15

"Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlan azablandırsm; onları rüsvay etsin; size, onlara karşı nusret versin; müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın ve kalblerinizden gayzı gidersin. Allah, dilediği kimseye tevbe nasib eder. Allah alimdir, hakimdir ".

Bil ki Allahü teâlâ, bir önceki ayette, "Ey müminler, yeminlerini bozan (...) bir kavim ile dövüşmez misiniz?" buyurunca, bunun peşinden, herbiri mü'minlere savaşa yönelmesini gerektiren yedi husus zikretmişti. O, bu ayette savaş emrini tekrar ederek, savaşın beş faydasını saymıştır ki, bunların da herbirinin, tek tek de olsalar, kıymeti çok büyüktür, ya bunların hepsi birden bulunursa, o zaman durum nasıl olur?

Savaşın faydalarından birincisi "Allah sizin ellerinizle onları azablandırsm" ayeti ile ifade edilen faydadır. Bu ifade ile igili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Yapılan bu iş meşru olduğu halde Allah, bunu "azab" diye ifade etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ kâfirlere azab edecektir. Binâenaleyh O, isterse o azabı bu dünyada peşin olarak verir, isterse ahirete bırakır.

Resulullah Kavminin Azaplandırılması

İkinci bahis: Bu ayette bahsedilen azab etme ile, bazan öldürme, bazan esir alma, üçüncü bir husus olarak onların mallarının ganimet olarak alınması kastedilmiştir. Bundan dolayı, "azablandırma"nm içine üçü de girer. Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, "Sen içlerinde iken (ey habibim), Allah onlara azab etmez" (Enfâl, 33) buyurmamış mıdır? Binâenaleyh daha nasıl, "Allah sizin ellerinizle onları azablandınr" demiştir?" denilirse, biz de deriz ki: "Allah'ın, "Sen içlerinde iken (ey habibim), Allah onlara azab etmez" (Enfal, 33) ayeti ile, onların köklerini kazıyacak bir azab; "Allah sizin ellerinizle onları azablandırır" ayeti ile de, öldürme ve onlarla savaşma azabı kastedilmiştir. Bu iki azab arasındaki fark şudur: "Kökü kazıma azabı, her nekadar (kökü kazınan kavim içindeki) günahsız kimselerin sevablarının artmasına sebeb olsa da, bazan günahsız kimselere de şamil olan, katil (öldürme) azabı ise sadece günahkar kimselere mahsus olan bir azaptır.

Üçüncü bahis: Alimlerimiz, "külün fiilini de Allah yaratır" şeklindeki görüşlerine, "Allah sizin ellerinizle onları azabiadırır" ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü bu "azablandırma" ile, öldürme ve esir alma manası kastedilmiştir. Ayetin zahiri, bu öldürüp esir almanın, aslında Allah'ın işi olduğuna, ancak O'nun, bu işini, kullarının elleriyle varlık âlemine getirdiğine delâlet eder ki bu, biz (ehl-i sünnetin) görüşü hususunda, açıktır.

Cübbâî buna karşı cevap vererek şöyle der: "Allahü teâlâ'nın, mü'min kullarının elleriyle, kâfirlere azab ettiği söylenebilecek olsaydı, o zaman, kâfirlerin elleriyle de mü'min kullarına azab ettiği, peygamberlerini kâfirlerin lisanlarıyla yalanladığı ve yine kâfirlerin lisanlarıyla müslümanları lanetlediği de söylenebilirdi. Çünkü Allahü teâlâ bunun da yaratıcısıdır. Şu halde bu, Cebriyye'ye göre (ehl-i sünnetçe) caiz olmadığına göre, Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ bu tefsire göre, bütün taatlan kendisinin fiili olarak belirttiği gibi, zikrettiğimiz bu şeyleri de, O'nun emri ve lûtuflan ile meydana gelmiş olmasından dolayı, mecazî olarak zatına izafe etmiştir." Alimlerimiz Cübbâî'nin bu iddiasına cevap olarak şöyle demişlerdir: "Bize karşı, ilzam ettiğiniz şeye gelince, gerçekten durum böyledir. Ancak ne var ki biz, Allahü teâlâ'nın, bütün cisimlerin yaratıcısı olduğunu bildiğimiz halde, bunu dil ile söylemeyiz. Mesela biz, "ey idrarların ve dışkıların (pisliklerin) yaratıcısı; Ey böcekleri ve kurtçukları meydana getiren!" demeyiz. İşte burada da böyledir. Yine biz, zinanın, livâtanın ve diğer çirkin fiillerin ancak Allah'ın onu yapmaya kadir kılması ve imkân vermesi ile meydana geldiği hususunda mutabıkız. Ama, "Ey zina ve livâtayı kolaylaştıran" veya "Ey bunların önündeki engelleri kaldıran" denilmez. İşte burada da böyledir. Cübbâî'nin, "Öyleyse murad, kudret vermektir" şeklindeki sözü hususunda deriz ki: "Bu, sözü zahirinden saptırmaktır. Bu ise, ancak kahir ve kesin başka bir delil bulunursa olabilir. Kahir ve kesin delil, burada bizden yanadır. Çünkü fiil ancak, meydana gelmiş bir dâî (sebeb)ten ötürü sadır olur. Bu dâî ise ancak Allah tarafından meydana getirilir.

Savaşın İkinci Faydası: Kâfirleri Zelil Kılmak

Savaşın faydalarından İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlan rüsvay etsin" buyruğunun anlattığı husustur. Bu, "Allah onların başına öylesine bir zillet ve hakirlik verir ki, kendilerini mü'minlerin ellerinde kahrolmuş, zefîl ve rezil-rüsvay bulurlar" demektir. Vahidî, "Bu tabirin manası, "Siz onları öldürdükten sonra, Allah onları rezil eder" demektir" der. Bu, o rezil rüsvay oluşun, onlar için ahirette meydana geleceğine delâlet etmektedir: Bu görüş, rezil-rüsvay oluşun dünyada vâkî olduğunu beyân ettiğimizden ötürü, zayıftır.

Üçüncü Fayda: Mü'minlere Zafer Sağlama

Üçüncü fayda, Hak teâlâ'nın "Size, onlara karşı nusret versin" ayetinin ifade ettiği husustur. Bunun manası şudur: "Kahredilmeleri yüzünden, onların rezil ve rüsvay olmaları gerçekleşince, onlara karşı kahir ve üstün olmaları sebebi ile, müslümanlar için de yardım ve muzafferiyet meydana gelmiştir."

Buna göre eğer bazıları, "Bu rezil-rüsvay oluş, mü'minler için o yardımın meydana gelmesini gerektirince, bu yardımı (nusreti) ayrıca zikretmek abes ve manasız olur" derlerse, biz deriz ki, "Durum öyle değildir. Çünkü onların bu rezil ve rüsvay oluşlarının, mü'minler eliyle meydana gelmiş olması, fakat başka bir sebepten ötürü mü'minlerin başına da bir bela gelmesi muhtemeldir. İşte Cenâb-ı Hak, "Size, onlara karşı nusret (yardım-muzafferiyet) versin" buyurunca, bu ifade mü'minlerin bu yardımdan, fetihden ve zaferden istifâde ettiklerine delâlet eder.

Dördüncü Fayda: Mü'minleri Sevindirme

Dördüncü fayda, Cenâb-ı Hakk'ın "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" buyruğunun ifade ettiği husustur. Daha önce Huzâa Kabilesi'nin müslüman olduğunu, Kureyş'in Huzaa'ya karşılık Bekiroğullarına karşı yardım ettiğini, böylece onların başına bela ve musibetler getirdiğini, bunun üzerine de, Allahü teâlâ'nın Bekiroğulları'nın yaptıktan bu şeylere karşılık onların (Huzaalıların) kalblerine şifâ verdiğini zikretmiştik. Malumdur ki, düşmanından uzun bir süre eziyet çeken bir kimseye, Allah, o düşmanına karşı en güzel bir şekilde güç-kuvvet verince, onun bundan duyduğu şükür ve ferahlık çok büyük olur. Bu, onun kalbinin kuvvetlenmesine ve azminin artmasına bir sebep teşkil eder.

Beşinci Fayda: Kalblerden Gayzı Giderme

Savaşın beşinci faydası, ayetteki, "Ve kalblerinden gayzı gidersin" tabiri ile anlatılan husustur.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" ifadesi, Allah'ın gayzdan doğan eleme şifa verdiğini ifade eder. Binâenaleyh bu, gayzı gidermenin ta kendisidir. O halde ayetteki, 'Ve kalblerinden gayzı gidersin" tabiri, bir tekrardır." Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, bu fethin (Mekke Fethi'nin) onlara nasib ve müyesser olacağını va'adetmişti. Bundan dolayı onlar, bunun ne zaman olacağını beklemekten ötürü bir sıkıntı içinde idiler. Nitekim, "İntizâr (beklemek), kırmızı ölümdür" denilir. İşte Cenâb-ı Allah, onların kalblerinde, bu beklemeden doğan zahmet ve sıkıntıyı gidermiş, ferahlık vermiştir. Bu izaha göre, ayetteki, "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" ifadesi ile, "Kalblerinden gayzı gidersin" ifadesi arasındaki fark ortaya çıkar.

Cenâb-ı Hakk'ın, savaş için zikrettiği beş fayda, işte bunlardır. Bunların hepsi de, insandaki "gazab kuvvefinden neş'et eden şeyleri teskin etmeye yöneliktir. Gazab kuvvetinden neş'et eden şeyler ise, düşmanının başına büyük bela getirmek, ondan intikam almak ve gayzını tatmin etmek, gidermektir. Allahü teâlâ, bu faydalar içinde, mal (ganimet) elde etmeyi ve yiyecek-içecek elde etmeyi zikretmemiştir. Çünkü Araplar, bir hamiyyet (taassub) ve izzet-i nefis duygusu üzerine yaratılmış bir topluluktur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, onların bu karakterlerine daha uygun ve münasip düştüğü için, onları bunlarla teşvik etmiştir. Bu hususla ilgili geriye birkaç bahis kalmıştır:

Birinci bahis: Bu açıklamalar, Mekke'nin fethine uygundur. Çünkü Mekke'nin Fethi hadisesinde cereyan eden şeyler, ayette bahsedilen şeylere benzemektedir. İşte bundan dolayı, ayetin Mekke'nin fethi hakkında olduğunu söylemek mümkündür.

İkinci bahis: Ayet-i kerime, mucizeye delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu hallerin meydana geleceğini (önceden) haber vermiştir. Bu haller de, ayetteki habere uygun olarak meydana gelmiştir. Böylece bu, gaybtan haber verme olmuştur. Gaybden haber verme ise bir mucizedir.

Üçüncü bahis: Bu ayet-i kerime, sahabenin, Allah'ın ilminde (katında) hakiki bir iman ile mü'min olduklarına delâlet eder. Çünkü bu ayet, onların kalbterinin, dinden (İslam'dan) ötürü, gayz ve hamiyyet duygusu ile dopdolu olduğuna, İslam dininin yücelip yayılması için büyük bir arzu ve istek duyduklarına delâlet eder. Böyle haller ise ancak mü'minlerin kalblerinde bulunur.

Bil ki Hak teâlâ'nın, bunları böyle sıfatlarla vasfetmiş olması, onların merhametli ve şefkatli olmalarına mani değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak onları, "Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı ise onurlu ve zorludur" (Mâide, 54) ve "Onlar, kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler"(Fetih, 29) diye tavsif etmiştir.

Allahü teâlâ daha sonra, "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" buyurmuştur.

Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu ifade, müste'nef (yeni) bir cümle olarak zikredilmiş olup, sözüne bir cevap (netice) olması mümkün değildir. Çünkü "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" ifadesini, mü'minlerin kâfirlere karşı savaşmasına bir ceza ve mükâfaat saymak mümkün değildir." Ferrâ ve Zeccâc şöyle devam ederler: "Bunun bir benzeri de "Fakat Allah dilerse senin kalbini mühürler" (Şura, 24) ayetidir. Söz (mana) bu ifâdede tamamlanmış, sonra Allahü teâlâ aynı ayetin devamında yeni bir söze başlayarak 'Ve Allah bâtılı Mahveder" (Şura, 24) buyurmuştur.

Bazı alimler ise, "Bu tevbenin, o savaşın bir mükâfaat ve cezası olması mümkündür" derler. Bunun, birkaç yönden izahı yapılır:

1) Allahü teâlâ onlara, savaşı emredince, Esamm'ın görüşüne göre, muhtemelen bu onlardan bazılarına zor gelmiştir. İşte mü'minler savaşa atılınca, bu amel, onların önceki isteksizliklerine ve zorunsamalarına karşı bir tevbe yerine geçmiş olur.

2) Nusret ve zaferin, gerçekleşmesi büyük bir nimettir. Kul, Allah'ın nimetlerinin peşpeşe geldiğini müşahede ettiği zaman, bu müşahedenin onu bütün günahlarından tevbe etmeye sevketmesi uzak bir ihtimal değildir.

3) Yardım, nusret ve fetih gerçekleşip, ellerine çokça mal (ganimet) ve nimetler geçtiğinde, bunların lezzetleri haram olan bir yoldan elde edilecekken, o mal ve makam elde edildiğinde helâl yoldan elde etmek de mümkündür. Böylece mal ve makamın çokluğu, bu yönlerden insanı tevbeye sevkedici olur.

4) Bazıları şöyle derler: "İnsan nefsi, dünya ve onun lezzetlerine karşı büyük bir temayül duyar. Dünyanın kapıları insana açılıp, Allahü teâlâ da onun için hayırlar murad edince, o kul dünya zevklerinin değersiz ve önemsiz olduğunu anlar. O zaman dünya, onun gözünde çok değersiz bir hale gelir. Böylece bu, nefsin dünyaya iltifat etmemesine vesile olur. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan naklettiği, "Bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiç kimseye lâyık (nasib) olmasın" (Sad, 34)şeklindeki sözünün tefsirinde zikredilen açıklamalardan birisi de budur. Yani, "Bu mülkün meydana gelmesinden sonra, artık hiç kimse dünyayı taleb etmekle meşgul olmasın" demektir. Sonra bu kul, mülklerin en büyüğü olan bu mülkün tahakkuk etmesi esnasında, onun dünyadan ötürü meydana gelmediğini, onun lezzetlerinde ve arzularında hiçbir faydanın bulunmadığını anlar. O zaman, kalbi dünyadan yüz çevirir ve ona zerrece kıymet vermez. Böylece savaşın olmasının, sayılan bu beş faydayı temin ettiği, bu faydaların meydana gelişinin, tevbeye sebep olduğu ve dolayısı ile tevbenin savaşa bağlı olduğu sabit olmuş olur.

Allahü teâlâ, "... dilediği kimseye" buyurmuştur. Çünkü insanın dünya malına nail olması ve ona dünyanın kapılarının açılması, bazan kalbin dünyadan yüz çevirmesine sebep olur ki, bu ancak Allahü teâlâ'nın kendisi hakkında hayrı murad ettiği kimse için söz konusudur. Bazan da bu hal, insanın dünyaya İyice dalmasına, onun için kendisini âdeta helak etmesine, bu sebeple Allah yolundan uzaklaşmasına da sebep olabilir. İşte zikrettiğimiz şekilde (insanların) durumu farklı farklı olduğu için, Allahü teâlâ, "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yani Allah, mülkünde ve metekûtunda, yaptığı ve istediği her şeyi bihakkın bilir, yani, "ahkâmında ve fiillerinde hikmet sahibi olup, isabet edendir" buyurmuştur.

Cihad İmtihanı Her Mü'mini Beklemektedir

15 ﴿