4

"Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında O'nun ayetleri okununca, bu onların imanını artırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler. Onlardır ki namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda harcarlar, işte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir. Rableri katında dereceler, bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti tükenmez rızk onlarındır".

Bil ki Allahü teâlâ, "Mü'minlerdenseniz... Allah'a ve Resulüne itaat edin. " buyurup, bu da imanın, taata götürmesini iktizâ edince, Cenâb-ı Hak bu hususu bu ayette, çok iyi bir biçimde açıklayıp tafsilatta bulunarak, imanın, ancak bu tâat ifâ edildiğinde bulunacağını beyan etmek üzere: "Mü'minler ancak .... " buyurmuştur. Bil ki bu ayet, imanın, ancak şu beş husus mevcut olduğunda tahakkuk edeceğine delâlet eder:

Allah Anılınca Kalpleri Titrer

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer" ayetinin beyan ettiği husustur. Vahidî (r.h) şöyle der: "Arapça'da, bir kimse korktuğunda denilir. Nitekim şair de, "Ömrüne yemin ederim ki, gerçekten ben çok korktuğum halde, belânın önce kime gelip çatacağını bilmiyorum..." demiştir.

Ayetten kastedilen mana ise şudur: "Mü'min kimse, ancak Allah'tan korktuğu zaman mü'min olur." Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir..." (zumer. 23); "Rablerînin huzuruna döneceklerinden yürekleri korkarak..." (Mü'minün, 57) ve "ki onlar namazlarda huşûya riayetkardırlar..." (Mü'minün, 2) ayetleri de böyledir...

Hakikat erbabı şöyle demektedir: Korku iki türlüdür:

a) İkâb korkusu. Cenâb-ı Hakk'ın azabından korkmak.

b) Azamet ve celâl korkusu. İkâb korkusu, günahkârların duyacağı korkudur. Celâl ve azamet korkusuna gelince bu, ister mukarreb melek olsun, isterse mürsel, gönderilmiş bir nebî olsun, mahlûkatın hiçbirinin kalbinden çıkmayan korkudur. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, zâtı gereği, bütün mevcudattan müstağnidir, onlara muhtaç değildir. O'nun dışında kalan mevcudat ise O'na muhtaçtırlar. Muhtaç olan kimse, zengin bir hükümdarın huzurunda bulunduğunda, ondan korkar ve ürperir. Bu dehşete kapılma ve korkma, hükümdarın vereceği cezadan dolayı değildir. Aksine bu, muhtaç olan kimsenin, onun kendisinden zengin; kendisinin de ona muhtaç olduğunu bilmesi, böyle bir korku ve ürpermeye sebep olmuştur.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Eğer ayette geçen korku ile ikâb korkusu murad edilmişse, bu korku, sırf Allah'ı zikretmekten dolayı bulunmaz. Bu ancak, Allah'ın vereceği cezayı hatırlamadan dolayı bulunur. İşte, buna lâyık olan korku da budur. Zira bu ayetin maksat ve gayesi, "enfâl"in taksimatı hususunda, Bedir savaşına katılanları Allah ve Resûlullah'a itaat etmeye mecbur etmek, ilzam etmektir.

Ama, burada geçen korku ile, ikinci kısım korku murad edilmişse, bu, sırf Allah'ı anmaktan dolayı gerekli ve lâzım olan korkudur. Öyleyse, ayette bir takdirde bulunmaya ihtiyaç yoktur.

Şayet, "Allah burada, "yürekleri titrer. "; bir başka ayette de, "Bunlar, iman edenlerdir. Allah'ın zikriyle gönülleri huzur ve sükûna kavuşur. " (Ra'd, 28) buyurmuştur. Bu iki ayetin arası, nasıl uzlaştırılabilir? Hem, Cenâb-ı Hak, bir başka ayette de: "... sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar..." (Zümer, 23) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Gönül huzuru ve itminan, ancak yakîn'in vereceği ferahlık ve manevî serinlik ile olur. Göğsün açılması, inşirah bulması ise ancak tevhîd bilgisi ile olur. Korku da, ancak ceza korkusundan dolayı meydana gelir. Şu halde bu iki durum arasında bir zıtlık bulunmamaktadır; aksine biz bu iki vasfın tek bir ayette bulunduğunu söylüyoruz ki, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri hem kalbleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" (Zümer, 23) ayetidir. Buna göre mana, "Deriler, Allah'ın azabının korkusundan dolayı ürperir, diken diken olur.. Daha sonra da, onların derileri ve kalbleri, Allah'ın mükâfaatını umduklarında yumuşar" şeklinde olur.

Ayetlerin Okunması, İmanlarını Güçlendirir

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca (bu), onların imanını arttırır. " ayetinin ifade ettiği husustur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden kimi: "Bu (süre), hanginizin imanını artırdı?" der" (Tevbe, 124) ayetinde olduğu gibidir. Sonra, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Tasdik" manasında olan imanın artması iki şekilde olur:

a) Bu, Vahidi (r.h)'nin de anlattığına göre, bütün ilim erbabının benimsemiş olduğu görüştür. Buna göre, kimin bu hususta daha fazla ve daha güçlü delili bulunuyorsa, onun imanı daha fazla olur. Zira, delillerin çokluğuna ve kuvvetine göre, şüpheler yok olup, yakîn (kesin bilgi) hasıl olur, meydana gelir. İşte bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şayet, Ebu Bekr'in imanı, yeryüzündekilerin imanı ile tartılacak olsaydı, onun imanı ağır basardı..." Benzeri bir hadis için bkz: Ebu Davud, Sünnet, 8 (4/208); Keşlu'l-Hafa, 2/165: Tirmizi, Rüya, 10 (4/540). sözüyle, işaret etmektedir. Hazret-i Peygamber, bununla O'nun Allah'a dair bilgisinin daha kuvvetli olduğunu kasdetmektedir.

Bu Ayetteki "Artma"dan Maksat

Birisi şöyle diyebilir: Ayette bahsedilen bu "artma" "ziyadeleşme" ile, ya delilin kuvvetliliği, veyahut da delillerin çokluğu murad edilmiştir. Delilin kuvvetiiliği meselesine gelince, bu geçersizdir. Zira, hiç şüphesiz her delil, birtakım mukaddimelerden meydana gelmektedir. O mukaddimeler de ya, zıddına mani olacak biçimde kesin olurlar, veyahut da böyle olmazlar. Binâenaleyh, zıddına mâni olan kesinlik, bütün mukaddimelerde bulunursa, bu tefsire göre, delillerin bir kısmının diğer bir kısmından daha kuvvetli olması imkânsız olur. Zira, zıddına mani olan kat'iyyet, farklılık kabul etmez.. Eğer, zıddına mani olacak kesinlik, , mukaddimelerin tamamında ya da bir kısmında bulunmazsa, bu, delil sayılmaz; aksine bu, bir emare, (ipucu) olur. Bu emareden meydana gelecek olan sonuç da, ilim değil, bir zan olur. Böylece, bu anlatmış olduğumuz hususlarla, kuvvet bakımından delillerde farklılıkların bulunmasının imkânsız olduğu sabit olur. Delillerin çokluğu itibariyle farklılıkların bulunması da böyledir. Zira, tek bir delil sebebiyle meydana gelen katiyyet, eğer zıddına manî olursa, bu durumda onun, pek çok delil bir araya geldiğinde daha da kuvvetli olması imkânsız olur. Yok, eğer zıddına mani olmazsa, o d, elil olmaz. Aksine o, bir emare olur. Böylece de netice, kesin değil, zannî olur. Binâenaleyh, bu tevîlin de zayıf olduğu sabit olmuş olur.

Bil ki, şöyle denebilir: Ayette bahsedilen artma ile, hem devam, hem de devamsızlık murad edilmiştir. Çünkü istidlalde bulunanlardan bazıları, bir anlık durum hariç, ne delili ne de medlulü sürekli zihninde taşıyamaz. Bazı kimselerde, bu durum sürekli olabilir. Bu iki uç arasında, farklı ortamlar ve farklı dereceler bulunmaktadır; işte ziyâdeden murad da budur.

b) Tasdik manasında olan imanın artmasına gelince, bu onların, Allah katından nazil olup kendilerine okunan her şeyi tasdik etmeleri demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, mükellefiyetler ardarda, peşpeşe gelince, işte her teklifin meydana gelmesi esnasında, onlar tasdik ve ikrarlarını arttırıyorlardı. Bir kimseyi iki şey hakkında tasdik eden bir kimsenin tasdiki, o kimseyi, tek bir şey hakkında tasdik eden kimsenin tasdikinden daha çoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca bu, onların imanını arttırır" buyruğunun manası, "Onlar, her ne zaman yeni bîr ayet duyup dinlediklerinde, yeni bir ikrarda bulunurlardı " demek olur. Böylece bu, iman ve tasdikte, bir artma olmuş olur.

Bu ifadeyle ilgili bir üçüncü izah da şudur: Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâli, ancak, Allah'ın mahlûkatındaki hikmetinin eserleri vasıtasıyla bilinir, anlaşılır. Bu husus, sahili olmayan bir denizdir. İnsan akit her ne zaman, Allah'ın bir başka şeyi yaratmasındaki hikmetinin eserlerine takılıp kalırsa, bundan, bir şeyi yaratmasındaki hikmetinin ne olduğunu talep edip aramaya geçer. Böylece de bu kimse, birincisinden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olan bir mertebeden başka bir mertebeye geçmiş olur. Bu mertebeler sınırsız olunca, hiç şüphesiz ki tecellî, keşf ve marifet mertebeleri de sınırsız olur.

İmanın Artıp Eksilmesi Mümkün müdür?

Alimler, imanın artma ve eksilmeyi kabul edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmanın, inanç, ikrar ve amelin toplamından ibaret olduğunu söyleyen kimseler, bu ayet ile şu iki yönden istidlal etmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "bu, onların imanını artırır" ifadesi, imanın, artmayı kabul ettiğine delalet etmektedir. Şayet iman, bilmek ve ikrar etmek, itiraf edip açıklamaktan ibaret olsaydı, o zaman artmayı kabul etmezdi.

b) Allahü teâlâ, bu beş şeyi zikrederken, bu beş şey ile muttasıf olanlar hakkında, 'İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İşte bu da, bütün bu hasletlerin "iman" ismine dahil olduğuna delâlet eder. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'İman, yetmiş küsur kısımdır. Bunların en yücesi, Allah'tan başka ilah olmadığına şehâdet etmektir. En düşüğü ise, eziyyet veren şeyleri yoldan gidermektir. Haya da imanın bir şubesidir" Müslim, İman, 57-58 (1/63); Buhâri, İman, 3.

Bu görüşte olanlar, imanın bu üç rüknün toplamından ibaret olduğuna dair, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Çünkü ayet, imanın artmayı kabul ettiğine dair son derece sarîh ve açıktır. Halbuki, bilmek ve ikrar etmek, farklı farklı olmayı kabul etmezler. Binâenaleyh imanın, ikrar, itikad ve amelin toplamından ibaret olması gerekir İşte, amelde farklılığın bulunabilmesi sebebiyle, imandaki farklılık ortaya çıkmıştır..."

Yapılmış olan bu istidlal, zayıftır. Zira biz, devam edip etmemeyle alâkalı olan farklılığın, itikad ve ikrarda da bulunabileceğini beyan etmiştik. Bu kadar şey, imanda farklılığın bulunabileceğini anlatmak hususunda kâfidir. Allah en iyi bilendir.

Ayetlerin, Dinleyenin İmanını Arttırma Meselesi

Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca, bu onların imanını arttırır. buyruğunun zahiri, imanda artışın bulunması hususunda, müessir olanın o ayetler olduğunu sas ettirmektedir. Halbuki durum böyle değildir. Zira, o ayetlerin bizzat kendisi, manda bir artış gerektirmez. Aksine, eğer böyle olması gerekse bile, bu artmayı gerektiren şey, o ayetleri denlemektir; yahut da o ayetleri bilmek ve anlamak, itikad ve tasdikte artmayı gerektirir. Allah en iyi bilendir.

3) Hak teâlâ'nın "Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki, mü'minlerin vasfı, Hak teâlâ'nın vaadinde ve atdinde sadık olduğuna güvenmek, "Allah ve Resulü doğru söylemiştir!" demek onların sözünün, münafıkların tıpkı, "Allah ve Resulü bize, bir aldatıştan başka şey vaad etmemiştir" (Ahzab, 12) şeklindeki sözleri gibi olmamasıdır. Sonra biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti hasr ifade eder. Buna göre mana, "onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler" şeklinde olur. İşte bu hal çok yüce bir mertebe, şerefli bir derecedir. Bu da, insanın.herhangi bir işte sadece Allah'a güvenip dayandığı bir durumda bulunmasıdır..

Bil ki bu üç nitelik, en güzel bir biçimde tertip edilip sıraya konulmuştur. Çünkü, birinci mertebe, Allah'ın ikâbından korkmak mertebesi, - ikinci mertebe, Allah'ın tekliflerine boyun eğmek mertebesi ve üçüncü mertebe de, Allah'ın dışındaki şeylerden alâkayı tamamiyle kesip, tamamiyle Allah'ın lütuf ve keremine itimâd etmektir. Hatta, Allah'ın dışındaki şeylerden, tamamiyle müstağni olmaktır.

Namaz ve İnfakın Hakikati

4 ve 5) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar" ayetinin ifade ettiği hususlardır. Bil ki, daha önce geçmiş olan üç mertebe, insanların kalbleri ve gönülleri, içleri hakkında nazar-ı dikkate alınan hallerdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bu durumlardan, insanların zahirî hallerinin gözetilmesine geçmiştir. Zahirî olarak nazar-ı dikkate alman tâatlerin başı, bedeni namazda; malı da Allah'ın rızasında harcayıp tüketmektir. Bu ifâdeye zekâtlar, sadakalar, sıla-i rahimler, cihad hususundaki infaklar, harcamalar ve camilere, köprülere yapılacak olan infaklar da dahildir.

Mutezile şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, kendisine vermiş olduğu rızıklardan infakta bulunan kimseleri medhetmiştir. Halbuki ümmet, haram olan şeylerden infakta bulunmanın caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da haramın, rızık olmayacağına delâlet eder." Bu söz, defalarca geçmişti.

Bil ki Allah, mü'minler hakkında bu beş hali ve sıfatı zikredince, o vasıfları taşıyan kimseler için de şu üç şeyin bulunduğunu belirtmiştir:

Birincisi: Bu, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki hakken kelimesinin ne ile ilgili olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu kelime buyruğu ile ilgilidir. Yani, "Gerçekten hakikaten mü'min olanlar onlardır" demektir.

b) Cümle, "İşte onlar, müminlerin ta kendileridir ifadesinde tamamlanmıştır. Daha sonra tekrar söze başlanarak, buyurmuştur.

İkinci Mesele

Alimler, ayetteki hakken kelimesinin mansub oluşu hususunda birkaç izah zikretmişlerdir:

Bunu size bir hak (gercek) olarak haber veriyorum" yani "gerçek bir haber verişle, haber veriyorum" şeklindedir. Şu ayet de bunun benzeridir: "işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" (Nisa, 151).

2) Sibeveyh de şöyle der: "Bu, kendisine sözün delâlet ettiği mahzûf bir fiilin, te'kidî mef'ûl-ü mutlakıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Onların yaptıkları o şey, doğru olan bir hak idi" şeklindedir.

3) Zeccâc, bu ifadenin takdirinin "İşte onlar mü'm'mlerdir. Ben, bunu bir hak (gerçek) olarak bildiriyorum.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

İnsanın Kesin İfade İle "Ben Mü'minim Demesi Hakkında

Alimler, mü'min bir kimsenin, "Ben mü'minim" diyebileceği hususunda ittifak etmişler, fakat bir kimsenin, "Ben gerçekten mü'minim" deyip diyemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bundan dolayı Şâfii âlimleri, "Evlâ olan, insanın, "İnşaallah ben mü'minim" demesidir. Ama "Ben gerçekten mü'minim" diyemez" derlerken; Hanefî alimleri, "Evla olan, insanın, "Ben gerçekten mü'minim" demesidir. Ama insanın, "İnşaallah (eğer Allah dilerse), ben mü'minim" demesi caiz değildir" demişlerdir. Bir kimsenin, "İnşaallah ben mü'minim" diyebileceğini söyleyenlerin iki mukaddimeleri vardır:

Birinci mukaddime: Bunun, imanın mevcudiyetinde bir şekkin bulunmasından ötürü olmasıdır.

İkinci mukaddime: Durumun böyle olmamasıdır.

Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Şafiî (r.h)'ye göre iman, itikad, ikrar ve amel üçlüsünün toplamından ibarettir. İnsanın sâlih amelleri yerine getirebilmiş olup olmaması hususunun şüpheli bir şey olduğu kesindir. Halbuki bir mahiyetin (şeyin), parçalarının birinde bulunan şüphe, o şeyin mevcud olup olmadığı hususunda da bir şüpheyi gerektirir. Binâenaleyh insan, her nekadar kesin olarak itikad ve ikrarın bulunduğunu söylese de, amelin (tam olarak) bulunduğu hususunda şüphe edince, amel hususundaki bu şüphe, o kimsenin, kendisinde imanın bulunduğu hususunda da şüphe etmesini gerektirir.

Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise iman; itikad ve ikrarın toplamına denilip, amel (ibadet), iman isminin dışında sayıldığı için, ameller hususundaki şüpheden dolayı, imanın olup olmadığı hususunda şüphelenmek gerekmez. Binâenaleyh "iman, üç şeyin toplamından ibarettir" diyenlere göre, imanın olup olmadığında şüphe bulunduğu; "Amel, iman vasfının dışındadır" diyenlere göre ise, imanın mevcudiyeti hususunda bir şüphenin olmayacağı sabit olmuş olur. İşte bu duruma göre, iki mezheb arasındaki ihtilafın sadece lafızda olduğu ortaya çıkmış olur.

İmanda İstisna Yani "İnşaallah Mü'minim" Demek

İkinci mukaddimeye gelince, ki bu, insanın, imanı olduğu hususunda bir şüphesi olmadığı halde, "Ben, inşaallah mü'minim" demesidir. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) Mü'minlik bir insan için en şerefli bir sıfat, en kıymetli bir ündür. Bu durumda "ben mü'minim" deyince sanki kendisini büyük bir övgü ile medhetmiş olur. Binaenaleyh bu kimsenin, kalbinde bir mahviyyete ve ucbün (kendini beğenmenin) zevaline sebeb olsun diye, "inşaallah" demesi gerekir. Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanife (r.h), Katade'ye: "Niçin imanında istisna yapıyorsun? (yani inşaallah diyorsun)" dediğinde, o: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Ceza günü, kusurlarımı bağışlamasını umduğum da O (Allah'dır)" (şuara, 62) şeklindeki sözünde, Ebu Hanife (r.h) Ona, "Allah: "Buna inanmadın mı yoksa?" dediğinde söylediği, "inandım" (Bakara. 260) şeklinde sözünde ona "uysan ya..." dedi. Ben de diyorum ki: Katâde, Ebu Hanife'ye Şöyle diyerek cevap verebilirdi: "Fakat Hazret-i İbrahim, "inandım" dedikten sonra, "Fakat kalbimin yatışması için (Ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istiyorum)" (Bakara. 260) dedi ve böylece itminanının artmasını istedi. İşte bu da, mutlaka iman hususunda "inşaallah" denilmesine delâlet eder."

Kâmil İmanın Şartları

2) Allahü teâlâ bu ayette, bir kimsenin ancak o beş sıfata sahip olduğu zaman mü'min olacağını belirtmiştir:

a) Allah'dan korkmak (ittika etmek),

b) Allah'ın dininde samimî ve ihlastı olmak,

c) Allah'a dayanıp tevekkül etmek,

d) Allah rızası için namaz kılmak,

e) Allah rızası için zekat vermek. Allahü teâlâ ayetin başında "hasr" manasını ifade eden bir kelime de kullanmıştır. Bu, "Mü'minler ancak onlardır ki tabiridir. Yine O, ayetin sonunda da, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" buyurmuştur ki, bu ifade de "hasr" manâsındadır. Binâenaleyh ayet bu manaya delâlet edip, insanın da kendisinde bu beş sıfatın bulunduğuna dair kesin söz söylemesi imkansız olduğuna göre, "İnşaallah ben mü'minim" demesi daha uygun olur.

Rivayet olunduğuna göre, birisi Hasan el-Basri'ye: "Sen mü'min misin?" diye sorunca, o: "İman iki çeşittir. Eğer sen benim, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip etmediğimi soruyorsan, ben mü'minim. Yok sen, "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yüreklen titrer..." ayetinin anlattığı manada bir mümin olup olmadığımı soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, onlardan olup olmadığımı (tam) bilemiyorum" demiştir.

3) Kur'an-ı Kerim, mü'min olan herkesin, cennetliklerden olduğunu gösterir. Binâenaleyh bir kimsenin mü'min olduğunu söylemek, o kimsenin cennetliklerden olduğunu kesin olarak söylemeyi gerektirir. Halbuki bunu söylemeye imkan yoktur. İşte bu hususta da böyledir. Sevrî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimsenin gerçek mü'min olduğu iddia edilir de, sonra da onun cennetlik olduğuna şehâdet edilmezse, ayetin yarısına iman edilmiş olur." Bu sözden şu netice çıkar: O kimsenin, cennetliklerden olduğunu söylemek imkânsız olduğuna göre, onun kesin olarak mü'min olduğunu söylemek de imkânsızdır.

4) İman, kalbin tasdikinden ve bilmesinden ibarettir. Buna göre bir kimse ancak, bu tasdik ve bilgi kalbinde bulunup, aklından hiç çıkmadığı zaman gerçekten mü'min olur. Fakat bu husus zail olunca, o kimse ancak Allah'ın hükmüne göre mü'min olur. Ama işin özünde ise, hayır!..

Bunu iyice kavradığında, bil ki insanın "inşaallah (eğer Allah dilerse, ben mü'minim)" sözünün iman vasfının devam etmesi ve herhangi bir gaflet ve zuhûl bulunmaksızın, devamlı bir şekilde bu manada imanın onun kalbinde ve kafasında bulunuşu ile ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Bu, ihtimal dahilindedir.

5) "Muvâfât" ashabı şöyle derler: "Bir kimsenin, bulunduğu anda mü'min olmasının şartı, imanlı olarak ölmesidir. Bu şart ise, ancak ölürken gerçekleşir. Dolayısı ile bu husus bilinemez, meçhuldür. Meçhul olan bir şarta bağlı olan şey de meçhuldür. İşte bu sebepten ötürü, "inşaallah ben mü'minim" denilmesi güzel olur.

6) Kişinin, "İnşaallah ben ölürken mü'minim" demesi... Bundan maksad, bu istisnayı (inşaallah'ı) neticeye ve sonuca havale etmektir. Çünkü bir kimse, her nekadar o anda mü'min ise de, bu imanın neticede (ölüm esnasında) bulunmaması farzedildiğinde, yok gibi olur ve asla bundan bir fayda elde edilemez. İşte bu istisnanın belirtilmesinin maksadı, böylesi bir husustur.

7) "İnşaallah" sözü, kesinliğe ve kat'îliğe ters değildir. Baksana Allah da, Andolsun ki Allah, Resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. inşaallah, emniyet içinde, başlarınızı traş ettirerek veya kısaltarak, korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, sek ve şüpheden münezzehtir. Binâenaleyh O'nun bu "inşaallah"! kullarına bir öğretme olarak zikrettiği anlaşılır. İşte burada da evlâ olan, işlerin Allah'a havale edildiğini gösteren bu kelimeyi kullanmaktır. Böylece bu kelimenin bereketi sayesinde, imanın devamı sağlanmış olur.

8) Bir grup selef ulemâsı, bu kelimeyi kullanmışlardır. Onların bu görüşünü destekleyen delili, biz de Allah'ın kitabında görmekteyiz. Bu, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetidir. Bunlar, Allah'ın ilmine ve hükmüne göre mü'min olanlardır. Binâenaleyh bu ifade, hem böyle olan, hem de böyle olmayan kimselerin olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla mü'min bir kimse, "İnşaallah (ben mü'minim)" der. Böylece de Cenâb-ı Allah, onu bu sözünün bereketi ile, ikinci kısımdakiferden değil de, birinci kısımdakilerden kılar.

"İnşaallah" ifadesinin, burada söylenmesinin caiz olmadığını söyleyenler de görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir:

a) Hareket eden bir kimse "Ben hareket ediyorum" diyebilir. Fakat "inşaallah ben hareket ediyorum" demesi caiz değildir. Oturan veya ayakta duran kimse için de durum aynıdır. Binâenaleyh bu konuda da, mü'min bir kimsenin "ben mü'minim" demesi gerekir, "inşaallah ben mü'minim" demesi caiz değildir. Cismin, gelecekte hareket etme halinden çıkacak olması, şu anda hareket ettiğini söylemeye mani olmadığına göre, istikbalde imanın zail olma ihtimali, şu anda o kimsenin mü'min olduğunu söylemeye mâni değildir,

b) Allahü teâlâ, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" buyurmuş ve o kimselerin gerçekten mü'min olduklarını söylemiştir. Binâenaleyh insanın, "inşaallah " demesi, Allahü teâlâ'nın kesinkes mevcûd olduğunu söylediği birşey hususunda şek ve şüphe etmeyi gerektirir ki bu caiz değildir.

Bunların birinci görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: "İnsanın mü'min oluşu ile hareket edici olması arasında, bahsettiğimiz bir çok yönden fark vardır. Bu ikisi arasında, böyle bir fark bulununca, bunları aynı şekilde değerlendirmek imkansız olur."

İkinci görüşe de şöyle cevap veririz: "Allahü teâlâ, ayette bahsedilen sıfatarâ sahip olan kimselerin gerçekten mü'min olduklarını söylemiştir. Halbuki şartın bulunup bulunmadığında şüphe vardır. Şarttaki şüphe, meşrutta (onun şart koşulduğu şeyde) de şüpheyi gerektirir. Bu da, bizim görüşümüzü kuvvetlendirir. " Allah en iyi bilendir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, ayette bahsedilen beş sıfata sahib olan kimseler için verdiği ikinci hüküm, "Rableri katında dereceler... onlarındır" buyruğunun belirttiği husustur. Bu, "onların, birbirlerinden üstün mertebeleri vardır" demektir.

Bil ki ayette bahsedilen sıfatlar iki kısımdır: İlk üçü, kalb ve ruhla ilgili sıfat ve hallerdir. Bunlar, korku, ihlâs ve tevekküldür. Son iki sıfat ise, zahirî amel ve huylarla ilgilidir. Bu amellerin ve huyların kalbin saflaştırılıp, marifetullah ile nurlandırılmasında tesirleri olduğunda şüphe yoktur. Tesir eden şey ne kadar kuvvetli olursa, tesirin de o nisbette kuvvetli olacağı, bunun aksinin de aksi şekilde olacağı, şüphesizdir. Dolayısıyla bu huyların ve amellerin çeşitli derece ve mertebeleri olduğuna göre, marifet ve bilginin de derece ve mertebeleri vardır ki işte ayetteki, "Rableri katında dereceler... onlarındır" ifadesi ile kastedilen budur. Cennetteki mükafaatlar da, bu hallere göre ayarlanır. Binâenaleyh ruhanî saadetlerin mertebelerinin, hem ölümden önce, hem de sonra bulundukları sabit olmuş olur..Cennette bulunan saadet mertebeleri ise çok ve farklı farklıdır. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, "Rableri katında dereceler... onlarındır" buyurmuştur.

Eğer: "Daha aşağı derecede olan, daha üst derecede olan için, yüce derecelerin olduğunu, anlayınca, kalbi mahzunlaşır ve hayatın tadı kaçar. Bu ise, cennet mükafaatının "rızk-ı kerim" olmasını zedeler" denilirse, buna şöyle cevap veririz: "Her kişinin, kendisine âit saadeti içine dalıp gömülmesi, o kişide bir kin ve hasedin doğmasına mani olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Ahiret halleri, ancak isim bakımından dünya halleri ile bir münasebet arzederler.

Üçüncüsü ve Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın "Bir bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti tükenmez bir rızık onlarındır " ifadesinin anlattığı şeydir. Ayette geçen mağfiret (bağışlanma) ile, Allahü teâlâ'nın, onların günahlarını bağışlaması; rızk-ı kerîm (bitmez-tükenmez rızık) ile de, cennet nimetleri kastedilmiştir.

Kelâmcılar şöyle derler: "Bunun rızk-ı kerim oluşu, o nimetlerin temiz, devamlı ve ikram ve saygı vasfına bürünmüş olmalarıdır. İşte bütün bunların toplamı, "sevap" ve "mükâfaat" tarifini ortaya kor"

Arifler şöyle demişlerdir: "Ayetteki "mağfiret" ile, Allah'dan başkası ile meşgul oluştan dolayı, insanın kalbinde meydana gelen zulmetleri (karanlıkları) silip götürme; rızk-ı kerim" ile de, marifetullah ve muhabbetullaha gömülme sebebiyle doğacak : an nurlar kastedilmiştir."

Vahidî de şöyle demektedir: "Dilciler şöyle demektedir: Kerîm, övünülen ve güzel görünen her şeyi içine alan bir isimdir. Kerîm, kendisine muhtaç olunan şeyler hakkında, övülmüştür, methedilmiştir. Gerek, Allahü teâlâ, gerekse Kur'an-ı Kerim, Kerîm" vasfıyla nitelenmiştir. Nitekim "...Doğrusu, bana çok şerefli bir mektup bırakıldı" (Neml.29); "... her sınıftan güzel..." (Lokman, 10) "ve sizi şerefli bir mevkiye sokarız" (Nisa, 31) ve "onlara çok güzel söz söyle" (isrâ, 23) buyurmuştur. O halde, rızk-ı kerîm, kıymetli, üstün ve güzel olan rızık demektir.

Hişâm İbn Urve de şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifade ile, onlara cennette hazırladığı, lezzetli yiyecek içecekler ile, güzel faydalanma ve yaşayışı kasdetmiştir." Beaderim ki, bizim burada, ruhanî manevî lezzetlerin, maddi lezzetlerden daha güzel olduğunu beyan etmemiz gerekir. Biz bu manayı, bu kitabın pekçok yerinde ele alıp izah ettik. Bu durumda, ayette bahsedilen kerîm rızkın, ruhanî ve manevî lezzetler olduğu, bunların da marifetullah, muhabbetullah ile, kulluk şuuruna gark olmak olduğu ortaya çıkar.

Birisi şayet, "Ayetin zahiri, bu beş şey ile vasfedilmiş kimsenin ikâbdan (cezadan) kurtulduğuna, ve mükafaata nail olduğuna hükmedilmiş olduğunu gösterir. Bu da, kulun üzerinde, bu beş şeyin dışında başka bir mükellefiyetin bulunmamasını gerektirir. Halbuki bu, müslümanların icmâsıyla batıl olan bir husustur. Zira insanların oruç tutmaları, haccetmeleri ve diğer farzları da mutlaka yerine getirmeleri gerekir" derse, biz deriz ki:

Allahü Teâlâ söze: "Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında ayetleri okununca bu, onların İmanını arttırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..." buyruğu ile başlamıştır. Halbuki, bütün mükellefiyetler, bu iki cümlenin hükmüne dahildir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, batınî hallerin en şereflisinin, tevekkül; zahirî amellerin en kıymetlisinin de namaz ve zekât olduğuna dikkat çekmek için, batınî sıfatlardan, özellikle tevekkülü; zahirî amellerden de namaz ve zekâtı bilhassa zikretmiştir.

Bedir Savaşıyla İlgili Nüzul Sebebi

4 ﴿