100

"islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensâr ile, onlara güzellikle tâbi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razi olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu, en büyük bahtiyarlıktır".

Bil ki Allahü teâlâ, infak ettikleri şeyleri Allah'a yaklaşma ve Resulünün duasına bir vesîle bilen bedevî Arapların faziletlerini ve onlar için hazırlamış olduğu mükâfaatı zikredince onların makam ve mevkilerinden daha yüce makamlar bulunduğunu söylemiştir ki, bunlar da birinci dereceyi kazananların mertebeleridir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Alimler, muhacir ve ensardan birinci dereceyi kazananların kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta birkaç görüş beyân etmişlerdir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bunların her iki kıbleye dönerek namaz kılan ve Bedir'e iştirak edenler olduğunu söylerken; Şa'bî'den bunların Bey'atu'r'rıdvân'da bulunanlar olduğu nakledilmiştir. Bana göre bu hususta doğru olanın, bunların, hicret ve yardım etme hususunda birinci dereceyi almış olan kimseler olmasıdır. Bunun böyle olduğuna şu delâlet etmektedir: Cenâb-ı Hak, bunları "öncüler" diye nitelemiş, ama onların hangi hususta ilk ve birinciler olduğunu beyân etmemiştir Böylece lafız, mücmel olarak gelmiştir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak onları muhacir ve ensâr olmakla vasfetmiştir. Binâenaleyh bu lafzı onları muhacir ve ensâr kılan manasına hamletmek gerekir ki, bu da onların hicret edip, yardımda bulunmalarıdır. Binâenaleyh, bundan muradın, lafzın mücmelliğini gidermek için, hicret ve yardımda birinci dereceyi işgal eden olması gerekir. Hicretin nefislere güç gelen ve tabiatlara da ters düşen bir iş olması sebebiyle hicret hususunda yarışmak büyük bir tâattır. Binaenaleyh, buna kim önce koşarsa, bu taât hususunda, başkalarına önder olmuş olur ve bu aynı zamanda da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini takviye etmiş ve O'nun gönlündeki yalnızlık duygusunu silip yok etmeye bir sebep olmuş olur, Yardım etme hususundaki yarışma da böyledir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde, şüphe yok ki O'na yardım ve hizmet hususunda yarışanlar, "Bunu. önce ben yapayım" diyenler, büyük bir makama nail olmuşlardır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı ayetteki bu tabirden muradın, "hicrette birinci dereceyi işgal edenler" olması gerekir.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: İnsanlar içinde hicrete ilk koşan, Hazret-i Ebu Bekir'dir; çünkü Ebu Bekir, Hazret-i Peygamber'in hizmetinde ve O'nun, her yerde, her zaman arkadaşı idi. Binâenaleyh, onun bu makamdan alacağı hisse ve pay, başkalarınınkinden daha yücedir. Ali İbn Ebî Talib, her ne kadar ilk hicret edenler arasında ise de, ne var ki o, ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hicretinden sonra hicret edebilmiştir. Hazret-i Alî'nin, Hazret-i Peygamber'in işlerinden dolayı Mekke'de kaldığında şüphe yoktur. Ancak ne var ki, hicrete ilk koşma sıfatı, fiili Ebu Bekir için tahakkuk etmiştir. Şu halde Ebu Bekir'in bu faziletten alacağı pay, daha fazla olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hazret-i Ebu Bekir, Allah'ın kendisinden, kendisinin de Allah'dan razı olmuş olduğuna hükmedilen bir zât olmuş olur ki, bu da üstünlük derecelerinin en üstündedir. Bunun böyle olduğu da sabit olunca, O'nun. Allah'ın Resulünden sonra hak imam, halife olması gerekir. Çünkü, şayet Ebu Bekir'in imamlığı ve halifeliği bâtıt olmuş olsaydı, o zaman Ebu Bekir, laneti ve gazab olunmayı hak etmiş olurdu ki, bu da, böylesi bir üstünlük ve ta'zîmin bulunması ile bağdaşmaz. Böylece bu ayet, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in üstünlüğüne ve halife olmalarının muteber ve yerinde olduğuna en açık bir biçimde delâlet eden delillerden olmuş olur.

Buna göre şayet: "Ayetin bu ifâdesinden, muhacir ve ensârdan, İslâm'a ilk girenlerin murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bunlar iman etmişlerdir. Gerek Mekke'deki, gerekse Medine'deki müslümanların sayısı az idi, aynı zamanda da güçsüz, zayıf idiler. Böylece İslâm, bunlar sebebiyle kuvvetlenmiş, müslümanların sayısı da, bunların müslüman olması sebebiyle çoğalmış; onların müslümaniığı sebebiyle Hazret-i Peygamberin kalbi güçlenip kuvvetlenmiş ve başkaları da onları görüp örnek almış; onları kendilerine önder edinmişlerdir. Binâenaleyh, onların bu husustaki durumları, güzel bir çığır açanın durumu gibidir. Böylece o yoldan elde edilecek mükâfaat ve o yola göre amel edenlerin mükâfaatı Kıyamete kadar, aynı zamanda bu kimseye de yazılır.

Sonra biz diyoruz ki: Farzet ki Ebu Bekir, muhacirlerin ilki olması sebebiyle bu ayetin hükmüne dahil olmuş olsun. Ancak ne var ki siz onun bu hal üzere devam ettiğini neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Onun bu halini değiştirdiği ve halifeliğe yönelmesi sebebiyle, bu üstünlüğün kendisinden silinip gittiğinin söylenilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, bunun birincisine şu şekilde cevap verebiliriz:

Ayetteki sabikûn (öncüler) lafzını, zaman itibariyle öne geçenler manasına hamletmek, hakkında delil bulunmayan bir iddiadır. Çünkü ayette geçen sabikûn lafzı, mutlak bir ifadedir. Binâenaleyh bunu, müddet bakımından öncelik manasına hamletmek, diğer hususlardaki öncelik manasına hamletmekten daha gerekli değildir. Halbuki biz bunu, hicret hususundaki öncelik anlamına almanın daha uygun olduğunu beyân etmiştik. Bu soruyu soranın, "Bundan maksadın, müslüman olmadaki öncelik olması mümkün değil midir!" şeklindeki sorusuna da şöyle cevap veriyoruz.

Biz deriz ki: Hicretteki öncelik, müslüman olmadaki önceliği de içine alır. Halbuki müslüman olmadaki öncelik, hicret hususundaki önceliği içine almaz. O halde, bu lafzı, hicretteki öncelik anlamına hamletmek evlâ olur. Farzet ki biz, bu lafzı, imandaki öncelik manasına alalım. Ancak ne var ki Sabikûne'l-evvelûn kelimesi çoğul bir ifâdedir. Binâenaleyh bu kelimeleri bir cemâat ve topluluk anlamına hamletmek gerekir. Böyle olunca da, bu ifâdenin içine, hem Hazret-i Ali (radıyallahü anh), hem de başkaları girmiş olur. Farzedelim ki alimler, Hazret-i Ebu Bekir'in mi, Hazret-i Ali'nin mi daha önce iman ettiği hususunda ihtilâf etmiş olsunlar. Ancak ne var ki onlar, Hazret-i Ebu Bekir'in ilk dereceyi alanlardan olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hadisciler de, erkeklerden ilk önce müslüman olanların Hazret-i Ebu Bekir, kadınlardan Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, kölelerden de Zeyd İbn Sabit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle olması halinde de, Ebu Bekir, birinci dereceyi alanlardan olmuş olur.Hem biz, ilk önce iman etmenin, ancak kendisiyle Hazret-i Peygamber'in kalbinin kuvvet kazanması ve başkalarına da önder ve örnek, "muktedâ bih" olması açısından büyük fazilet ve üstünlüğü gerektirdiğini beyan etmiştik. Böylesi bir mana, Hazret-i Ebu Bekir'de daha ileri derecededir. Zira, Hazret-i Ebu Bekir müslüman olduğunda yaşı ilerlemiş ve insanlarca da tanınan bir kimse idi. Kendisine de bu hususta, Sahabe (radıyallahü anh)'nin önde gelenlerinden bir grup uymuştur. Zira, Hazret-i Ebu Bekir müslüman olunca, Talha, Zübeyir ve Osman İbn Affan'a gittiği, onlara İslam'ı arzettiği, birkaç gün sonra onları Hazret-i Peygambere getirdiği ve onların da Hazret-i Peygamberin huzurunda müslüman oldukları nakledilmiştir. Böylece, Hazret-i Ebu Bekir'in İslâm'a girmesi sebebiyle İslâm'a kuvvet katıldığı ve Hazret-i Ebu Bekir'in, başkalarına bir örnek olduğu ortaya çıkmış olur. Halbuki bütün bu hususlar Hazret-i Ali (radıyallahü anh) için söz konusu değildir. Çünkü Hazret-i Ali o zamanlar küçük yaştaydı ve evin içinde dolaşan bir çocuk gibiydi. Onun o vakitte müslüman olmasıyla, İslâm'uı kuvvetinde bir artış olmamıştı ve o zaman, başkalarına da bir örnek olamamıştı. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensâr..." buyruğunda işaret edilen önderin Hazret-i Ebu Bekir'den başkası olmadığı sabit olmuş olur.

Ama, bu soruyu soranın, "Siz niçin Ebu Bekir'in, imamete yönelmesinden sonra da bu hal üzere kaldığını söyleyebiliyorsunuz?" şeklindeki sözüne gelince; biz diyoruz ki:

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" buyruğu bütün halleri ve zamanlan içine alan bir ifâdedir. Bunun böyle olduğunun delili, her vaktin ve her durumun, bu ifadeden istisna edilebilip de, "Allah, onlardan imamet talep etme zamanı hariç, " razı olmuştur" denilebilmesidir. Halbuki istisnanın gereği, istisna yapılmadığı zaman, istisnanın hükmüne dahil olan şeyleri, hükümden çıkarıp atmaktır, Veyahut biz şöyle diyoruz: "Biz, Allahü teâlâ'nın, onları, "birinci dereceyi işgal eden muhacirler.." diye vasfetmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu da bundan muradın, onların, hicret hususunda birinciler olmasını iktizâ eder.

Sonra Cenab-ı Hak onlan bu vasıfla niteleyince, onlar için tazim ihtiva eden bir ifadeye yer vermiştir ki bu da O'nun: "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" sözüdür. Hicret hususundaki öncelik, tazim edip saygı duymanın uygun ve münasip bir vasfıdır. Halbuki hükmün, kendisine münasib bir vasfın peşinden zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığını gösterir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'm: "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" ifadesinden hasıl olan tazim ve saygının, onların hicret hususunda en önde bulunmuş olmalarına bağlanmış olduğuna delâlet eder. İllet bulunduğu sürece, illete bağlı olan (ma'lûl)ün de o illete terettüp edip bağlı olması gerekir. Onların, hicret hususunda birinciler olması, onların bütün ömürleri boyunca, devam eden bir vasıftır. Binâenaleyh bu ndvan-ı ilahinin de onların yaşadıkları süre içinde bulunması gerekir. Veyahut da biz şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Allah bunlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı" buyurmuştur. Bu da, Allahü teâlâ'nın, o cennetleri onlar için hazırlayıp onlara tayin etmiş olmasını iktiza eder.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın böyle yapması da, onları cennete layık kılan sıfat üzere bulunmalarını gerektirir.

Hiç kimse şöyle diyemez: "Bu ifadeyle "Allah o cennetleri onlara, onlar iman sıfatı üzere kalmaları halinde hazırlamıştır" manası kastedilmiştir." Zira, biz diyoruz ki bu, aşırı bir takdir yapmak olup, bu da zahirin hilafına bir durumdur. Hem böyle olması halinde, haklarında böylesi bir medıh zikredilenlerle diğer kimseler arasında bir fark kalmaz. Çünkü Allah, iman etmeleri halinde, Firavun, Hâman, Ebû Cehl ve Ebu Leheb için de. "altlarından nehirler akan cennetler hazırlamış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, büyük bir medh ve mükemmel bir övgü, sena sadedinde söylediği malumdur. Binâenaleyh bunu, onların ileri sürdükleri manaya hamletmek, bu medh ve övgünün batıl olmasını gerektirir. Böylece bu soru sakıt olur. Bu ayetin, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in faziletine ve onun imametinin (devlet reisliğinin) kesinlikle doğru olduğuna delâlet eden bir ayet olduğu ortaya çıkmış olur.

İkinci Mesele

Bu Övgü Bütün Sahabeye Şamil midir?

Alimler, bu ayetteki medhin bütün sahabeyi içine alıp almadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarakbazıları bu ayetin, sadece hicret ve yardımda birinci dereceyi alanlara şamil olduğumu söylemişlerdir. Bu görüşe göre bu ayet, sadece sahabenin ileri gelenlerini içine almış olur. Çünkü min edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder. Bazı âlimler de: "Hayır, bu ifade bütün sahabeye şamildir. Çünkü sahabenin hepsi, diğer müslümanlara nazaran "birinciler (sabikûn)" olarak tavsif edilmişlerdir. Ayetteki "Muhacirlerden ve ensardan" ifadesinin başındaki edatı, "teb'iz" için değil, aksine tebyin içindir. Buna göre bunun manası, "Muhacir ve ensâr olarak tavsif edilen sabikûn (öncüler)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O halde murdar putlardan kaçınınız" (Hacc, 30) ayetinde olduğu gibidir. Alimlerin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir.

Humeyd b. Ziyâd'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye, aralarında çıkmış olan fitneyi (kargaşayı) kastederek, "Resûlullah'ın ashabının aralarında meydana gelen şey hususundaki durumlarını bana söyle" dedim. Bunun üzerine o da bana: "Allahü teâlâ onların hepsini bağışlamıştır. Onların iyi davrananlarına da, kötü davranmış olanlarına da cenneti vâcib (kesin) kıldığını Kur'an'ında bildirmiştir" dedi. Ben ona, "Allah, Kur'an'ın neresinde, onlara cenneti vacib kıldığını belirtiyor?" dediğimde de, o: "Sübhanallah! Sen, Cenâb-ı Hakk'ın, "islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensar ile, onlara güzellikle tabi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için -kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu en büyük bahtiyarlıktır" ayetini okumaz mısın? Allah, peygamberin bütün ashabına bu ayette cenneti ve rıdvanını (rızasını) vâcib kılmış, onlara tabi olanlara da, onlara şart koştuğu şeyi şart koşmuştur" dedi. Ben, "O şart nedir?" deyince de o, "Tabiîne, onlara amelde (ibadetle) ihsan ile tâbi olmalarını şart koşmuştur ki bu da, tabiînin, sahabe-ı kiramın iyi işlerinde onlara uyup, başka hususlarda onlara uymamalarıdır" dedi. Şöyle de denilebilir: Bundan murad, tabiînin (sahabeye uyanların), onlara söz hususunda güzellikle tâbi olmalarıdır Bu da o tabiînin ashab hakkında kötü söz söylememeleri ve onları, yaptıkları bazı şeyler hususunda ta'n etmeye (tenkide) yönelmemeleridir. Humeyd b. Ziyâd: "Ben o anda sanki bu ayeti hiç okumamışım gibi hissettim" dedi.

Üçüncü Mesele

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ayetini okuyor ve "ensâr" kelimesini merfü kılarak "sabikün" kelimesi üzerine atfediyor, ifadesinin başındaki vâvı hazfederek bunu, "ensar' kelimesinin sıfatı kabul ediyordu. (Bu, "En öne geçen muhacirler ve onlara güzelce tâbi olan ensar" manasında olmuş olur.) Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) (bir gün) bu ayeti bu şekilde okuyordu.Ubeyyb. Ka'b(radıyallahü anh): "Allah'a yemin ederim ki, sen Bakî semtinde karaz satmakla meşgul olurken, Hazret-i Peygamberden ayrılmayan bana, Resulullah böyle yani (Mushaf-ı Şerifteki gibi) şeklinde okutmuştu" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de: "Doğru söyledin. Çünkü siz bulundunuz, biz ise bulunamadık. Siz öbür işleri bırakıp Resulün yânında oldunuz. biz ise başka şeylerle meşgul olduk. Yemin olsun ki istesen, "Biz, muhacirleri şöyle barındırdık, onlara şöyle yardım ettik, şunu yaptık, bunu yaptık" da diyebilirsin?" dedi.

Rivayet olunduğuna göre bu münazara (konuşma). Hazret-i Ömer ile Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh) arasında geçmişti. Zeyd, Übeyy b. Ka'b'ı delil olarak ileri sürmüştü.

Bu iki kıraat arasındaki fark şudur: Hazret-i Ömer'in kıraatine göre, ayetteki "İslam'da birinci dereceyi kazananlar..." ifadesindeki övgü ve ta'zim, muhacirlere has olup, ensar bu "ta'zim"de onlarla ortak olmamış olur. Böylece de muhacirine daha fazla paye ve övgü gerekmiş olur. Allah en iyi bilendir.

Rivayet olunduğuna göre Übeyy (radıyallahü anh), meşhur olan kıraatin doğruluğuna Enfal suresinin sonundaki "Henüz iman etmiş ve hicret etmiş olanlar..." (Enfal, 75) ayeti ile istidlal etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ayeti, bundan önceki ayette muhacir ve ensardan bahsettikten sonra getirmiştir."demiştir

Yine Übeyy (radıyallahü anh), Haşr suresinin "Bunların arkalarından gelenler..." (Haşr, 10) ve "Onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerleri... "(Cuma. 3) ayetleri ile istidlal etmiştir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "sabikûn" kelimesi merfû ve mubteda; "Allah onlardan razı olmuştur" kısmı da, onun haberidir.

Bu, "Allah onlardan, amelleri ve taatlarının çokluğu sebebi ile razı olmuştur Onlar da. Allah'ın kendilerine, gerek dinî, gerek dünyevi hususlarda yağmur gibi bol bol verdiği yüce nimetlerinden ötürü, Allah'dan razı olmuşlardır" demektir. Mekkelilerin mushafında şeklinde yazılmıştır ki bu, İbn Kesir'in kıraatidir. Diğer mushaflarda ıse.min olmaksızın ; şeklinde yazılmıştır.

Beşinci Mesele

Cenab-ı Hak "Onlara, güzelce tabî olanlar." buyurmuştur. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ifade ilie, o tâbi olanların, muhacir ve ensarı, cennetle ve rahmetle yâd ettiklerini, onlar için dua ettiklerini ve onların iyiliklerini sayıp döktüklerini anlatmıştır." Bir başka rivayette de, bu ifadeye, "Onlara, dinleri hususunda Kıyamete kadar güzel bir şekilde tabî olanlar..." manası verilmiştir. Bil ki bu ayet. onlara (yani sahabeye) tâbi olanların. rıza-yı ilâhiye ve mükafaata hak kazanmalarının, onların sahabeye güzellikle tâbi olmaları şartına bağlı olduğunu gösterir. Biz ayette geçen "ihsan" (güzellik) lafzını, "onlar hakkında güzel sözler söylemek" manasında tefsir ettik. Bir şarta bağlı olan hüküm, o şart bulunmadığı zaman, bulunamaz. Binâenaleyh muhacir ve ensar hakkında güzel söz söylemeyenlerin Allah'ın rıdvânına (rızasına) müstehak olmamaları ve bu yüzden mükafaata erenlerden olmamaları gerekir. Çünkü dindarlar, Resûlullah'ın ashabına saygıda ellerinden geleni yapmışlar, onlar hakkında dillerini tutmuşlar ve onları, onlara yakışmayan şeylerle yâd etmemişlerdir.

Nifakta Uzmanlaşanlar

100 ﴿