104"Onlar bilmediler mi ki Allah, kullarından (sâdır olan) tevbeyi kabul edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir ve hakikatte "tevvâb" ve "rahîm" yalnız O'dur". Bil ki, Allahü teâlâ, bahisleri geçen kimselerin günahlarından tevbe ettiklerini ve tasaddukta bulunduklarını naklederek, o ayette, "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" rrevbe, 102) ifadesinden başka bir şey zikretmeyip, bu da tevbelerinin kabulü hususunda sarih bir ifade olmayınca, bu ayette, tevbelerini kabul ettiğinden, sadakalarını da aldığından bahsetmiştir ki, bundan maksat, tevbe etmeyenleri tevbeye; bütün asileri de itaata teşvik etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Müslim: "Ayetteki "Onlar bilmediler mi?" ifadesi, istifham üslûbunda ise de, bundan "Onlar bunu pekâlâbildiler" manası kastedilmiştir. Çünkü muhatabı hem şekke düşürme, hem de onun şek ve şüphesini giderme hususunda, "Sana birşeyler öğreten kimseye hizmet etmen gerektiğini bilmez misin? Sana iyilikte bulunana teşekkür etmen gerektiğini bilmez misin?" gibi ifadeler kullanmak, Arapların örfüdür. Binaenaleyh Hak teâlâ tevbe eden o kimselerin tevbe ve sadakalarını kabul ettiğini müjdelemiştir" demiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Hakikatte tevvâb ve rahim olan yalnız O'dur" diye te'kid etmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir. "Ayetteki tabiri hem yâ'lı, hem de tâ'h olarak, (Siz bilmediniz mi) şeklinde okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır: 1) Bu ayetten şu mana kastedilmiştir: "O tevbe edenler, tevbelerinin ve sadakalarının kabul edilmesinden önce, Allahü teâlâ'nın doğru tevbeleri ve halis niyetle verilecek sadakaları kabul edeceğini bilmediler mi?" 2) Bu ayetten, tevbeye teşvik için, tevbe etmeyenler murad edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kimselerin tevbelerinin doğruluğuna hükmedince, tevbe etmemiş olanlar, "O tevbe edenler, dün bizlerle beraber, bizler gibi idiler, ne kendileriyle konuşuluyor, ne de oturulup kalkılıyordu. Peki nasıl oldu da büyük oldular?" dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hak teâlâ'nın, "O tevbeyi kabul eder" ifadesi ile ilgili, bazı hikmetler vardır: Birinci hikmet: Allahü teâlâ bu ayette, "Allah" adını zikretmiş, sonra da onun peşine bu ifadeyi getirmiştir. Bunun böyle oluşunda, Allah'ın, tevbeyi kabul eden bir ilah olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü ilah, hakkında fazlalık ve noksanlık söz konusu olmayan zattır. Yine ilah, itaat edenlerin taatı ile durumunda zatında bir artış olmayan ve günahkârların isyanları ile zatına bir noksanlık erişmeyen varlıktır. Yine ilah kulların taatına arzu duymayan ve masiyetten nefret etmeyen zattır. Bundandır ki O'nun nefret ve gazabının kendisini intikama sevkettiği de söylenemez. Aksine O'nun günahı yasaklayıp, taata teşvik etmekten maksadı şudur: İnsanın kalbini âhiret âlemine ve sa'îdler (cennetlikler) makamına davet eden, bâtıl ve cismani şeylerle meşgul olmaktan alıkoyacak olan her türlü ibadet, gerçek amel ve salih yoldur. Bunların zıddı olan herşey de, masiyet (günah) ve bâtıl ameldir. Binâenaleyh günahkâr olansadece kendisine zarar vermiş, yine itaat eden de sadece kendisine fayda vermiş olur. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz" (isra, 7) ayetinde ifade edildiği gibidir. Binâenaleyh eğer ilah, rahîm, hakîm ve kerîm olur, O'nun günahkâra olan gazabı da, günahkârın isyanının ilaha zarar verdiğinden ötürü olmaz ise ve kul da günahtan itaata geçiş yaparsa, İlah'ın keremi, kulun tevbesini kabul etmeyi, âdeta kendisine gerekli (vâcib) kılmış gibi olur. Böylece "İlah" olmanın, mutlak manada müstağni olmadan ibaret olup, mutlak müstağni olma da, İlah'ın dışındaki varlıklar için imkansız olunca, başka varlıkların tevbeleri kabul etmesinin, başka sebepler, muarız ve zıd şeyler olmadığ müddetçe âdeta imkans'ız olduğu sabit olmuş olur. İkinci hikmet: Tevbeyi kabul etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde olan birşey değildir. Tevbeyi kabul, bazan kabul eden, bazan da etmeyen Allah'a ait bir iştir. O halde, tevbelerinizde yalnız Allah'a yönelin. O tevbe edenlere şöyle denilmiştir: "Çalışınız, çünkü amelleriniz, -hayır olsun, şer olsun- Allah'a saklı değildir.' Allah'ın Tevbeyi Kubûlü Vacip Değildir Mu'tezile "Tevbeyi kabul etmek, akten, Allah için vacibtir" demişler; âlimlerimiz ise "Tevbe'yi kabul etmek Allah için, Allah'ın vaadi, lutfu ve ihsanı itibarı ile vâcibtir, yoksa aklen vâcib değildir" demişlerdir. Âlimlerimizin, Allah'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vâcib olmadığı hususundaki delilleri şunlardır: 1) Vâcib, failin, yapmadığı zaman zemme müstehak olduğu şeydir. Binaenaleyh eğer tevbeyi kabul etmek. Allahü teâlâ için vâcib olsaydı, tevbeyi kabul etmediği zaman zemme (kınanmaya) müstehak olurdu ki, bu imkansızdır. Çünkü böyle olan kimse, "kabul etme" ile kâmil ve tam olmuş olurdu, Başka bir şey ile tam ve kâmil olan şey ise, zâtı gereği "noksan" demektir. Allah hakkında ise "noksanlık" imkansızdır. 2) Zemm (kınama), ancak o zemmi duyduğu zaman kişi müteessir olup, nefsi ondan hoşlanmadığı zaman, kişinin onu yapmasına manî olabilir ve bu yüzden onun halinde bir noksanlık söz konusu olmuş olur. Fakat şehvetten, nefretten, noksanlıktan ve fazlalıktan yüce ve münezzeh olan zât hakkında, bu manadabir vücubun (gerekliliğin) mevcudiyeti düşünülemez. 3) Allahü teâlâ bu ayette, tevbeleri kabul ettiğini bildirerek kendisini medh-ü sena etmiştir. Eğer tevbeleri kabul etmek vacib olsaydı, Allah bununla kendisin medh-ü sena edemezdi. Çünkü vazifeyi (vacib-gerekli bir şeyi) yapmak, medhi, senayı ve tazimi gerektirmez. Hak teâlâ'nın tabirindeki an edatı hakkında da şu iki izah yapılmıştır: 1) Burada an veya min kullanılması arasında manaca bir fark yoktur. Nitekim Arapça'da ile aynı manaya gelip "Senden bunu aldım" demektir. 2) Kâdî şöyle der: "Burada an edatının kullanılmasının daha beliğ olduğu söylenebilir. Çünkü bu kelime, kabul edilen o tevbeye giden yolu kolaylaştırma ile birlikte o tevbenin kabul edildiğini ifade eder." Ben derim ki: Kâdî, an edatının, bu manaya nasıl delâlet ettiğini açıklamamıştır. Bana göre, an ve min harf-i cerleri, manaca biribirine yakın iki kelimedir. Fakat an uzaklaşma manasını taşır. Mesela "Falanca, padişahın sağ tarafına oturdu" denildiğinde bu, o kimsenin sağ tarafta biraz uzağa oturduğunu ifade eder. O halde ayetteki an ibadihi lafzı da, tevbe eden kimsenin o günahı sebebiyle Allah'ın kendisini kulluğuna kabulünden uzak düştüğüne inanıp, efendisince kovulmuş olmadan ötürü gönlünde bir kırıklık ve burukluk olması gerektiğini ifade eder. İşte an edatı, tevbe eden kimsenin bu şuuru taşıması gerektiğine üstü kapalı bir uyarı ihtiva eder. "Allah Zekat Alır" Tabirinin Manası Ayetteki, "Sadakaları alır" ifadesi ile İfgili şöyle bir soru söz konusudur: Bu ifadenin zahiri, zekatı Allah'ın aldığını; "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 103) ifadesi, o zekatı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aldığını, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Muâz (radıyallahü anh)'a: "Zekatı, onların zenginlerinden al"şeklindeki hadisi de, zekâtı alanın Muaz (radıyallahü anh) olduğunu ve fakire zekat verdiğiniz zaman, hislerin (ve gözün), o zekatı fakirin aldığını göstermektedir. Binâenaleyh bu durumlar nasıl bağdaştırabilir? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Allahü teâlâ, "Onların mallarından sadaka (zekat) al" (Tevbe. 103) ayetinde, zekatı alanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu beyan edip; bu ayette de zekatı alanın, kendisi olduğunu belirtince, bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in almasının, tıpkı Allah'ın alması gibi olduğunu göstermek olmuş olur. Bunun maksadı da, Hazret-i Peygamberin zekat almasının, adetâ Allah'ın bizzat alması gibi olması itibariyle, Peygamberin şânının yüceliğine dikkat çekmektir. Allahü teâlâ'nın, "Gerçekten, sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ve "Allah'a ve Resulüne eza verenler var ya.." (Ahzâb, 57) ayetleri de bunun bir benzeridir. Burada bahsedilen "Allah'a eza vermek"ten maksad, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan ezâ ve cefâdır. 2) Zekât alma işi. Peygambere zekatı almayı emretmek ve Allah'ın zekatla ilgili hükmünü insanlara tebliğ etmek manasında; fakire de o zekatı bizzat alma manasında izafe edilmiştir. Bu tıpkı Allah'ın can alma işini, "Geceleyin sizi öldüren... O'dur" (Enam, 69)ayetinde kendi zâtına; "De ki: "Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak"(Secde. 11) ayetinde ölüm meleği (Azrail (aleyhisselâm)"e) ve "Herhangi birinize ölüm geldi mi. elçilerimiz onun ruhunu alır" (En'am, 61) ayetinde de ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere izafe etmesi gibidir. Binâenaleyh can alma işi, yaratma bakımından Allah'a; (bu işi yapanların) reisi olması bakımından Azrail'e ve Allah ölümü yarattığı anda bu işi bilfiil yapan ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere nisbet edilmiştir. İşte burada da böyledir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: "O Allah, sadakaları alır" tabiri, bu sadaka (zekat) itaatına büyük bir şeref ve kıymet kazandırmıştır. Bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen rivayetler de pek çoktur. O, mesela bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Allah sadakaları, sadakalardan güzel olanları kabul eder. O, onları eline alıp kabul eder ve onları, tıpkı sizden birinin tayını, deve yavrusunu büyütmesi gibi, sahibi (vereni) için büyütüp çoğaltır bereketlendirir. Öyle ki bir lokma sadaka Allah katında Uhud dağından daha büyük olur." Buhâri, Zekat. 8 (2/113). Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sadaka veren her müslüman kulun verdiği sadaka, ması uğruna verdiği zata ulaşır, binaenaleyh o sadaka, Allah'ın eline geçer" Benzer hadis: Müsned. (2/431). buyurmuştur. Hasan el-Basrî bu iki hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın sağ eli, avucu ve kabzası tavsif edilemez. Çünkü "O'nun benzen gibisi yoktur"(Şura, 11) Bil ki yemin (sağ el) ve keff (avuç) kelimeleri, takdisten Allah'ın münezzehliğine yaraşan manalar verilmesi gereken kelimelerdendir." |
﴾ 104 ﴿