103

"Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafur ve rahimdir. Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizleyesin ve tezkiye edesin. Onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir. Allah semi ve alimdir"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu hususunda iki görüş vardır:

1) Bunlar, nifaklarından tevbe edip dönen bir grup münafıktır.

2) Bunlar, kâfir ve münafık oldukları için değil, tembel oldukları için Tebük seferine katılmayan bir kısım müslümanlar olup, yaptıklarına pişman olarak tevbe etmişlerdir.

Birinci görüşü benimseyenler, görüşlerine şöyle delil getirmişlerdir: "Ayetteki âherun 'Ve diğer bir kısmı" kelimesi, "Çevrenizdeki bedevilerden.-, birtakım münafıklar vardır" (Tevbe, 101) kelimesine atıftır. Atıf, ortak kılma zannı uyandırır. Fakat Allah bunları tevbe etmeye nuvaffak kıldı ve bunlar tevbe edip (nifaktan) döndüler. Cenâb-ı Allah birinci grubun nifakta idmanlı olup o hususta ileri gittiklerini belirtince; bu grubun da tevbe ettiklerini ve nifaktan tamamen çıktıklarını bildirmiştir.

Tebük Seferine Katılmadıklarına Pişman Olanlar

Rivayet olunduğuna göre bu ayette bahsedilenler üç kişi olup. Ebu Lübâbe Mervan b. Abdilmunzir, Evs b. Sa'lebe ve Vedi'a b. Hizam idi. Bunların on kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan yedisi, savaşa katılmayanlarla ilgili olarak inen ayetler kendilerine ulaşınca, kendilerini bağladılar. Kendilerinin helak olmuş olduklarına kesin olarak inandılar ve kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) savaştan dönüp, mescide girdi ve iki rekat namaz kıldı. O, hep böyle yapardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) seferden dönüp onları bağlı olarak görünce, onlara bunun sebebini sordu. Onlar, Allah'ın Resûlu kendilerini çözmedikçe, kendi kendilerini çözmemeye yemin ettiklerini söylediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Bu hususta bana emir verilmediği müddetçe. yemin ederim ki sizleri çözmeyeceğim" buyurdu. Bu ayet inince, onları çözdü ve affetti. Bunun üzerine onlar, "Ya Resûlallah, iste mallarımız. Biz onlar yüzünden senden geri kaldık. Binâenaleyh onları tasadduk et ve bizi temizle" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ben sizin mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım" deyince, "Onların mallarından sadaka al." ayeti nazil oldu.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ. "Onlar günâhlarını itiraf ettiler" buyurmuştur. Dil âlimleri şöyle derler: "İtiraf, birşeyi bilerek ve mahiyetini anlayarak kabul etmek demektir." Buna göre ayet, "Onlar günahlarını anladılar ve kabul ettiler" manasındadır. Burada bir incelik vardır: Sanki şöyle denilmektedir: "Onlar, savaşa katılmamış olmaları hususunda, diğerleri gibi aslı esası olmayan mazeretler ileri sürmediler. Ama yaptıklarının çok kötü olduğunu anlayıp kabul ettiler, pişmanlıklarını ortaya koydular ve bundan ötürü de, kendilerini kınadılar."

İtiraf Tevbe Sayılır mı?

İmdi eğer: "Günahı kabul ve itiraf etmek, tevbe sayılır mı. sayılmaz mı?" denilirse, biz deriz ki: "Günahı sadece itiraf etmek tevbe olmaz. Ama buna ilaveten, eskiden yaptığına pişman olup, aynı şeyi ileride de yapmamaya azmeder ve pişmanlık da o şeyin Allah tarafından yasaklanmış olmasından dolayı olursa, işte bunların toplamı tevbe olur. Fakat delil, ayette bahsedilenlerin tevbe ettiklerini göstermektedir. Bu delil de. ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ifadesidir. Müfessirler Cenâb-ı Allah tarafından kullanılan (olur ki. belki) kelimesinin, kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır" buyurur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetin bu ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1) Ayette bahsedilen "sâlih (iyi) amel", günahı itiraf etmek, ona pişman olup tevbe etmektir: "kötü (amel)" ise. savaşa katılmamadır.

2) "Salih amel", onların. Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte, önceki savaşlara çıkmış olmaları; "kötü (amel)" ise. Tebük savaşına katılmamış olmalarıdır.

3) Ayet, müslümanlar hakkındadır. Binâenaleyh iyi amel. müslümanlardan sâdır olan iyi amellere yönelmeleridir.

İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: Ayette iyi ve kötü amellerden herbirı "karıştırılmış" olarak tavsif edilmiştir. Öyleyse bunların karıştırıldığı sey nedir"

Cevap: Karıştırma, mutlak manada bir araya getirmek, toplamak demektir. Senin "onu karıştırdım" şeklindeki sözün ancak, iki şeyden herbirinin diğerine karışıp herbirinin bu karışma sebebi ile asıl özelliklerini kaybettikleri durumlarda doğru ve yerinde söylenmiş olur. Bu tıpkı "suyu süt ile karıştırdım" demen gibidir. Halbuki ayete uygun olan "karıştırma" ise. mutlak manada toplama, birlikte yapmadır. Çünkü amel-i salih ile kötü amel yapıldığında, bunlardan herbiri. bizim görüşümüze göre. olduğu gibi kalır. Çünkü bize göre, amellerin boşa gitmesi meselesi yanlıştır. Taat. medhi ve mükafaatı, masiyet (günah) ise zemmi ve cezayı gerektırici olarak kalırlar. O haldeayetteki, "Onlar iyi bir ameli, başka bir körü ile karıştırmışlardır" ifadesinde, amellerin boşa gitmediğine ve herbirinin, birbirine tesir etmeksizin, oldukları gibi kaldıklarına bir dikkat çekme vardır. Amellerin boşa gitmediğine. Allahü teâlâ'nın bu ayette, amel-i salih ile kötü ameli, "karıştırma" sıfatı ile nitelemesi de delâlet eder Çünkü birbirine kansan iki şeyin, karıştıkları zaman mutlaka kalmaları (yok olmamaları) gerekir. Zira "karışma", karışanların hepsinin sıfatıdır. Mevsuf olmaksızın, bir sıfatın bulunması imkansızdır. Binâenaleyh bu, o iki çeşit amelin, karışma esnasında yok olmadıklarına delâlet eder.

Allah Hakkında Asâ (Olur ki) Tabirinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Allah , Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyurmuştur, Bu ifade ile ilgili olarak da birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: "Asâ (olur ki, belki) kelimesinde bir ihtimal manası vardır. Halbuki ihtimali bilme Allah hakkında imkansızdır." Bu soruya birkaç şekilde cevap verilir:

Birinci izah: Müfessirler, Allahü teâlâ'nın kendisi için kullandığı asâ kelimesinin kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunun delili "Belki Allah, fethi müyesser kılacak" (Maide. 52) ayetidir. Cenâb-ı Hak böyle buyurmuş ve bunu bu şekilde yapmıştır.

Bu hususta sözün özü şudur: Kur'an-ı Kerim, insanların (Arapların), konuşma örfüne göre inmiştir. Mesela büyük bir padişahtan, bir muhtaç birşey istediğinde, padişah ona, hiç kimsenin-kendisine herhangi bir şeyi mecbur edemeyeceğine ve onu hiçbirşeyle mükellef tutamayacağına, aksine her yaptığını, bir lütuf olarak ve üstünlüğünden dolayı yaptığına dikkat çekmek için, asâ ve lealte (umulur ki, olur ki. belki) kelimelerini Kullanarak, bir ümid verme yoluyla cevap verir. Bundan dolayı o padişah, o kimsenin ihtiyacına cevap vereceğini kesin olarak göstermekle birlikte. işte bu incelikten dolayı, asâ (belki) kelimesini kullanır.

İkinci izah: Bunu kullanmaktan maksad, mükellefin bir korku ve ümid arasında olması gerektiğini göstermektir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, söylediği bu şeyi yapmaması ve İhmal etmesi düşünülemez.

İkinci bahis: Alimlerimiz, ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ifadesinin, tevbenin de. ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık bir delif olduğunu söylemişlerdir. Akıl da buna delâlet etmektedir: Çünkü tevbede asıl olan. pişmanlıktır. Pişmanlık ise (sırf) kulun ihtiyarı ile meydana gelmez. Zira bir şeyi yapmayı veya yapmamayı irade etmek eğer kulun kendi fiili olursa, kul o fiilini meydana getirme hususunda, başka bir iradeye muhtaç olur. Hem sonra insan bazan, belli bir şeyi yapmaya çok istekli olur. ama sonra aynı şeyi yaptığından ötürü pişman olur. Binâenaleyh o bunu yapmayı çok istediği sırada, onun bu isteğini kalbinden söküp atmak mümkün değildir. Bu isteği pişmanlığa dönüştüğünde de, yine o pişmanlığı kalbinden söküp atmak da mümkün olmaz. Binâenaleyh bu durum, kulun ne bir pişmanlığı ne de bir arzuyu kendi kendine meydana getirmeye kadir olmadığına delâlet eder.

Mu'tezile ayetteki, (......) ifadesini, "Allah onların tevbesini kabul eder" manasında almışlardır. Mu'tezile'ye şöyle cevap veririz: "Sözün zahirini bırakmak (mecazi manasına dönmek), ancak sözü zahiri manasına hamletmenin imkansızlığı delil ile sabit olduğu zaman makul ve yerinde olur. Halbuki burada, aklî delil, ayetin lafzının ancak zahiri manasına hamletmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh ayeti tevil etmek (ona mecazi mana vermek), artık nasıl makul olabilir?

Üçüncü bahis: Hak teâlâ'nın "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyruğu, bu tevbenin ileride meydana geleceğini gösterir. O'nun "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu ise, bu itirafın geçmişte olduğuna, yapılmış bulunduğuna delâlet eder. Buda, "itirafın" bizzat "tevbe" olmayıp, aksine onun bir başlangıcı olduğuna ve tevbenin ancak bu girişten sonra olacağına delâlet eder.

Zekât Ruhu Temizler

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bu tabirden maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Bu cümleden olarak

1) Bazıları, bu tabirin, tevbe eden o kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir Zira onlar mallarını, sadaka için getirmişlerdi. Cenab-ı Allah da o malların alınmasını vacıb kılmıştı ve bu. onlar için tıpkı bir keffaret gibi olsun diye, tevbelerinin mükemmel olması hususunda, esas kabul edilmiştir. Bu. Hasan el-Basri'nin görüşüdür O şöyle demiştir: "Bu ayetle, farz sadakalar (yani zekat) murad edilmemiştir. Bu, onlardan sâdır olan günahın keffaretinin sadakasıdır."

2) Onlara zekat farzdır. Binâenaleyh onlar savaşa katılmamış olmalarından dolayı tevbe edip güzelce müslüman olup zekatlarını da verince. Cenâb-ı Hak peygamberine, onlardan zekatlarını almasını emretmiştir.

3) Ayetteki bu cümle, yeni başlayan (müstakil) bir cümle olup, zenginlerden zekat almanın farziyyetini ifade eder. Fukahanın çoğu bu ayeti, zekatın farziyyetıne delil getirip, "zekat temizleyicidir" dedikleri zaman, bu görüş üzeredirler.

Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Ayetler arasında mutlak münasebet bulunması gerekir. Fakat biz bu ayeti, muhtevadan bağımsız olarak zekatı farz kılan ayet kabul edersek, onun ne öncesi. ne de sonrası ile ilgisi kalır ve dolayısı ile, araya girmiş yabancı bir cümle haline gelir. Bu ise, Allah'ın kelâmı için uygun düşmez." Fakat "Bu ayet ile farz olan zekâtın alınması kastedilmiştir" diyenler ise şöyle demişlerdir: "Böyle dedjğimizde de. ayetler arasında bir ilgi ve münasebet olur. Çünkü onlar. Tebük savaşına katılmamış olduklarından ötürü pişmanlıklarını ve tevbelerini ortaya koyup, bu katılmamanın sebebinin, mallarını çok sevmeleri ve onları infaktan son derece sakınmaları olduğunu ikrar ettikleri zaman, onlara sanki şöyle denilmiştir: "Farz olan zekatınızı verip, ve bunu yaparken bir sıkıntı ve zorlanma hissetmemeniz halinde, ancak o tevbe ve pişmanlık iddianızdaki doğruluğunuz ortaya çıkmış olur. Çünkü iddia ancak, gereği yapıldığı zaman isbatlanmış olur. İnsanın ancak imtihan ile değerli mi değersiz mi olduğu meydana çıkar. Şu halde, onlar zekatlarını, içlerinden gelerek verirlerse, onların o tevbe ve pişmanlıkta samimi oldukları ortaya çıkar. Aksi halde, işte bu yol ile yalancı ve sahtekâr oldukları anlaşılır. Fakat ne var ki bu ayeti, ayetler arasındaki ilgi ve münasebet salim olarak kalması ile birlikte, "farzdan zekatı verme" manasına almak daha evlâdır, Hak teâlâ'nın, "Bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyruğu da bununla farz olan zekatların murad edildiğine delâlet etmektedir Buna göre bu ifade, "Sen onları, farz zekatlarını alarak günahlarından temizlersin" manasında olur. Halbuki bu söz, ancak, "O sadaka alınmaz ise, onlar için bir günah söz konusu olur" dediğimiz takdirde geçerli olabilir. Bu da ancak, farz olan zekatın verilmemesi halinde söz konusudur.

Birinci görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o tevbe edenleri affedip onları salıverdiğinde onlar, "Ya Resulallah, işte bizi seninle beraber sefere çıkmaktan alıkoyan mallarımız! O halde onları, bizim namımıza tasadduk et, bizi temizle ve bizim için mağfiret talebinde bulun" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de, "Ben, mallarınızdan herhangi bir şey almakla emrolunmadım" dediğinde Allahü teâlâ işte bu ayetleri gönderdi. Bunun üzerine Allahın Resulü de, onların mallarının üçte birini alıp, üçte ikisini bıraktı. Zira Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından sadaka al..."buyurmuş, "mallarını al" dememiştir. Min edatı, ba'ziyyet ifade eder.

Bil ki bu rivayet, bizim tercih ettiğimiz görüşe mani değildir. Onlara sanki, "Siz, farz olmayan sadakaları vermeye razı olduğunuza göre, farz olan zekatları haydi haydi verirsiniz " denilmek istenmiştir.

Bu Ayetten Çıkarılan Zekatla İlgili Hükümler

Bu ayet, zekâtın pekçok hükmüne delâlet eder:

Birinci hüküm: Sadaka Vasıfları Belli Bir Sadakadır

Cenab-ı Hakk'ın, "Onların mallarından al..." buyruğu, alınan miktarın, malın tamamı değil, bir kısmı olduğuna delalet eder. Zira, o kısmın miktarı da burada açıkça zikredilmemiştir. Aksine burada zikredilen, sadece "sadaka" kelimesidir. Buradaki "sadaka" lafzıyla nekire, belirsizlik manasının kastedilmediği ve böylece de, tek bir buğday tanesi veya altının çok küçük ve önemsiz miktardaki bir parçası gibi son derece az olan herhangi bir cüzün, kısmın alınmasının yeterli olmayacağı malumdur. Binaenaleyh bununla, onlarca, niteliği, keyfiyyeti ve miktarı bilinen bir sadakanın kasdedilmiş olması gerekir ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al, ." buyruğu, o malum ve belirli sadakayı almak ile ilgili bir emir olsun ve böylece de ayetteki mücmellik kalkmış olsun. O sadakanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vasfedip keyfiyyetini beyan ettiği "sadaka"dan başka bir sadaka olmadığı malumdur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, niteliklerini belirlemiş olduğu sadaka ise şudur: Yirmibeş devede bir "bint-i mehâd" (gebe deve); otuzaltı devede bir "bint-i lübûd" (iyice tüylenmiş deve) alınmasını, ve devenin zekâtıyla ilgili diğer mertebelerdeki hükümleri emretmiş olmasıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al" emri, o hususi şeylerin ve o hususi "ayn"ların alınmasıyla ilgili bir emir olmuş olur. Ayetin zahiri vücûb ifade eder. Bu halde bu ayet, o malların alınmasının farz olduğuna delâlet eder. Bu da Şafii'nin görüşü istikametinde, malın kıymetini ödemenin yeterli olmayacağına delâiet eder.

Mal, Kişinin Kendi Malı Olmalıdır

İkinci hüküm: Cenab-ı Hakk'ın, "mallarından sadaka al" emri, malın, onların kendi malı olmasını gerektirir. Durum böyle olduğuna göre fakir, "nisâb" hususunda, mal sahibine ortak olmaz. Bu durumda da zekâtın zimmete taalluk etmesi, onun "nisâb" miktarı ile kesinlikle herhangi bir alâkasının bulunmaması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz. deriz ki, bir kimse zekât verme hususunda ihmalkâr davransa; derken "nisâb" miktarı helak olsa, onun zekâtı sakıt olmaz. Aksine zekât hakkı, olduğu gibi devam etmektedir. Binâenaleyh, o farziyyetin nisâb miktarının helak olmasından sonra da, olduğu gibi kalması gerekir. İşte-bu Şafii (r.h.)'nin görüşüdür.

Üçüncü hüküm: Bu umûm olan ifâdenin zahiri, "medyun" (borçlu olan)ın mallarıyla, tazminat mallarından da zekâtın alınması gerektiğini ifade eder ki bu durum açıktır.

Zekât, Baliğ Olana Farzdır

Dördüncü hüküm: Ayetin zahiri, zekâtın ancak, günahlardan bir temizleyici olmak üzere farz kılındığına delâlet eder. Binâenaleyh zekât ancak, günahlardan temizleyici olduğu yerlerde farz olur. Zekâtın günahlardan temizleyici olması ise, ancak günahların bulunmasının mümkün olduğu yerlerde tahakkuk eder. O halde bu ancak, buluğa ermiş, reşid kimse hakkında düşünülebilir. Binâenaleyh zekâtın farz olması, Ebu Hanife (r.h)'nin de dediği gibi, ancak baliğ olan kişi için söz konusudur. Ancak ne var ki Şafii (r.h.), Ebu Hanife'nin bu görüşüne cevap vererek şöyle der: Ayet, onların mallarından sadaka alınmasına delâlet eder. Onların mallarından sadaka almak ise, onların mallarının temizleyici olmasını gerektirir. O halde, daha niçin siz, çocuğun ve delinin mallarından zekât almanın temizleyici olduğunu söylediniz? Zira belirli bir sebebin bulunmayışından, hükmün de, mutlak olarak, bulunmaması gerekmez.

Sadakanın Temizlenmesi

Cenab-ı Hakk'ın "Bununla kendilerini temizlemesin" ifadesi hakkında birkaç söz vardır:

1) Ayetin takdirî manası, "Ey Muhammed, onların mallarından sadaka al. Zira sen onları (böylece) temizlemiş olursufi" şeklindedir.

2) Bu tabirin, sadakayla ilgili bir tabir olmasıdır. Buna göre ayetin manası, "Sen onların mallarından onları temizleyen bir sadaka al" şeklinde olur. "Sadaka, insanların kiridir" şeklinde (hadisler) varid olduğu için, sadakaya temizleyicilik vasfını vermek güzel ve yerinde olur. Binâenaleyh, sen sadakayı aldığında, o kirler savuşmuş, gitmiş olur. O halde bu kirlerin bertaraf olması, temizleme yerine geçmiş olur. Allah en iyisini bilendir.

Bu görüşe göre, bizim, Cenâb-ı Hakk'ın "ve tezkiye edesin" ifadesinin, birinci ifade ile ilgi ve alâkası bulunmadığını ve takdirin, "Ey Muhammed, onların mallarından, kendilerini temizleyen sadakayı, o sadakayı al ve sen o sadaka ile, onları temizle" şeklinde olması gerektiğini söylememiz gerekir.

3) (......) kelimelerindeki tâ harfinin, muhatab zamiri kabul edilmesidir. Buna göre mana, "Ey zekat alan! Sen, onlardan zekât almakla onları temizliyor ve o zekât vasıtasıyla da onları tezkiye ediyorsun" şeklinde olur.

Dördüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifade, yine. temizlemek manasında olmak üzere, if'âl babından tüthiruhum ve emrin cevâbı ve meczûm olmak üzere de. tuthirhum şeklinde okunurken; (......) kelimesi sadece yâ'nın bulunmamasıyla meczum olmaksızın okunur."

Cenâb-ı Hak, sonra, "ve onları tezkiye edesin" buyurmuştur. Bil ki, "onları tezkiye edesin" tabiri ifadesine atfedilince aralarında bir başkalık ve farklılığın bulunması gerekir. İşte bu sebeple tezkiye, "tathîr"in ileri derecesidir denildiği gibi; "tezkiye"nin büyütme ve arttırma manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Allahü teâlâ zekât miktarınca, (malda) meydana gelen noksanlığı, o malın artıp çoğalmasına sebep kılmıştır" şeklinde olur. Bu iki tabire şöyle bir mana da verilmiştir; "Sadaka, onları, günah ve ma'siyet pisliğinden temizler. Hazret-i Peygamber de, onlar o malları çıkarıp fakirlere verdiğinde, onları tezkiye eder, şanlarını yüceltir ve onları medh u sena eder."

Hazret-i Peygamberin Mü'minler Hakkında Duası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, vâvsız ve tâ'nın fethasıyla müfred olarak salâteke şeklinde okumuşlardır ki, bununla cins manası murad edilmiştir. Bunlar Hûd süresindeki (......) kelimesini de vâvsız ve müfred olarak salâtüke okumuşlardır (Hûd, 87). Diğer kıraat imamları da hem buradaki, hem de Hûd süresindeki kelimeyi vâv ile çoğul olarak salavâtuke şeklinde okumuşlardır.

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: Birinci okuyuş, daha üstündür. Zira salât lafzı birden fazla ve daha çok namaza delalet eder. Baksana, Cenâb-ı Hak "Namazı kılınız" (Bakara, 110) buyurmuştur. Salavât kelimesi cem-i kıllettir. Nitekim sen, "üç vakit namaz, beş vakit namaz..." dersin.

Ebu Hatim şöyle demektedir: "Bu, yanlıştır. Çünkü salâvat kalıbı, kıllet ifade etmez. Zira Allahü teâlâ, "Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman. 27) buyurmuş, ama azlık manasını murad etmemiştir. Yine Allah, (Sebe.37)ve (Ahzâb, 35) buyurmuş, ama kıllet manasını kasdetmemiştir.

İkinci Mesele

Hazret-i Ebu Bekr'in hilafeti zamanında, zekât vermeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, peygamberine, onlardan zekâtlarını almasını emretmiş, sonra da peygamberine, onlara dua etmesini emrederek, onun duasının, onlar için bir sükûnet ve itminan kaynağı olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh, zekâtın farziyyeti, böylesi bir sükûnetin bulunmasına bağlanmıştır. Hazret-i Peygamber'in dışındakilerin, bu sükûnet ve itminanın meydana gelmesinde onun yerini tutamayacaktan malûmdur. Binâenaleyh, zekâtın, Hazret-i Peygamber'in dışında herhangi bir kimseye verilmemesi gerekir." Bil ki bu görüş tutarsızdır. Çünkü, diğer ayetler zekatın, ancak, fakirin ihtiyacını gidermek için farz kılınmış olduğuna delâlet eder. Bu tıpkı, (Tevbe, 60) ve 'Onların mallarında sâilin ve yoksulun da bir hakkı vardır" (Zariyat, 19) ayetlerinde olduğu gibidir.

Salât Kelimesinin Manası Hakkında

Arapça'da "salât" lafzının aslında dua etmek anlamına geldiğinde şüphe yoktur. Mesela biz, "Falanca, falancaya dua etti" dediğimizde bu cümle, asıl manası itibariyle, dua manasını ifade eder. Ama bu cümle, (Arapların) örfüne göre, o kimsenin o kimseye, "Allah'ım, ona merhamet et!" demiş olduğunu ifade eder. İşte bundan dolayı, müfessirler bu tabirin manası "hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Bunun manası, "onlara dua et" şeklindedir" dediği rivayet edilmiştir. (Bu sebeple) Şafii (r.h) şöyle demiştir: "İmamın, (halifenin.zekât memurunun) zekât alırken zekât veren kimseye dua etmesi ve "Allah verdiğin bu şeyden dolayı senin ecrini versin; vermeyip geriye bıraktıklarını da mübarek kılarak arıtırsın" demesi sünnettir!' Diğer alimler ise bunun manasının zekat alan kimsenin zekat verene, "Allah'ım, falancaya merhamet et!" şeklinde demesi olduğunu söylemişler ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Ebu Evfa'nın ailesi, zekâtlarını kendisine getirip verince, O'nun "Allah'fm, Ebu Evfâ'nın ailesine merhamet et" dediğini nakletmişlerdir.

Kâdî, tefsirinde; Ka'bî'nin Tefsir'inde şöyle dediğini nakletmiştir: "Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ölüp de üzeri örtüldüğünde, ona "Sana, salât ve selam olsun!" dedi. Bazı alimler bunu kabul etmeyerek, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hariç, hiç kimsenin hiç kimse hakkında bu ifadeyi kullanması doğru olmaz" dediğini nakletmişferdir.

Dördüncü Mesele

Alimlerimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hariç, hiç kimse hakkında ve ifadelerinin kullanılamıyacağını söylemişlerdir. Şiîler ise, bu tabirleri Hazret-i Ali ve onun çocukları hakkında kullanarak, buna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Kur'an'ın nassı, böylesi bir ifadenin, zekâtını veren kimse hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. O halde bunun Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anh) hakkında kullanılmasına nasıl mani olunabilir?" Bazı kimselerin şöyle dediğini gördüm: "Birisi, "Selâmun aleyküm" dediğinde, ona (cevaben), "Ve aleykümüsselam" denilmiyor mu? Binaenaleyh bu, işte bu lafzın, müslümanların ekserisi hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet eder. O halde daha nasıl bu lafzın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ehl-i beyti hakkında kullanılması imkânsız olur?"

Kâdî şöyle demektedir: "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında caizdir. Bunun delili sahabe-i kiramın "Ya Resulallah, sana nasıl selam edeceğimizi biliyoruz, fakat salât vazifemizi nasıl ifa edeceğimizi bilmiyoruz" dediklerinde o, talîm yoluyla Allah'ım İbrahim ve İbrahim'in ehline merhamet ettiğin gibi, Hazret-i Muhammed'e ve O'nun ehline de merhamet et!" deyiniz" buyurdu. Hazret-i Peygamberin ehli arasında bir peygamberin bulunmadığı malûmdur. Binâenaleyh bu, Hazret-i İbrahim'in ehli hakkında caiz olduğu gibi, Hazret-i Ali'yi de içine alır. Allah en iyisini bilendir."

Selamün Aleyküm Sözündeki Bazı İncelikler

İnsanların birbirlerine "Selamün aleyküm" demeleri hususunda, bazı incelikler bulunduğunu hatırladım. Bunları burada yazmak uygun düşmez. Ama ne var ki ben, zayi olup unutulmasınlar diye, onları burada yazmak istiyorum. Bu sebeple ben diyorum ki, bir kimse bir başkasına selamün aleyküm dediğinde, onun selamün lafzı, nekire olan bir mübtedadır. Nahivciler, nekre bir kelimenin mübteda yapılmasının caiz olmayacağını iddia ederek şöyle dediler: "Zira, haber vermek, ancak malûm olan hakkında, malûm olmayan bir durum bildirildiğinde bir şeyler ifade ederi' Nahivciler, nekire bir kelimenin tavsif edildiği zaman, mübteda olmasının güzel ve yerinde olacağını söylemişlerdir. Mesela "Mü'min bir köle, müşrikten daha hayırlıdır" (Bakara, 221) ayeti buna misal teşkil eder.

Bunu iyice kavradığın zaman bil ki burada şu iki izah yapılabilir

a) Nekirelik mükemmeliyete delâlet eder. Baksana Cenab-ı Hak da (Bakara, 96) buyurmuştur Bu, "Sen onları, devamlı mükemmel ve son bulmayan bir hayata düşkün olan insanların en muhterisi olarak bulursun, görürsün" demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, selamün kelimesi nekire (belirsiz) bir kelimedir. Binâenaleyh bundan kastedilen mana, "Tam ve mükemmel olan bir selâm" şeklinde olur. Böyle olması halinde de, bu 'nekire" isim tavsif edilmiş, böylece de mübteda yapılması caiz olmuş olur. Bu mübteda olunca da haber de bulunur ki bu da, aleyküm sözüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "Kâmil ve tam olan selam sizin üzerinize olsun" şeklinde olur.

b) Aleyküm lafzı, selamün lafzının sıfatı olup, bu iki lafzın toplamı mübteda kabul edilerek, haberin de takdir edilmesidir. Buna göre ifadenin takdiri, "Üzerinize olan selâm tahakkuk etti; tahakkuk etsin!" şeklindedir. Haberin hazfedilmesi çoğu kez tefhîme ve tazime daha çok delâlet eder.

Bunu da iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Kendisine selam verilen kimse, karşılık verirken bu sıranın tertibini bozarak, der. Bunun sebebi, Sîbeveyh'in de dediği gibi, Arapların daha mühim gördükleri şeyi en önce zikretmeleridir. Binâenaleyh, selam alan kimse deyince bu, selam alan kimsenin, selam veren kimsenin durumuna tam manasıyla ehemmiyet verip ihtimam gösterdiğine delâlet eder. Hem selâmı alan kimsenin, şeklindeki sözü, "hasr" ifade eder. Buna göre o kimse (selam verene) sanki, "Madem ki sen bana selam verdin, ben de Cenâb-ı Hakk'ın 'Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" (Nisa. 86) ayetine uyarak, buna ilavede bulunuyor, sefamı sana tahsis ve hasrediyorum" demiş oluyor.

(......) demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu tabir, kişinin şeklindeki sözünden daha mükemmeldir. Çünkü onun, sözünün manası, "kâmil, tam, kıymetli ve yüce bir selam, senin üzerine olsun" demektir. Ama onun şeklindeki ifadesine gelince, onun es-selam sözü, başında eliflam bulunan müfred bir kelimedir. Bu, mahiyyetin aslından, kendisinden başka hiçbir şey ifade etmez. Mahiyyetin astına delâlet eden lafızda da, mahiyyete arız olan haller ve onun kemâlini bildiren herhangi bir şey bulunmaz. O halde, kişinin şeklindeki sözü, onun sözünden daha mükemmel ve anlamlı olmuş olur. Bu hususu, Allah tarafından kullanılan "selâm" sözünün nekire, belirsiz olarak kullanılmış olması da teyid etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın "Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki; "Selâm sizlere..." (En'âm. 54) ve, "Selâm olsun onun beğenip seçtiği kullarına.." (Neml, 59) ayetlerinde durum böyledir. Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler pek çoktur. Ama eliflamlı olarak (......) lafzına gelince, bu, peygamberler tarafından bu şekilde kullanılmıştır. Meselâ Hazret-i Musa'nın "Biz sana Rabbinden hakiki bir ayet getirdik. Selâm doğruya tâbi olanlara olsun.. " (Taha, 47)sözünde olduğu gibi. Meryem suresinde Cenâb-ı Hak, Yahya (aleyhisselâm)'dan bahsederken de "Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, ona selam olsun"(Meryem, 15) buyurmuştur ki, bu selam da, Allah tarafından olan bir selamdır. Ama Hazret-i İsa (aleyhisselâm) kıssasında Cenâb-ı Hak, "Doğduğum gün de, öleceğim gün de. ... selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) varid olmuş olup bu, Hazret-i İsa'nın sözüdür.. Böylece bütün bu açıklamalarla, sözünün, sözünden daha mükemmel ve anlamlı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı İmam Şafii (r.h.), teşehhüdde, nekire olarak, şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir.

Yaratılıştaki Huylar Hakkında Değerlendirme

Selâmın inceliklerinden birisi de şudur: Bu âlemin, serlerin, afetlerin, belâların ve muhalefetlerin kaynağı ve ocağı olduğunda şüphe yoktur. Huyların inceliklerini araştıran âlimler, canlıların yaratılışlarında aslolanın hayır mı veya şer mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bazıları şöyle demiştir: "Canlıların karakterlerinde aslolan "şer"dir. Bu, bütün insan fertleri arasında tahakkuk etmiş bir icma gibidir." Biz buna ilavede bulunuyor ve diyoruz ki: Bu bütün canlılar arasında, üzerinde ittifak edilen bir husus gibidir. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Kendisini tanımadığı halde, kendisine saldıran bir insan gören her insanın karakteri, o kimseyi, saldıran o kimseden sakınmaya ve o kimseye karşı müdafaaya geçmeye sevkeder. Şayet onun hilkat ve karakteri, insanda asıl ve temel olan şeyin, şer olduğuna şehadet etmeseydi, akıl fıtratı, kendisine saldıran o kimsenin şerrini savuşturmak için hazırlık yapmayı gerektirmezdi." Bu âlimler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu husus, bütün canlılar hakkında söz konusudur. Çünkü, kendisine bir başka canlının saldırdığı her canlı, o saldıran canlıdan kaçar ve ondan korunmaya çalışır. Binâenaleyh şayet o canlının yaratılışında, kendisine yaklaşan bu canlıda temel unsurun "hayır" olduğuna dair bir inanç, bir fıtrî güdü olsaydı, o zaman (ondan kaçmaz), aksine yerinde durması gerekirdi. Çünkü, yaratılışın temeli, canlıyı, hayırı elde etme arzusuna yöneltir. Canlıların karakter ve yaratılışında aslolan, şayet hayır ve şerrin dengeli bir biçimde bulunmaları hali olsaydı, o zaman, kaçmayla durmanın da dengeli olması gerekirdi. Durum böyle olmayıp, aksine, kendisine göre ne olduğu belli olmayan bir canlının kendisine yöneldiği her canlı, sırf aslî fıtratı sebebiyle ondan kaçınca, biz, her canlıda aslolanın şer olduğunu anlamış oluruz."

Şerri Savmak Hayrı Celbetmekten Önce Gelir

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki; Şerri def, hayrı celbetmekten daha mühimdir. Bunun böyle olduğunun delilleri şunlardır:

1) Şerri defetmek, aslı ibka etmenin, fazlalığı elde etmekten daha mühim olmasını gerektirir.

2) Herkese hayır ulaştırmak, insanın gücü dahilinde değildir. Ama, herkesten, şerrini önlemek insanın gücü dahilindedir. Çünkü birincisi fiil (bir şey yapmak ), ikincisi ise, "terk"dir. Halbuki, nihayeti olmayan şeyleri yapmak, imkân dahilinde değildir. Ama, nihayeti olmayan şeyleri yapmamak mümkündür.

3) Şerri def etme tahakkuk etmediğinde, şer bulunmuş olur. Şerrin tahakkuk etmesi ise, elem ile kederin tahakkukunu gerektirir. Elem ve keder ise, son derece güç şeylerdir. Ama, (başkalarına) hayır ulaştırmak tahakkuk etmediğinde, insan, ne hayır ne de şer içinde bulunmayıp, tam aksine aslî olan selâmet üzere kalakalır. Halbuki bu duruma tahammül etmek kolaydır. Binaenaleyh şerri def etmenin, hayır ulaştırmaktan, yapmaktan daha mühim olduğu sabit olmuş olur. Dünyanın serler, âfetler, belâlar ve sıkıntılar yurdu olduğu da kesinlik kazanmıştır. Yine, canlıların yaratılışlarında aslolan ve fıtratları gereği olan şeyin, o canlıların, serlerin kaynağı olduğu da sabit olmuş olur. Binaenaleyh bir kimse bir kimseye yaklaştığında, mühim olan şeylerin en ehemmiyetlisi, onun karşıdaki kimsenin bir emniyet, bir selâmet ve esenlik içinde bulunduğunu bildirmesidir. İşte bu sebepten dolayı, söze başlamadan önce selâm vemek, bir örf, gelenek halini almıştır. Bu da kişinin "setâmunaleykum!" demesidir.

Selamda Çoğul Sigası Kullanılmasının Hikmeti

"Selamun aleykum" demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu ifadenin zahiri, bu selâmın bir topluluğa verildiğini göstermektedir. Hem akla, hem de şeriata göre durum böyledir. Şeriata göre böyledir, zira Kur'an-ı Kerim, insanın, kendisini koruyan, işlerini görüp gözeten bir melekler cemaatinden hâlî bulunmadığını göstermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar bulunmaktadır"(İnfitar, 10-11) buyurmuştur. Akıl da buna delâlet eder.-Zira beşeri ruhlar çeşit çeşittir. Bir kısmı hayırlı, akıllı; bir kısmı bulanık, pis; bir kısmı şehvanî, bir kısmı gazabîdir. Beşeri, süfli ruhların her biri için o beşeri ruhların atası durumunda olan ulvi ve kuvvetli bir ruh bulunmaktadır. Bu ruhların utvi ruha nisbeti, oğulların babaya nisbeti gibidir. İşte o beşeri ruhlara, bazan uyanıkken, bazan da uykudayken ilhamlar tahsis eden, bu ulvî ruhtur. Hem gerek sıfatları, gerek karakterleri gerekse özelliklen bakımından o ruhtara benzeyip bedenlerden ayrı olan o ruhların, benzerlikleri ve cins müştereklikleri sebebiyle, bu bedenlerle bir tür ilişkileri ve alâkalan bulunmaktadır. Böylece o ruhlar bu ruhların, amelleri hususunda yardımcıları gibi olmuş olur. Eğer amelleri hayır ise, yardım da, hayır hususunda olur. Şer ise, şer konusunda olur. Bu sırrı iyice kavradığın zaman, insanın mutlaka kendisinin hemcinsi olan o ruhlarla beraber olduğunu anlamış olursun. Binaenaleyh, kişinin "selâmun aleykum" sözü, bu muayyen şahsın, ruhanî arkadaşlık sebebiyle, kendisinden ayrılmayan ve kendisinin arkadaşı olan bütün ruhlara selam verdiğini ifade eder.

Bu sözün inceliklerinden birisi de şudur: İnsanî ruhlar, hakiki bilgiler ve üstün huylarla muttasıf olup, bunlar kuvvetlenerek, arızî şeylerden soyutlanır, sonra da bunların birbirlerine olan ilgisi kuvvetlenirse karşılıklı olarak yerleştirilmiş bulunan parlak aynaların, görüntüleri artırarak yansıtması gibi, onların da nurları birbirine yansır durur. İşte bundan dolayı, dersini, ödevini hocasına okuyarak yerine getirmek isteyen kimseden beklenen edeb, bu okuyuşuna, Allah'a hamd, meleklerine ve peygamberlerine sena ile başlayarak, daha sonra hocasına dua etmesi, en nihayet de okumasına başlamasıdır. Bu Kimsenin bundan gayesi, kendi ruhu ile o kudsi ruhlar arasındaki münasebeti güçlendirmektir. Öyle ki, bu ilginin kuvvetlenmesi sebebiyle çoğu kez, o talebenin ruhunda o yüce ruhların nur ve tesirlerinden bir şeyler tezahür eder. ve o talebenin aklında da o ruhlardan feyezan eden ruhlar, manevi güçler yerleşir. Onun ruhu, bu feyzin yardımıyla, bilgi ve ilimleri daha fazla kavramaya başlar. Sen bunun böyle olduğunu bilip, bir başkası da birisine "selâmun aleykurn" dediğinde, onunla o kimse arasında sıkı bir (manevi) münasebet oluşur. Bu münasebet sebebiyle de ruhların birbiriyle uyuşması ve nurların yansıması tahakkuk eder. Biz bu konuda, bu kadarla yetinelim; çünkü biz bu konunun, burayla ilgisi olmayan, yabancı bir konu olduğunu söylemiştik. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hak, "Çünkü senin duan, onlar için bir sükûnettir." buyurmuştur. Vahidî şöyle demektedir: "Arapça'da seken kelimesi, vasıtasıyla sükûnete erdiğin şey" anlamına gelir. Buna göre bu tabirin manası, "Senin onlara yapmış olduğun duan, onların nefislerinin sende sükûnete ermesini gerektirir" seklinde olur." Müfessirlerin bu husustaki açıklamaları farklı farklıdır. Mesela İbn Abbas (radıyallahü anh): "Senin duan, onlar için bir rahmettir"; Katâde: "Senin duan onlar için bir vakar ve onur, saygınlık vesilesidir"; Kelbî: "Senin duan, onlar için bir itminandır" derlerken; Ferrâ da: "Sen onlar için mağfiret taleb ettiğinde, onların nefisleri, Allah'ın tevbelerini kabul edeceği hususunda sükûnete erer, yatışır" anlamını vermiştir.

Ben de derim ki: "'Hazret-i Muhammed'in ruhu, güçlü, parlak, saf ve berrak bir ruhtur. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed onlara dua edip onları hayırla yâd edince, onun ruhani kuvvetinden, onların ruhlarına birtakım tesirler akar. Böylece de onların ruhları aydınlanır, gönülleri de saflaşır. Bu sebeple de onlar, zulmetten nura, maddeden manaya geçmiş olurlar. Bunun ne demek olduğu, Beşinci Mesele'de izah edildi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onların sözlerini bihakkın duyan; niyetlerini de bihakkın bilendir" demektir.

Allah'ın Tevbeyi Kabul Buyurması

103 ﴿