| 98"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından daha şiddetli; Allah'ın. Resulü üzerine indirdiğinin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar, Allah, kemâliyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar ve size belâlar gelmesini bekler durur. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir". Bil ki bu ayet, bizim söylediğimiz şu hususun doğruluğuna delâlet etmektedir: Allahü teâlâ bu hükümlere tekrar yer vermiştir. Çünkü bu ayetlerle bedevi münafıklara hitâb murad edilmiştir. İşte bu sebeple onların küfür ve nifaklarının daha şiddetli olup Allah'ın indirdiği hükümlerin hududlarını tanımamaya da daha hazır olduklarını beyân buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: A'râb İle E'râb Arasındaki Fark Dilciler şöyle demektedirler; "Arapça'da, soy bakımından Arap olan bir kimseye, denilir ki, bu kelimenin çoğulu, (......) kelimesidir. Bu tıpkı (mecusi) ve (yahudi) denilip de, cemilerinde nisbet yâ'sıhazfedilerek (mecusiler) ve (yahudiler) denilmesi gibidir. Yine Arapça'da, ister Arap ırkından, isterse mevaliden olsun, çölde yaşayan ve yağmurların yağıp otun bittiği yerleri araştıran kimseye de, elif ile, Bedevî adam denilip, bunun da çoğulu (bedeviler...) kelimeleridir. Bu nedenle, bedeviye, "Ey Arap! (Ey Arabî)" denildiğinde sevinir, ama, irken Arap olanlara, "Ey A'rabî!" denildiğindeyse kızar. O halde, Arap beldelerine yerleşerek oralarda yaşayanlara Arab; çölde yaşayanlara ise "e'râb" ismi verilir. Bu ikisinin farklı şeyler olduğuna şunlar da delâlet eder; a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Arapları sevmek imandandır" Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt. 33924. Hadis. buyurmuştur. Ama, arabîleri (bedevileri) Cenâb-ı Hak, bu ayette kınamıştır. b) Muhacir ve ensar için, e'râb denilmesi caiz değildir. Zira onlar ancak Arab olup, dinin mertebelerinde e'rabîlerden önce gelirler. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hiçbir kadın, erkeğe: fâsık. mü'mine: bedevî de muhacire idareci yapılmaz " buyurmuştur. c) Arapların, Arap olarak isimlendirilmesi şundandır: Çünkü, Hazret-i İsmail'in çocukları "Arebe"de doğup büyümüşlerdir. Arebe ise, Tihâme (Çöl) bölgesindendir. Böylece o çocuklar, beldelerine nisbet edilmişlerdir. Arap yarımadasında meskûn olan ve onların dillerini konuşanlar da, onlardandır. Çünkü bunlar da Hazret-i İsmail'in çocuklarındandır. Yine, Arapların "Arap" adını almalarının sebebinin, onların lisanlarının kalblerindeki şeyleri i'râb yani ifade etmesi olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça'nın, diğer dillerde bulunmayan pekçok fesahat ve akıcılık üslûbu ihtiva ettiğinde de şüphe yoktur. Hikmet erbabından birinin, yazmış olduğu bir kitapta şöyle dediğini gördüm: "Rumların hikmeti beyinlerindedir. Zira onlar, çok acayip terkibler meydana getirebilirler. Hindlilerin hikmeti vehimlerinde, Yunanlıların hikmetiyse kalblerindedir Bu böyledir, zira çok mal elde etmek, akılla alâkalı bir şeydir. Arapların hikmeti de, lisanlarındadır. Bu, onların lafızlarının çok tatlı ve ibarelerinin de çok çekici olmasındandır." Bu Ayette Muayyen Bedeviler Kasdedilmıştir. Bazı kimseler şöyle demiştir: Başında elif-lâm bulunan çoğul kelimelerde asıl olan, onun daha önce geçmiş belirli bir şeye ait olmasıdır. Binaenaleyh, daha önce geçmiş belirli bir şey bulunmazsa, bu kelime zorunlu olarak istiğrak manasına hamledilir. Zira, çoğul sîgaların manalarının tahakkuk etmesinde, üç veya daha fazla miktarın bulunması kâfidir. Elif-lâm, tarif ifâde eder. Öyleyse daha önce geçmiş, malum olan bir topluluk bulunursa, bu kelimenin onlara hamledilmesi gerekir. Yok eğer bulunmazsa. mücmellikten kaçınmak için, istiğrak manasına hamledilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın el-e'râb kelimesiyle, muayyen bir grup bedevi münafık kastedilmiştir ki onlar, Medineli münafıklarla dost idiler. Binaenaleyh, bu lafız onlara aittir. Allahü teâlâ, bedevi Araplar hakkında şu iki hükmü vermiştir: Birinci hüküm: Onların küfür ve nifak bakımından daha beter olmalarıdır. Bunun sebebi şunlardır: 1) Bedeviler, vahşîlere benzerler. 2) Kuru ve yakıcı havanın onları istilâ etmesi. Bu onların, daha fazla şaşırmalarına, kibirlenmelerine, böbürlenmelerine, büyülenmelerine ve tökezleyip yanılmalarına yol açar. 3) Onlar, bir idarecinin idaresi, bir terbiyecinin terbiyesi, bir amirin kontrolü ve emri altında değillerdi. Bu sebeple, diledikleri gibi yaşıyorlardı. Kim böyle olursa, her yönden en büyük fesatçı olur. 4) Akşam sabah Hazret-i Peygamber'in va'z-u nasihatini, şifalı açıklamalarını ve mükemmel terbiyesini müşahede edip gören kimse, nasıl olur da bu hayırlardan etkilenmeyen ve onun bu kutlu haberini duymayan kimseye müsavi olabilir? 5) Şehirde yaşayanlarla çölde yaşayanlar arasındaki farkı bilmek için dağda yetişen yabanî meyveleri, bağda-bahçede yetişen meyvelerle mukayese et! İkinci hüküm: "Allah'ın, Resulü üzerine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki ecder kelimesinin manası, daha müsait, daha lâyık" demektir. Bu ayette, takdiri şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır, ifâdesinin tefsiri hususunda, "mükellefiyetlerin ve hükümlerinin miktarı"; "adl, tevhid, nübüvvet ve meâdın delillerinin dereceleri" dir denilmiştir. Allah, "Maklûkatın kalblerindekini en iyi bilen, farz kıldığı farzlar hakkında da en iyi hükmedendir' buyurmuştur. Cenâb-ı Hak "Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar.." buyurmuştur. Mağrem, gerâme gibi masdardır. Bunun manası şudur: "Bedevî Araplardan, Allah yolunda infâk edilen şeyin bir angarya ve ziyan olduğuna inananlar bulunmaktadır. Onun böyle düşünmesinin sebebi şudur: O zatın Allah rızası için ve O'nun mükâfaatını beklediği için değil. Sırf müslümanların tenkidinden korunup gösteriş yapmak için harcamaktadır. Cenâb-ı Hak, 'Ve size, belâlar gelmesini bekler durur" buyurmuştur. Yani, "ölümünüzü, öldürülmenizi gözetirler" takdirindedir." Bu, "Hazret-i Pevaamberin ölümü sebebiyle işlerinizin alt üst olmasını ve müşriklerin de size galip gelmesini gözetirler" demektir. Cenâb-ı Hak sonra, bunu onlara iade ederek, "O belâlar kendi başlarına olsun!" buyurmuştur. Dâire kelimesinin tekil bir kelime olması mümkün olduğu gibi, bunun sıfât-ı galibe, mevsûfu hazfolan bir sıfat olması da mümkündür. Bu ancak, tıpkı bir daire gibi insanı kuşatan ve kendisinden kurtulunması mümkün olmayan bir belâ, bir musibet hakkında kullanılır, (......) kelimesi sin harfinin hem ötresi hem de fethası ile okunmuştur. Ferrâ, şöyle demektedir: "Bu kelimeyi, sin'in fethasıyla okumak daha uygundur. Zira, bu senin (kötü olmak) şeklindeki sözünün bir masdandır. Sin harfini ötre ile okuyan, bu kelimeyi isim kabul etmiştir. Bu da tıpkı senin: "Belâ ve azâb dairesi, onların üzerine olsun" demen gibidir. Ne "Senin baban kötü bir adam değildi., " (Meryem. 28) ve de, "Kötü zanda bulundunuz" (Fetih, 12) ayetlerinde sini damme okumak caiz değildir. Aksi halde ayetin takdiri "Senin baban, azâb olan bir adam değildir" ve "azâb zanda bulundunuz" şeklinde olurdu. Bunun böyle olmayacağı malûmdur." Ahfeş ve Ebu Ubeyd şöyle demişlerdir: "Kim sini fetha ile okursa, bu tıpkı senin şeklindeki sözün gibi olur. Daha sonra da, başına da elif lâm getirilerek "kötü adam" denilir" Bu hususta Ahfeş şu beyti nakletmiştir: "Sen, bir gün sahibinin (arkadaşının) üzerinde bir kan gördüğünde hemen kanın üzerine atılan kötü bir kurt gibisin." Sin'i ötre ile okuyanlar ise, sözüyle, zarar vermeyi, şerri, belâyı ve kötülüğü murad etmişlerdir. Buna göre sanki, "Hezimet ve belâ dairesi onların başına olsun. Bu, onların başına insin!" denilmek istenmiştir. Ebu Ali el-Farisî de şöyle demiştir: "Şayet daire kelimesi, sev' veya sû kelimelerine muzaf kılınmazsa, bundan (doğrudan doğruya) kötülük manası murad edilir. Zira "Zamanın belâ ve musibeti" tabiri ancak, kötülük hakkında kullanılır." Bunun iyice kavradığında biz diyoruz ki: Buna göre mana, "Belâ ve hüzün, onlar üzerinde dönüp dolaşsın. Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun dini hususunda, ancak kendilerini üzen şeyi görsünler" şeklinde olur. Daha sonra Cenab-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah onların sözlerini bihakkın, niyyetlerini de bihakkın bilendir" demektir. | 
﴾ 98 ﴿