202"Muttaki olanlara şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman toparlanıp kendilerine gelir, bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir bile. Şeytanların kardeşleri olan kâfirleri ise, bunlar sapıklığa sürerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar". Muttakiler Şeytanın Etkisinden Çabucak Sıyrılırlar Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, şeytanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bazen fit verdiğini ve bu durumun ilâcının da, Allah'a sığınmak olduğunu beyan edince, bu ayette de bu konuda, müttakilerin durumunun Hazret-i Peygamber'in durumundan daha da ileri ve vahim olduğunu bildirmiştir. Çünkü şeytan tarafından Hazret-i Peygamber hakkında meydana gelen olumsuz tesir, sadece, vesvesenin başlangıcı durumunda olan fitleme ve tahriktir. Halbuki, müttakiler hakkında bundan daha fazlasının bulunması mümkün görülmüştür ki bu da, müttakileri, şeytan tarafından meydana getirilen bir arızanın tutması, yakalamasıdır.. Tutmak ve yakalamak, hiç şüphesiz fitten daha ileri bir derecedir... İkinci Mesele İbn Kesir, Ebû Amr ve Kisaî, elifsiz olarak tayf; diğer kıraatimamları ise, elif ile olmak üzere tâif şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle demektedir: "Alimler, tayf kelimesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu kelimenin masdar olduğu ileri sürülmüştür. Ebu Zeyd "Bir şey ileri geri gidip geldiğinde herhangi bir şey, (veya herhangi bir topluluk) bir topluluğu kuşatıp onlar dört bir yandan çember içine aldığında yine bir kimse, uykusundan sıkıntılar ve elemler içine düştüğünde, denilir..." demiştir İbnu'l-Enbârı ise şöyle demiştir: "Tayf" kelimesinin aslının, tayyif şeklinde olması caizdir. Ancak ne var ki Araplar, şeddeyi ağır görerek, iki yâ'dan birisini hazfetmişler ve geriye sakin bir yâ bırakmışlardır." Birinci görüşe göre bu kelime masdar; İbnu'l-Enbarî'nin görüşüne göreyse bu kelime, tıpkı heynheyyin, (basit, kolay) ve meyt-meyyit (ölü, meyyit) kelimeleri gibidir. Saîd İbn Cübeyr'in şedde ile, tayyif şeklindeki okuyuşu da, İbnu'l-Enbarî'nin görüşünün doğruluğunu destekler..Tayf kelimesinin aslı, işte budur... Sonra delilik, öfke ve vesvese de, bu kelime ile adlandırılmaktadır. Çünkü bu da, hayâlin verdiği sıkıntıya benzeyen, şeytanın sıkıntılarından bir sıkıntı ve bir hayâldir. Ezherî de şöyle demektedir: "Arapça'da tayf kelimesi; delilik ve cinnet manasına gelir. Daha sonra öfke ve kızgınlığa da "tayf" ismi verilmiştir. Çünkü, kızan kimsenin durumu, delirmiş kimsenin durumuna benzer. Tâif kıraatine gelince bunun, fâilun ve fâiletun kalıbı üzere gelen, mesela afiye (afiyet), âkibe (âkibet, son) kelimeleri gibi, masdarlardan olmak üzere masdar olan tayf manasında olması caizdir. Ferrâ ise şöyle demiştir: "Bu ayette tâif veya tayf kelimeleri aynı manada olup, bu, insanı sıkıntıya düşüren hayâl gibi olan şeydir." Bazı alimler de tayf ve taif kelimeleri, tıpkı kelimeleri gibidir" demişlerdir. Üçüncü Mesele Bil ki gazab, kendisine kızılan kimsenin çirkin bir iş yaptığını görüp, sonra da kendisinin o işi yaptırtmamaya muktedir olduğuna; kendisine kızılan kimsenin ise, kendisini müdafaa edemiyeceğine inandığında insanı harekete geçiren, onu teşvik eden şeydir.. Bu üç inanç tahakkuk edip, o kimse de maddeler âleminin karanlıkları içine düştüğünde, işte insanlar o zaman işlerin zahirine aldanırlar. Ama, o kızan kimseye gayb aleminden bir nûr tecellî edince, bu üç inanç, pek çok yönden silinip gider. Kendisine kızılan kimsenin yaptığı işi çirkin görmek demek olan birinci fiile gelince, kızan kimse için, bu kimsenin o işi, Allahü teâlâ o kimsede o fiile dair kesin ve köklü bir sebep yarattığı için yaptığına; Allahü teâlâ onda böyle bir sebebi yaratınca da onun, o işi yapmamasının imkânsız olduğuna dair bir mükaşefe ve gaybî bir bilgi meydana geldiğinde, işte bu mana tecelli ettiğinde, o kimsenin öfkesi kendiliğinden silinip gider.. Yine kızan kimsenin hatırına, Allahü teâlâ'nın, kendisine kızılan kimsenin o durumunu bildiği; her ne zaman da böyle olursa, onun o fiili terketmesinin imkânsız olduğu şeklinde bir fikir ve düşünce gelirse, işte bu esnada da o kimsenin öfkesi yatışır... Hazret-i Peygamber, işte bu hususa, "Kim, Allah'ın kaderdeki sinini bilir, anlarsa, musibete katlanmak o kimseye kolay gelir" hadisiyle işaret etmiştir.. Kendisinin onu savuşturmaya muktedir; kendisine kızılan kimsenin ise aciz olduğuna inanmak şeklindeki ikinci ve üçüncü inanç şekline gelince, bu iki inanç sekti de pekçok yönden fasittir... a) Bu, kızan kimsenin, kendisinin de işlerinde nice kötülükler yaptığına, Allahü teâlâ'nın, bu hususta kendisi üzerinde kadir olduğuna; kendisinin, Allah'ın kudret elinde ve kabzasında esir bulunduğuna; buna rağmen, Allah'ın, onu atfettiğine inanmasıdır. b) Kendisine kızılan kimse, kızan kimsenin elinde, kızana göre aciz olduğu gibi, aynı şekilde kızan kimse de, Allah'ın kudretine nisbetle acizdir... c) Kızan kimsenin, Allah'ın kendisine, öfkesinin gereğini yerine getirmemeyi ve başkasına sıkıntı vermeyi terketmesini emrettiğini hatırlamasıdır... d) Kızan kimsenin, öfkenin gereğini yerine getirip hıncını aldığında, başka canlılara eziyyet veren vahşi hayvanlara ve öldürücü yılanlar grubuna katılacağını, intikam almayı bırakıp affı tercih etmesi halinde ise, peygamberlere ve büyük velilere yoldaş olacağını hatırlamasıdır.. e) Kızan kimsenin, "Bazan, bu zayıf kimsenin, kendisinden daha kuvvetli ve kendisinden de intikam almaya muktedir olabileceği bir duruma gelebileceğini ve böylece de, en kötü bir biçimde kendisinden intikam alabileceğini; ama, onu affettiğinde, bunun, kendisi tarafından o kimseye karşı yapılmış bir lütuf olacağını hatırlamasıdır." Netice olarak diyebiliriz ki: Hak teâlâ'nın, "Muttaki olanlara şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman.." ifadesinden, bahsettiğimiz bu üç inanç; O'nun tezekkerû (toparlanıp kendilerine gelirler) ifadesinen de, bahsetmiş olduğumuz bu inançların zayıflığını gösteren izahlar kastedilmiştir. O'nun, "Bir de bakarsın ki onlar, görüp bilmişlerdir bile" buyruğuna gelince bu, "insanların zihinlerinde bu tür hatırlatmalar, düşünceler mevcut olduğunda, işte o zaman şeytanın hayal ve sıkıntılarının insanı rahatsız edip basması yok olur, bunun yerini basîret, inkişâf ve tecellî alarak, böylece de şeytanın vesvesesinden kurtulma mümkün olur. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki iza edatı, müfâcee (sürpriz) manası ifade eder.. Mesela bu, senin, "Çıktım, bir de ne göreyim! Zeyd (karşımda durmuyor mu?!)" demen gibidir. ifadesindeki iza İse, bir ceza, bir mukabele gerektiren şart edatıdır... Bu da senin "Hurma koruğu kızardığı zaman sana geleceğim.." demen gibidir.. Cin ve İns Şeytanları Arasında Dayanışma Cenâb-ı Hakk'ın "Şeytanların kardeşleri olan kâfirleri ise, bunlar sapıklığa sürerler..." buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, ihvânuhum kelimesindeki hum zamirinin, kime râci' olduğu hususunda, şu iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir: Birinci görüş: Bunlardan en vazıhı olan bu görüşe göre ayetin manası, "Şeytanların kardeşleri, azgınlık hususunda o şeytanlara yardım ederler" şeklindedir.. Bu böyledir, zira insan şeytanları, cin şeytanlarının kardeşleridir. O halde, insanların şeytanları, insanları tahrik edip onları yoldan çıkartırlar. Böylece bu, azdırma ve saptırma hususunda, insan şeytanlarının cin şeytanlarına bir desteği ve yardımı olmuş olur. İkinci görüş: "Şeytanların kardeşleri" muttaki olmayan insanlardır. Çünkü şeytanlar, bu hususta, yani ittikâ etmeme hususunda müttakî olmayan kimselerin destekçisi olmuş olurlar. Bu her iki görüş de, "Her kâfirin, şeytanlardan bir arkadaşı bulunmaktadır" görüşüne bina edilmiştir... İkinci Mesele Ayette geçen "yardım etmek-yemuddûnehum" kelimesinin tefsiri, o vesveseyi kuvvetlendirmek, buna devam etmek ve nefsi, o vesvesenin çirkinlik ve kusurlarına vâkıf olmaktan alıkoymak..." şeklindedir.. Üçüncü Mesele Nâfi, yâ harfinin dammesi, mimin kesresi ile, "if'âl" kalıbından olmak üzere yümiddûnehum; diğer kıraat imamları ise, yâ harfinin fethası, mimin de dammesi ile, yemuddûnehum şeklinde okumuşlardır ki, gerek medde-yemuddu, gerekse emedde-yümiddü (yardım etmek, desteklemek, imdâd etmek..) aynı manaya gelen iki kullanıştır.. Medde fiilinin manasının, çekip uzatmak; emedde fiilinin manasının da "yardım etmek" olduğu da ileri sürülmüştür. Vahidî (r.h) şöyle demektedir: "Kur'an-ı Kerim'de, övülen ve sevilen şeyler hususundaki ayetlerde bu fiil, if'âl babından imdâd kullanılmıştır. Meselâ bu, "Onlar kendilerine imdâd ettiğimiz verdiğimiz mal ve evlâd ile..." (Müminun. 55);"Onlara., meyveleri., bol bol verdik"(Tur, 22) ve "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?" (Neml, 36) ayetleri gibidir. Bunun aksine olanlar ise, medde fiilinden gelmek üzere kullanılır. Meselâ Cenâb-ı Hak, "(Allah) onların, azgınlıkları içinde serseri dolaşmalarına mühlet verir" (Bakara. 15) buyurmuştur. Burada en açık mânâ, yâ harfinin fethasıyla olan âmmenin kıraatindeki mânadır. Yâ harfinin ötreli okunuşu ise, hayrın mukabili olan manayı ifade eder. Bu tıpkı, meselâ "Onları elim bir azabla müjdele" (Al-i imran, 21) ayetinde olduğu gibidir. Hak teâlâ, "Sonra da (yakalarını) bırakmazlar" buyurmuştur. Leys: "İksâr", bir şeyden geri durmaktır" der. Ebu Zeyd ise: "Bir kimse kötülükten geri durup vazgeçtiğinde, denilir" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu, "sonra onlar sapmaktan ve saptırmaktan geri durmazlar" demektir. Sapan sapmasında, saptırılan da saptırılmada devam ederler." Kur'an'da Nebi'nin Dahli Yoktur |
﴾ 202 ﴿