6"Eğer, o müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver, ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olacağı bir yere kadar (selâmetle) ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetin, daha önceki ayetlerle münasebeti hususunda, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Müşriklerden birisi, Hazret-i Ali (k.v)'ye: "Biz, bu (muahede) müddeti bittikten sonra, Allah'ın kelâmını dinlemek için veya herhangibir ihtiyaçtan dolayı Peygamber'e gelmek istersek, öldürülür müyüz?" deyince, Hazret-i Ali: "Hayır, çünkü Allahü teâlâ, "Eğer o müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver- Ta ki Allah'ın ielammı dinlesin" buyurmuştur" der. Bu sözün izahı şöyledir: Allahü teâlâ, haram aylar çıktıktan sonra, müşriklerin öldürülmelerini emredince, bu, Allah'ın hüccetinin onların aleyhine olarak devam ettiğine ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, daha önce söylediği her türlü delil ve beyyinenin, onların mazeretlerinin ve ileri sürecekleri şeylerin kabul edilmemesi hususunda yettiğine delâlet eder. Bu da, müşriklerden herhangi birisinin, bir delil ve hüccet istemesi halinde, bu isteğinin nazar-ı itibara alınmayıp, ondan müslüman olmasının, aksi takdirde öldürüleceğinin söylenmesini gerektirir. Binâenaleyh bu hüküm kalblere doğunca (şâyî olunca), Allahü teâlâ böyle bir şüpheyi ortadan kaldırmak için bu ayeti zikretmiştir. Bundan maksad, bir kâfirin bir hüccet ve delil istemek için, yahut Kur'an'ı dinlemek için gelmesi halinde, ona mühlet verilmesinin vacib olup, öldürülmesinin haram olduğunu ve kendisini emin hissedeceği bir yere kadar ulaştırılmasının vâcib olduğunu beyân etmektir. Bu da, öldürmeyi meşru kılmanın hikmetinin, din-i İslam'ın kabulü ve tevhidin ikrarını temin olduğuna delâlet eder. Yine bu, Allah'ın dini üzerinde tefekkürün, en yüce makam ve derece olduğuna delâlet eder. Çünkü kanı helâl sayılan bir kâfir, kendisinin dinî tefekkür ve istidlale talib olduğunu açıklayınca, bu helal sayılma hükmü ortadan kalkar ve Peygamberin onu, emin olacağı bir yere kadar sağ salim ulaştırması vacib olur. Ayetteki ehad kelimesi, ayette yer alan istecâre fiilinin açıklamış olduğu mukadder bir fiil ile merfû olup; takdiri, şeklindedir, Bu kelimenin mübtedâ olarak merfû olması caiz değildir. Çünkü, fiillerde âmil olan in edatı, fiilin dışındaki şeye gelmez. (Gelmişse, orada hazfedilen bir fiil var demektir.) Buna göre şayet, "Ayetin takdiri sizin bahsettiğiniz gibi olduğuna göre, bu hakiki gerçek tertibin terkedilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu husustaki hikmet, Sîbeveyh'in bahsettiği şu husustur: "Araplar, en mühim olanı ve kendisiyle daha çok ilgilendikleri şeyi öne alırlar." Biz burada, delilin zahirinin, müşriklerin kanını akıtmanın mubah olduğunu gerektirdiğini beyan etmiştik. Binâenaleyh, (sığınmaları halinde) onların kanının heder edilmekten korunmaya daha çok itina gösterildiğine delâlet etsin diye, ehad kelimesi önce zikredilerek bu tertibe riayet edilmiştir. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu, "şayet senden, onlardan birisi, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar öldürülmekten emin kılınmasını talep ederse, onu emin kıl, himaye et" demektir. Kelamullah Hakkında Mutezıle'nin İddiası Mutezile şöyle demiştir: "Bu ayet, Allah'ın kelâmını kâfir-mü'min, zındık-sıddîk herkesin dinlediğine delalet eder. Halkın çoğunluğunun dinlediği şey ise, sadece bu harfler ve bu seslerdir. Böylece bu, Allah'ın kelâmının, işte bu harfler ve bu seslerden ibaret olduğuna delâlet eder. Bu harfler ve seslerin kadîm olmadıktan, zarurî olarak bilinen bir husustur. Zira, Allah'ın bu harflerle konuşması, ya bir anda, yahut da sırayla olmuştur. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak bu harfleri birden, aynı anda konuşmuşsa, bundan muntazam bir kelam meydana gelmez. Çünkü söz ancak, bu harfler varlık âlemine ardarda ve peşpeşe girdikleri zaman muntazam olur. Binâenaleyh, şayet o harfler ardarda değil de aynı anda meydana gelecek olurlarsa, bir intizâm meydana gelmez, böylece de bir kelâm teşekkül etmez. Ama o harfler ve sesler ardarda ve peşpeşe meydana geldiklerinde, "önce olanın bitmesi, sonra olanın da (bundan sonra) meydana gelmesi gerekir ki bu da, hadis olmayı, sonradan olmayı doğurur. Binâenaleyh bu, Allah'ın kelâmının rnuhdes olduğuna delâlet eder" Mutezile sözüne devamla şöyle der: "Şayet siz, Allah'ın kelâmı, harf ve seslerden başka bir şeydir" derseniz (biz deriz ki) bu bâtıldır. Zira Allah'ın Resulü, "Allah'ın sözü" ifadesiyle, ancak bu harf ve seslere işaret etmiştir." Haşviyye ile bazı ahmak kimselere gelince, onlar, şöyle demektedirler: "Bu ayet ile, Allah'ın kelâmının, ancak bu harfler ve sesler olduğu ve Allah'ın kelamının kadîm olduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, harflerin ve seslerin de kadim olduğuna hükmetmek gerekir." Bil ki, Üstad Ebû Bekr İbn Fûrek, şunu öne sürmüştür: "Biz, bu harf ve sesleri dinlediğimizde, bununla birlikte Allah'ın kelâmını da duymuş oluyoruz." Ama diğer alimler, onun bu görüşünü kabul etmemişlerdir. Zira o kadîm olan kelâm, ya bu harfler ve seslerin bizzat kendisidir veyahut da bundan başka bir şey olur. Birinci görüş, cahil kimselerin ve Haşviyye'nin görüşü olup, hiçbir akıllıya bunu söylemek yakışmaz. İkincisi de bâtıldır; çünkü böyle olması halinde biz, harfleri ve sesleri dinlediğimizde, bu harf ve seslerin mahiyetine muhalif olan diğer bir şeyi de dinlemiş oluruz. Ancak ne var ki biz, zarurî olarak, bu harf ve sesleri dinlediğimizde, bunun dışında başka bir şey duymaz; duyu organlarıyla, bunlardan başka diğer bir şeyi de idrâk edemeyiz. Böylece, bu söz de itibardan düşmüş olur. Mutezile'nin görüşüne karşı verilecek en doğru cevap, şöyle dememizdir: Bizim dinleyip durduğumuz bu şeyler, size göre, Allah'ın kelâmının aynısı değildir. Çünkü Allah'ın kelâmı, ilk defa yarattığı harfler ve seslerdir. Daha doğrusu o harfler ve sesfer, sona ermiş, bitmişlerdir. Halbuki bizim dinleyip durduğumuz şey ise, insanın yaptığı, meydana getirdiği, okuduğu harfler ve seslerdir. Binâenaleyh, sizin bizim aleyhimize olarak söylediğiniz ve bizi ilzam etmek istediğiniz şey, sizin aleyhinize de vaki olur. Bil ki, Ebu Ali el-Cübbaî, bu ilzamın çok kuvvetli olmasından dolayı, şaşırtıcı bir yol tutarak, şöyle demiştir: "Allah'ın kelâmı, harflere ve seslere benzemeyen, onlardan farklı bir şeydir. Ve o kelâm, her okuyucunun okumasıyla beraber devam eder. " Mutezile bile, bu görüşün zayıflığı ve tutarsızlığı hususunda mutabakat halindedirler. Allah en iyisini bilendir. Taklid Kâfi Değil, Mutlaka Tefekkür Gereklidir Bil ki bu ayet, dinde taklidin yeterli olmadığına, mutlaka tefekkür etmenin ve düşünmenin gerektiğine delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira taklid yeterli olsaydı, bu kâfire mühlet verilmemesi; aksine ona, "ya iman edeceksin; yahut da seni öldüreceğiz" denilmesi gerekirdi. Aksine, biz ona bunu söyleyemiyor, ona mühlet veriyor, korkuyu ondan gideriyor ve bize de, onu, kendisini emniyette hissedeceği bir yere ulaştırmamız vâcib olunca, biz bunun, ancak, dinde taklidin yeterli olmadığı; tam aksine, mutlaka hüccet ve delilin gerekli olduğu gerekçesiyle olduğunu anlamış oluyoruz. İşte bu sebepten dolayı, bir düşünme ve istidlalde bulunma zamanı olsun diye, ona mühlet veriyor ve ona bir süre tanıyoruz. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Ayette, bu sürenin ne kadar olacağına delâlet eden herhangi bir açıklama yoktur. Belki de, bunun miktarı ancak örf ile tayin edilir. Binâenaleyh, her ne zaman bir müşrikte, onun hakkı, hakikati aradığı; istidlal etmenin yollarını araştırdığına dair alâmetler görülürse, o zaman ona mühlet tanınır, yakası da bırakılır. Yok, eğer onda, hakdan yüz çevirdiğine, yalanlarla oyalayarak zamanı geçiştirdiğine dair bir şeyler hissolunursa, o zaman ona iltifat edilmez. Allah en iyisini bilendir. Müşriğin Kur'an Dinleme Talebi Bu ayette zikredilen bir başka husus da, o müşriğin Kur'an'ı dinlemek istemesidir. Bu sebeple biz diyoruz ki, onun delilleri dinlemesi ve şüphelerine karşı cevap talebinde bulunması da, bu hususa dahildir. Bunun delil şudur: Allahü teâlâ, o emin kılmanın ve himaye etmenin vâcib olduğunu, onun bilgisizliğine bağlamıştır. Zira Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bilmeyi istediği, hakka ulaşmayı arzuladığı için onu emin kıl, himaye et" şeklinde olur. Şu halde, kendisinde böyle bir illet ve sebep bulunan herkese emân vermek vâcib olur. Burada Kelamullah Ne Demektir? Cenâb-ı Hakk'ın, "Ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin..." ifadesi hakkında da şu izahlar yapılmıştır. a) Cenâb-ı Hak, bu ifadeyle, Kur'an'ın tamamını dinlemesini murad etmiştir, Zira, delîl ve beyyinelerin tamamı, Kur'an'dadır. b) Cenâb-ı Hak, bu tabirle onun, Berâe sûresini dinlemesini murad etmiştir. Çünkü bu sûre, müşriklere karşı nasıl muamele edileceğine dair hükümleri ihtiva etmektedir. c) Cenâb-ı Hak bu tabirle, delillerin tamamını dinlemesini murad etmiştir. Kur'an-ı Kerim, delillerin büyük bir çoğunluğunun yerine geçen bir kitap olduğu için, burada özellikle zikredilmiştir. Cenâb-ı Hak, "Sonra onu emin olacağı bir yere kadar selamette ulaştır" buyurmuştur. Bu, "Onu, içinde, gerek canları gerekse malları hususunda kendilerini emniyyette hissedecekleri kavimlerinin memleketlerine ulaştır" demektir. Ancak bundan sonra, onlarla savaşmak ve onları öldürmek caiz olur. Fukahâ şöyle demiştir: "Meselâ, İslâm'a girme ümidiyle Allah'ın kelâmını dinlemek gibi şer'î bir maksat; yahut da ticari bir gayeyle yurda girmek için eman dilemiş olması hariç, kâfir olan bir harbî (kendisiyle savaşılan), İslâm memleketine girdiği zaman, malıyla beraber kendisi de ganimet malı olmuş olur. Binâenaleyh, şayet o, bir çocuğun veya bir delinin emân vermesiyle İslâm beldesine girmiş olursa, bunların emânlan da bir tür emân sayılır. Binâenaleyh o kimsenin kendisini emniyyette hissedeceği yere ulaştırılması gerekir. Bu da o kimsenin ve malının korunmuş bir vaziyyette, kendisi için emniyyet beldesi olan bir yere ulaştırılmasıdır. Yine o müşriklerden, İslâm memleketine elçi olarak giren olursa, bu elçilik de onun hakkında bir "emân" sayılır. Yine bir kimse, İslâm beldesine bir mal almak gayesiyle girerse, hem onun matı, hem de kendisi için emân söz konusudur. Allah, en iyisini bilendir. |
﴾ 6 ﴿