105"De ki; "Dilediğinizi yapın. Çünkü Allah da Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir. Sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size, yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki bu, her türlü teşvik ve sakındırmayı içinde toplayan bir sözdür. Çünkü ma'bûd (tapılan varlık), tapanların ne yaptığını bilmediği zaman, tapanlar, yaptıkları ibadetlerden istifade edemezler. İşte bundan dolayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babasına: "İşitmez, görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?"(Meryem, 42) demiştir. Ben, bazı toplantılarda Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in getirdiği bu delilden esas kastının, putların ulûhiyyetini tenkid olmadığını söyledim. Çünkü herkes bunların taş ve odun parçalarından ibaret olduğunu, tasarruf edenlerin tasarrufları ile (yaptıkları işlerle) yüzyüze bulunduklarını, her isteyenin onları yakıp kırabileceğini, bu durumda olan bir varlığın ilah olamayacağını kesin olarak bilir. Aksine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu delilden maksadı şudur: Onun zamanındaki putperestlerin çoğu, kâinatın ilâhının mûcıb-i bizzat bir varlık olup; hür ve irade sahibi bir mûcid olmadığını iddia eden felsefecilerin görüşünde idiler. İşte bundan dolayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "İlah, mücib-i bizzat (yapacağını otomatik olarak yapan), hayırları bilmeyen, fayda veya zarar veremeyen, ihtiyaç ve duaları işitemeyen ve muhtaçların yalvarıp yakarmalarının farkında olamayan bir varlık olduğunda, ona ibadet etmenin ne faydası (manası) var?" demek istemiştir. O halde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu delilden maksadı, âlemin ilâhının "zâtı gereği mûcib" bir varlık olduğunu söyleyenleri tenkid etmektir. Fakat, âlemin ilahı hür ve irâde sahibi bir fail, cüz'iyyatı ve külliyatı (herşeyi) bilen bir âlim olduğu takdirde, kullar ibadet ve dualarından büyük fayda elde ederler. Çünkü kul ibadet ettiğinde ma'bud, onun taat ve ibadetini bilir, hem bu dünyada, hern de ahirette ona mükafaat verebilir; yine kul isyan edip günah işlediğinde, ma'bûd, hem dünyada, hem ahirette ona ceza verebilir. O halde Hak teâlâ'nın, "De ki: "(Dilediğinizi) yapın. Çünkü işlerinizi Allah (...) görecektir" ifadesi, itaatkarlar için büyük bir teşvik, günahkârlar için de büyük bir korkutma ve tehdid ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Haydi bakalım, çalışınız! Çünkü amellerinizin, hem bu dünyada, hem de ahirette birer hükmü vardır. Onların bu dünyadaki hükmü (ve durumu), Allah'ın, Resulullah'ın ve müslümanların onları görmesidir. Eğer o ameliniz bir taat olursa, ondan ötürü, hem bu dünyada, hem de ahirette büyük bir övgü ve mükafaat söz konusudur. Yok eğer o, bir günah olur ise, ondan ötürü bu dünyada büyük bir zemm (kınama), ahirette ise çetin bir azab meydana gelir." Binâenaleyh bu tek cümlenin, insanın dini, dünyası, hayatı ve âhireti hususunda muhtaç olduğu herşeyi içinde toplayan bir cümle olduğu sabit olmuş olur. Ayetten Çıkarılan Usül meseleleri Bu ayet, usül ile ilgili bazı meselelere delildir. Rü'yet Kelimesinin Görmek ve Bilmek Manası Birinci hüküm: Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, görülebilecek şeyleri gördüğüne delâlet eder. Çünkü bir mef'ul alan "rü'yet" fiili "görmek" manasına; iki mef'ul alan ise "bilmek" manasına gelir. İki mef'ul alışı, mesela senin iyi "Zeyd'i fakih gördüm (yani fakih olduğunu bilip, anladım)" şeklindeki sözünde olduğu gibidir. Ayetteki reâ fiili bir mef'ul almıştır ve dolayısıyla "görmek" manasına gelir. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın, herşeyi gördüğüne delâlet eder. Bu, tıpkı Hazret-i İbrahim'in "İşitmez ve görmez., şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) buyruğunun Allahü teâlâ'nın görüşü olduğuna ve eşyayı gördüğüne delalet etmesi gibidir. Bu ayetteki "rü'yet"i "bilmek" manasına almanın mümkün olmadığını, Hak teâlâ'nın, kendisini, hemen bu ifadenin peşi sıra "bilme" vasfı ile tavsif ederek, "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz" buyurmuş olması da te'yîd eder, Eğer ayetteki "rü'yet", "bilme" manasına gelmiş olsaydı, o zaman faydasız ve lüzumsuz bir tekrar yapılmış olurdu. Bu ise, (Kur'an için) düşünülemez. Allah'ın Kalbî Fiilleri Görmesi Konusunda Mutezile'nin Hatası İkinci hüküm: Ehl-i Sünnet alimlerimize göre, mevcud olan herşey görülebilir. Alimlerimiz, bu görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Biz, bu ayette geçen "ru'yet" kelimesinin, tek bir mef'ul aldığını delille gösterdik. Dil kaideleri de, bir mef'ul alan , "ru'yet" kelimesinin, "görmek" manasına geldiğine şehadet etmektedir. Öyle ise bu ayetteki ru'yet "görmek" manasındadır. Cenâb-ı Hak, buradaki reâ fiiline, mef'ul olarak onların "işlerini" getirmiştir. Ameller, (iradeler, hoşlanmayışlar ve fikirler gibi) kalb amelleri ile organların amelleri (hareket ve hareketsizlik gibi) olmak üzere ikiye ayrılır. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın bütün bunlart görüyor olması gerekir. Bu da, herşeyin Allah tarafından görüldüğüne delâlet eder." Cübbaî bu ayeti, Allahü teâlâ'nın sadece, hareket, hareketsizlik, bir araya gelme ve ayrılma gibi, organların amellerini gördüğüne delil getirmiştir. Ona, "(ehl-i sünnetin) istidlali eğer doğru ise, senin de, Cenâb-ı Hakk'ın kalbî amelleri de gördüğüne inanman gerekir" denildiğinde, o buna: "Allahü teâlâ ayette, bu ifade üzerine, "Resul" ve "mü'minler" kelimelerini de atfetmiştir. Resûlullah ve mü'minler ise, sadece insanların uzuvlarının fiillerini (zahirî fiilleri) görürler. Binâenaleyh ayetteki ru'yet, atfedilenler (yani Resul ve mü'minler) hakkında, uzuvların fiillerini görme ile sınırlı olunca, bunu ma'tufun aleyh olan "Allah" hakkında da aynı sınırla sınırlamak gerekir" diye cevap vermiştir. Bu, tuhaf bir görüştür, Çünkü atıf (ma'tuf ife ma'tufun aleyh arasında), sadece asılda (yani burada, görme işinde) müşterek oluşu ifade eder. Binâenaleyh ma'tuf ile ma'tufun aleyhin her bakımdan eşit olmaları gerekli değildir. Bu sebeple, ma'tufta bir tahsisin (sınırlamanın) bulunması, ma'tufun aleyhin de tahsisini gerektirmez. Ehl-i Sünnet'in istidlalinin aslına şu şekilde cevap verilebilir: "Allahü teâlâ şu anda da görmektedir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü Allah, (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin delâlet ettiği şey, şu anda mevcut değildir. Çünkü se yerâ (görecek) fiilinin başındaki sin harfi, gelecek zamanı gösterir. Böylece bu görme işinden muradın, onların amel ve hareketlerine karşılık (mükafaat veya ceza) verme manası olduğu ortaya çıkar. O halde, ifadesi, "Allah size, işlerinizin karşılığını verecektir" manasında olur. Cübbai'nin bu görüşüne, birisi şöyle cevap verebilir: "Onların amellerine karşılık verme işi ayette, "O, size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" ifadesi ile anlatılmıştır. Binaenaleyh eğer biz, buradaki "rü'yet"i, "işlere karşılık verme" manasına hamledersek, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur. Bu ise caiz değildir." Ayetteki, "Çünkü Allah da. Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir" buyruğu ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Onların amellerini, herkes görmemektedir. Öyleyse bu sözün manası nedir? Cevap: Bunun manası, bu amelin haberinin herkese ulaşmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer bir adam, hiçbir kapısı ve penceresi olmayan bir kaya içinde, bir iş yapsa, mutlaka onun işi, olduğu gibi insanlara çıkar (ulaşır)" Müsned, (3/28). buyurmuştur. İmdi eğer, "Ayette, "Allah" isminden sonra Resûlullah'ın ve mü'minlerin, o tevbe edenlerin amellerini gördükleri manasında zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, iki izahı vardır: 1) Kişiyi, amel-i salih yapmaya sevkeden en kuvvetti etken, onu yapması neticesinde elde edeceği övgü, itibar ve şereftir. Kişi, bu fiili yaptığı zaman, Resûlullah'ın ve mü'minlerin kendisine önem vereceklerini bildiği zaman, bundan dolayı ayrıca sevinir ve o işe karşı arzusu kuvvetlenir. Bu inceliğe dikkat çeken şeylerden birisi de şudur: Allahü teâlâ, ayette önce kendinin görmesini zikretti. Bunun peşisıra Resûlullah'ın ve mü'minlerin görmesini zikretti, binâenaleyh sanki şöyle denildi: "Eğer sen, Hakk'a kullukta doğruyu bulmuş ehl-i tahkîk'ten isen, Allah için salih ameller işle. Yok eğer, halkın medh-ü senası ile oyalanan zayıf kimselerden isen, halkın, yani Resulullah'ın ve mü'minlerin övgüsüne nail olmak için, yine salih ameller işle." 2) Ebu Müslim'in sormuş olduğu bu soruya, ikinci olarak da şöyle cevap verilir: "Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Böylece sizi, (Ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek) bîr ümmet yaptık.." (Bakara, 143) ayetinde buyurduğu gibi, Kıyamet günü, Allah'ın şâhidleridir. Hazret-i Peygamber de, Cenâb-ı Hakk'ın "Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman onların hali nice olur?" (Nisa. 41) ayetinde buyurduğu gibi, ümmet için şâhiddir. Binâenaleyh Resûlullah'ın ve mü'minlerin, Kıyamet günü Allah için şâhidler olacağı sabit olmaktadır. Şâhidlik ise, ancak (şahidlik yapılacak şeyi) gördükten sonra doğru olur. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu ayette Resulünün ve mü'minlerin, o kimselerin hareketlerini gördüğünü zikretmiştir. Bundan maksad, onların Kıyamet günü, geçmiş-gelecek herkesin huzurunda, şahidlik yapacaklarına, çünkü onların sıdk, doğruluk, iffet ve rüşd sahibi kimseler olduklarına dikkat çekmektir, Allahü teâlâ daha sonra "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: İbn Abbas (radıyallahü anh): "Gayb, onların (insanların) gizledikleri şeylerdir; "şehadet" de, açıkça yapıp, gizlemedikleri şeylerdir" demiştir. Ben de diyorum ki: "Gayb"ın, onların kalplerinde meydana gelen, amelleri yapmaya veya amellerden geri durmaya sevkeden niyetler manasına; "şehâdet"in de, azaları ile yapıp ortaya koydukları ameller manasına olması uzak bir ihtimal değildir. Yine diyorum ki: "İslam feylesoflarının görüşü şudur: "His ve duyulara gâib olan (yani hissedilemeyen-görülemeyen) varlıklar, hissedilen (görülen) varlıkların illetleri (sebebleri) veya illet (sebeb) gibi olan şeyleridir." Bu görüşte olanlara göre, illeti (sebebi) bilmek, malûlü (sebebe bağlı) şeyi bilmek için bir illettir (sebebtir). Bundan dolayı gaybı bilme işinin, şehadeti bilme işinden önce olmuş olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü Kur'an'da bu ifade ne zaman yer alsa, "gayb", "şehadeften önce gelir. Eğer biz, Hak teâlâ'nın, Allah (...)işlerinizi görecektir" ifadesini, bizzat "görme" manasına alsak, o zaman bunun manasının, "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manasından farklı olduğu ortaya çıkar. Yok eğer biz bu "rü'yeti" "bilme" veya "(o amellere karşılık) mükâfaat verme" manasına hamledersek, ayetteki "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz"tabirinin "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin tefsiri yerine geçmiş olduğunu kabul etmiş oluruz. O zaman "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manası şöyle olur: "Aşikârı (şehadeti), yani dünyada iken ortaya konulan medhi, senayı, saygıyı veya bunların zıdlarını, gizliyi (gaybı), yani Kıyamette, ortaya çıkacak mükâfaat veya ceza durumunu bilen Allah'a döndürüleceksiniz." Allahü teâlâ daha sonra, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" buyurmuştur. Bu, "O, sizin amellerinizin durumlarını biliyor, sonra size, onlara göre karşılık verecektir. Çünkü âhirette Allah'ın karşılık vermesi (mücâzâtı), ancak bilmeden sonra hâsıl olur. Çünkü o zaman herkes, kendisinin başına gelen, kendisine ulaşan şeyin zulüm değil, bir adalet olduğunu bilir. Eğer sevab ehlinden ise sevinç ve saadeti daha fazla; yok eğer ikâb ehlinden ise, kederi ve pişmanlığı daha fazla olur" manasındadır. İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinden murad, ruhanî (yani ruh'a verilecek) sevaba bir işarettir. Çünkü kul, mevlâstnın kendisine emretmiş olduğu birçok meşakkatli işi yüklenip yapınca ve mevlasının, onun bu meşakkatlerini yüklendiğini görmekte olduğunu bilince, çok sevinir ve o husustaki sevinci artar. Bu, ona göre, şahane elbiselerden ve çok maldan daha kıymetli ve tatlı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın "Gizliyi ve aşikârı bilene döndürüleceksiniz" buyruğuna gelince, bundan maksat, rezîl ve rüsvay kılınmak suretiyle verilecek olan azabın tarif edilmesidir. Bu, şuna benzer: Sultanın kendisine çok çeşitli lütuf ve ihsanlarda bulunmuş olan kul, çok çeşitli isyan işlemiş olsun... Bu köle sultanın yanına gelse ve sultan da onun işlemiş olduğu çok çeşitli kabahat ve kusurları, bir bir sayıp dökse... İşte o zaman, o kulun hüznü artar, gam ve kederi büyür, çok mahcûb olur. İşte bu, bir tür ruhanî bir azabtır. Akıllı kimseler çoğu kez, bundan ve diğerlerinden kaçınıp korunmak için en şiddetli maddî ve cismanî azablara, acılara katlanır, razı olurlar. |
﴾ 105 ﴿