göre biz deriz ki, daha önce zikredilmiş olan üç açıklama, böyle bir soruyu savuşturmaktadır. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp..." buyruğundan muradın, "Hani Rabbin ademoğullarının sırtlarından..." şeklinde olduğunu beyan etmiştik.. Hem bu zürriyet, Adem'in sırtından alınmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "sırtından zürriyetini aldı" der. "zürriyetlerini sırtlarından aldı” demezdi.

Bu görüşü destekleyenler, şu şekilde cevap vermişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, ayeti bu şekilde tefsir ettiğine dair gelen rivayet sahihtir.. Resûlullah'ın yaptığı tefsiri tenkid elmek ise, mümkün değildir. Buna göre biz deriz ki: Ayetin zahiri, Hak teâlâ'nın, zerreleri, ademoğullarının sırtlarından çıkardığına delâtet eder.. Dolayısiyle bu, Allahü teâlâ'nın, falanca şahıstan falancanın, falancadan da falancanın., doğup meydana geleceğini bildiği manasına hamledilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, onların varlık âlemine gireceklerini, bildiği sıraya göre, onları çıkarmış ve birbirinden ayırdetmiştir... Ama, Allahü teâlâ'nın, bütün zürriyeti, Adem (aleyhisselâm)'in sulbünden çıkarması meselesine gelince, ayetin lafzında, bunun şöyle veya böyle olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Ancak ne var ki haber (hadis) buna delâlet etmektedir.. Binâenaleyh, zürriyetlerin, âdemoğullarının sırtlarından çıkarıldığı Kur'an ile; Adem'in sırtından çıkarıldığı ise hadis ile sabit olmuştur. Bunun böyle olması halinde de, bu iki husus arasında ne bir tezâd ne de bir çelişki söz konusu değildir. Şu halde mümkün olduğu kadarıyla, hem ayeti, hem ete hadisi tenkidden korumak için, bu iki hususun, ikisini de birden benimsemek gerekir.. Bu mukaddimenin izahı hususunda son sözümüz budur..

İkinci Mesele

Nafi, İbn Âmir ve Ebû Amr, cemî olarak elif ile zürriyyâtihim şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları müfred olarak zürriyyetehüm şeklinde okumuşlardır.

Vahidî şöyle demektedir: "Zürriyet" kelimesi, hem çoğul hem de tekil manayı ifade eder. Dolayısiyle, bu kelimeyi müfred okuyanlar, çoğul manasında da kullanıldığı için, onu çoğul kalıbında getirmemişlerdir.. Böylece bu kelime tıpkı, "beşer" kelimesi gibi olmuş olur. Çünkü "beşer" kelimesi de, Hak teâlâ'nın "Bu bir beşer değildir" (Yusuf. 31) ifadesinde olduğu gibi müfred, tekil manada kullanıldığı gibi, "Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?" (Teğabun, 6) ve "Siz de bizim gibi beşerden başka (bir şey) değilsiniz... "(ibrahim. 10) ayetlerinde olduğu gibi de, çoğul manada kullanılır. "Beşer" kelimesi, ne cem-i salim, ne de cem-i mükesser şeklinde çoğul yapılmadığı gibi, "zürriyet" kelimesi de çoğul yapılmaz...

Bu lafzı çoğul olarak okuyanlar ise, şöyle demişlerdir: "Zürriyet kelimesi her ne kadar müfred ise de, bunun çoğul yapılmasında bir müşkilât bulunmamaktadır. Eğer bu çoğul yapılırsa, çoğul yapılması da uygundur. Çünkü sen, meselâ (yollar), (duvarlar) kelimelerinde olduğu gibi, cem-i mükesser olan kelimelerin de cem-i müennes salım şeklinde çoğul yapıldıklarını görmektesin.. Bu, Yûnus'un tercihidir.."

Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerini kendilerine şahid tutmuş ve, "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti) Onlar da "Evet (Rabbimizsin)"... demişlerdi.." buyruğuna gelince biz deriz ki: Bir ilk mîsakın bulunduğunu isbat edip kabul edenlere göre, bu ifadede geçen açıklamalar, zahirî manalarına hamledilmiştir. Ama, bir ilk misakı kabul etmeyenlera göre, bu tabir bir teşbih ve temsil manasına hamledilmiştir.. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ onlara, kendisinin Rab olduğuna dair delilleri gösterdi ve onların akılları da buna şehadet etti.." şeklinde olur. Bu ifade tıpkı, Allah'ın onları bize ve bizim Allah'ın birliğini ikrar etmemize şahid tutması gibi olmuştur,

Âyetteki şehidnâ "(şahid olduk)" ifadesine gelince, bu hususta iki görüş öne sürülmüştür:

Birinci görüş: "Bu, meleklerin sözüdür. Zira o zürriyetler, "Evet" deyince, Allahü teâlâ, meleklere "şahid olun" dedi. Melekler de, "şahid olduk" dediler." Bu görüşe göre, vakfın, ifadesinin sonunda yapılması güzel olur. Çünkü zürriyetlerin sözü orada tamamlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Kıyamet günü, "Birim, bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi" buyruğunun izahı da şöyledir: "O zürriyetler, biz ikrar etmedik demesinler diye. melekler, "Biz, onlara, ikrar ettiklerine dair şahid olduk..." dediler. Böylece, en tekûlü kelimesinden "lâ" harfi düşmüştür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O. sizi sallayıp çalkalar diye. yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar... koydu" (Nahl. 15) ayetinde olduğu gibidir. Yani "sizi çalkalamasın diye.." demektir. Bu Kûfelilerin görüşüdür. Basralılara göre bu kelamın takdiri, "demelerini istemediğimiz için, şehadet ettik" şeklindedir.

İkinci görüş: Şehıdnâ lafzı, zürriyetlerin sözünün devamıdır. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet günü. "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz için..." ifadesi O'nun, "kendilerini kendilerine şahid tuttu " sözüyle ilgili olmuş olur. Buna göre takdirî mana, "Allah, onlar Kıyamet gününde, "biz bundan habersizdik" demesinler veya, "bunu söylemesinler" diye, onları kendilerine sununla, sununla... şahid tuttu" şeklinde olur. Böyle olması halinde de şehidnâ ifadesi üzerinde vakf yapılamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın (......) sözü, daha önce geçen sözüyle ilgilidir. Bu ifadeyi, öbür ifadeden ayırmak doğru değildir.

Kıraat imamları en tekûlü ile ev yekûlü kelimelerinin okunuşunda farklılık gösterirler: Ebu Amr her iki ifadeyi de yâ ile kumuştur. Çünkü, daha önce geçen söz, gâib sîgasıyla getirilmiştir. Ki bu da, buyruğudur. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi ta ile (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü ifadede, bir hitap sîğası da bulunmakta olup o da Cenâb-ı Hakk'ın, ifadeleridir. Bu iki açıklama da güzeldir. Çünkü gâib olanlar, mana cihetiyle muhatap olan kimselerdir. "Yauî, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş..." buyruğuna gelince, müfessirler şöyle dimişlerdir: "Bu ifadenin manası "Bu şahid tutmanın maksadı, kâfirlerin, "Biz müşrik olduk; çünkü atalarımız müşrik idiler; binâenaleyh, biz bu şirkimizde onları taklit ettik" dememelerini temin etmek içindir. Ki, bu aynı zamanda ayetteki "Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" ifadesinden de kastedilen husustur. Netice olarak diyebiliriz ki, Allahü teâlâ onlardan söz alınca, onların bu kadarcık bir mazerete tutunmaları imkânsız olur..."

Ayetin manasını, "Cenâb-ı Hakk'ın deliller ikâme etmesi, getirmesi" manasına hamledenlere gelince, onlar şöyle demişlerdir: "Bu ayetin manası, "Biz, yarın Kıyamette onlar, "Biz bundan habersizdik; bu hususa bizim dikkatimizi çeken bir kimse olmadı" veya, "Biz, atalarımızı taklit ederek müşrik olduk" diyemesinler diye, biz bu delilleri getirdik ve onların akıllarına sunduk. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine dair deliller onlarla birlikte bulunuyordu; binâenaleyh o delillerden yüz çevirip taklide yönelmeleri ve atalarına uymaları hususunda, onların geçerli bir mazereti bulunamaz" şeklindedir...

Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki (küfürlerinden) dönerler" buyurmuştur. Bu, "Bizim bu ayette yapmış olduğumuz açıklamalar gibi, onları, iyice düşünsünler ve böylece de hakka yönetip batıldan yüz çevirsinler diye, diğer ayetlerimizi de beyân edip açıkladık..." manasındadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "umulur ki (küfürlerinden) dönerler" buyruğundan kastedilen de budur. Yine bu ayete, "Tevhid hususunda onlardan aldığımız mîsakı, işte bu şekilde açıklıyoruz..." manası da verilmiştir... Ayetle ilgili bir üçüncü görüş de şudur: İnsanların ruhları onların bedenlerinden daha önce mevcut idi... İlâhın varlığını ikrar edip kabul etmek, o ruhların zâtlarının ve hakikatlerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Bu ilmi elde etmek için, çalışıp çabaiamaya ihtiyaç yoktur. Bu konu tamamiyle ancak, bu kitapta ele alınması mümkün olmayan gizli ve kapalı herkesçe anlaşılamayan aklî bazı bahisler ile ortaya konabilir. Allah en iyi bilendir.

İlmine Güvenen Tip: Belam

174 ﴿