110"(Habibim) onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma. Ta ilk gününde, temeli takva üzerine tesis edilen mescid, senin, içinde ibadete kıyamına elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi? Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. Onların kurdukları bina, kalblerinde daimî bir şek olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun. Allah çok İyi bilendir, tam bir hüküm.ve hikmet sahibidir". Müfessirler şöyle demektedirler: Münafıklar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük Savaşı'na giderken o bozuk maksatları için bu mescidi yapınca, "Ya Resulellah, biz, hastalar ile yağmurlu ve soğuk geceter sebebiyle bir mescid yaptık. Biz, senin de bizimle beraber orada namaz kılmanı ve bize, bereket ve hayır dualarda bulunmanı arzuluyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Şimdi ben, bir sefer hazırlığı içindeyim. İnşaallah, döndüğümüzde orada namaz kılarız" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük Savaşı'ndan dönünce, o münafıklar O'nun, yaptıkları mescide gelmesini istediler de, işte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bazı kimseleri çağırtarak: "Ehli, zalim olan o mescide gidiniz; orayı yıkıp harap ediniz" buyurdu. Onlar da, böyle yaptılar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o mescidin yerininse, içine çerçöp atılan bir yer edinilmesini emretti. Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mescide gitmeye yönelince, Cebrail (aleyhisselâm), "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma" diye niyaz etti. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza kıyam etme" buyruğu, Hazret-i Peygamber'i orada bulunmaktan nehyetmektir, yaksaklamaktır." îbn Cüreyc, şöyle demektedir: "Onlar o mescidi cuma günü yapıp tamamladılar ve orada o gün, cumartesi ve pazar günleri namaz kılabildiler. Pazartesi günü ise mescid, çöküp yıkıldı." Cenab-ı Hak, bu yasaklamanın illetini şu şekilde beyan buyurmuştur: "Bu iki mescidden biri, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş olup, başka bir mescidde namaz kılmak da, Takva mescidi'nde namaz kılmaya manı olunca, ikinci mescidde namaz kılmanın yasak ve memnu olduğu, zaruri olarak bilinmiş olur. Buna göre şayet, "İki mescidden birinin daha üstün olması, diğerinde namaz kılmaktan men etmeyi gerektirmez" denilirse biz deriz ki: İllet, şu iki hususun, yani Dırâr mescidinin ayette bahsedilen dört fesada sebep olması ile Takva Mescidinin de, pekçok hayırlar ihtiva etmesine bağlanmıştır. Bazı Rafızîler şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş mescidinin, böyle olmayan mescidden, nama2 kılınmaya daha lâyık olduğunu beyan buyurmuştur. Hazret-i Ali"nin bir an dahi o'sun, Allah'ı inkâr etmediği malumdur. Binaenaleyh onun, işin başında, Allah'ı inkar edenlerden, imamete daha uygun olması gerekir." Bizim buna karşı cevabımız, ayetteki illetin ayette zikredilen iki şeyin toplamına birden bağlanmış olduğu şeklindedir. Böylece de bu soru, zail olmuş olur. Alimler, "Takva Mescidi"nin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Burasının, Küba Mescidi olduğu ve Hazret-i Peygamber'in, her sene oraya gelerek orada namaz kıldığı ileri sürülmüş ise de, ekseri alimler, burasının Mescid-i Nebevi olduğu kanaatindedirler. Said İbnu'l-Müseyyeb şöyle demektedir: "Takva üzere temeli atılmış olan mescid, Hazret-i Peygamber'in mescididir (Mescid-i Nebevi). İki kişi bu hususta ihtilafa düştüler. Onlardan birisi, burasının Mescid-i Nebevi olduğunu; diğeriyse burasının Küba Mescidi olduğunu savundu. Bunun üzerine her ikisi de bu meseleyi Hazret-i Peygamber'e sorduklarında, Hazret-i Peygamber, "Burası, benim şu mescidimdir" buyurdu." Kadî: "Her ikisinin de, ayetin muhtevasına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "temeli takva üzerine tesis edilen mescid" buyurmuştur. Bu tıpkı bir kimsenin, "Salih kimselerle oturup kalkman daha uygundur" demesine benzer. Binâenaleyh bu söz, o salih kimselerden birisine hasredilmiş olmaz" demiştir. Buna göre şayet, "Diğerinde namaz kılmak caiz olmadığı halde, Cenâb-ı Hak niçin, "... içinde kıyamına elbette daha layıktır" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Bu: "Her ne kadar bu caiz ise de, bahsedilen sebepten dolayı, berikisinde kıyama durmak daha evlâdır" anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak. "Orada tertemiz olmayı arzu eden kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Allahü teâlâ, Takva Mescidini, şu iki sebepten dolayı tercih etmiştir: a) Onun, takva üzere bina edilmiş olması ki bunun ne demek olduğu, daha önce geçmişti. b) O mescidde tertemiz olmayı seven adamların bulunması. Bu ayette bahsedilen temizliğin ne demek olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci görüş: Bununla günah ve isyanlardan temizlenmek kasdedilmiştir. Bu görüş, şu sebeplerden dolayı teayyün edip belirginleşmiştir: 1) Günah ve isyanlardan temizlenmek, Allah'a yaklaşmada, O'nun mükafaat ve medhini hak etmede müessir olan bir husustur. 2) Allahü teâlâ, Dırar Mescidi'nin ashabını, müslumanlara zarar vermek, Allah'ı inkar etmek ve müslümanların arasını açmak gibi şeylerle vasfetmiştir. Binâenaleyh, diğer mescidin ehlinin, bunların taşımış oldukları sıfatların zıddıyla muttasıf olmaları gerekir. Bu da onların, küfür ve masiyyetten uzaklaşmalarıdır. 3) Allah katında, zahirî temizliğin, bâtının küfür ve isyanlardan temizlenmiş olması halinde bir tesir ve kıymeti bulunmaktadır. Ama bâtının küfür ve masiyetlerden temizlenip de zahirî temizlik tahakkuk etmediğinde, (her halükârda) batınî temizliğin zahirî temizliğe bir tesiri söz konusudur. Dolayısıyla batını temizlik daha evla olur. Temizlenenlerden Maksad Ensardır 4) Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Bu ayet nazil olunca, yanında bir kısım muhacirler olarak, Hazret-i Peygamber yürümeye başladı. Derken, Küba mescidinin kapısına varınca orada durdu. Orada, ensardan bazıları oturuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Siz mü'min misiniz?" diye sordu. Topluluk susunca, Hazret-i Peygamber bu soruyu tekrarladı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Ya Resulellah, onlar mü'mindirler, ben de onlarla beraberim" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kaza ve kadere razı oldunuz değil mi?" dedi. Onlar "Evet" deyince de, Hazret-i Peygamber: "Belalara sabrediyor musunuz?" dedi. Onlar, "Evet!" dediler. Hazret-i Peygamber: "(Bolluk zamanı) nimetlere şükrediyor musunuz?" deyince, onlar "Evet!" dediler. Bunun üzerine de, Hazret-i Peygamber: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, bunlar mümindirler" dedi ve sözüne devamla: "Ey ensar topluluğu, Allah sizi övdü. Abdest alırken ne yaptınız?" diye sorduğunda, onlar da, "Taharet yaparken önce taş ile istincada bulunduk, sonra da su ife temizlendik" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever" ayetini okudu." Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt, 33709. Hadis. Aynı Anda Hem Hakikî Hem Mecazî Mananın Olması İkinci görüş: Bundan murad. taş ile yapılan istincadan sonra, su ile temizlenmektir. Bu, hadiscilerden olan ekseri müfessirin görüşüdür. Bu hususta üçüncü bir görüş de, bunun, her iki manaya da birden hamledilmesidir. Böyle olması halinde şöyle bir soru sorulabilir: "Taharet lafzı, aynî necislerden temizlenme hususunda hakikat; günah ve isyanlardan uzak kalma hususunda ise, mecazdır. Halbuki, tek bir lafzı, aynı anda hem hakiki, hem de mecazî manaya almak caiz değildir, " Cevap: "Necis" lafzı, "pis" olan şeye verilen bir addır. İşte bu kadarcık bir mana (yani, "pislik" manası) her iki kısımda da müşterektir. Böyle olması halinde, bu soru giderilmiş olur. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, birinci sebebi ki bu, mescidin takva üzerine bina edilmiş olmasıdır: tekrarlayarak "Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır?..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Bünyan tıpkı gufran gibi bir masdar olup, ism-i mef'ûl, yani "bina edilen şey" manası kastedilmiştir. Masdarın, ism-i mef'ûl yerinde kullanılması, meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, "Onun dövdüğü" ve, "Onun dokuduğu" anlamında olmak üzere, denilir. Vahidî şöyle demektedir: "Bünyan" kelimesinin, sen onu isim kabul ettiğinde (......) kelimesinin çoğulu olması mümkündür. Zira Araplar, bu kelimenin müfredinde demektedirler. İkinci bahis: Nâfi ve İbn Amir, meçhul olarak, (......) şeklinde okumuşlardır ki bu meçhul fiilin (hazfedilen) faili, onu yapan ve onu tesis edendir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "Allah'ın ikâbından korkma ve O'nun mükafaatını umma üzerine" demektir. Bu böyledir, zira taat, ancak böyle bir korku ve böyle bir ümit bulunduğu zaman taat adını alır. Netice olarak diyebiliriz ki, bunu yapan kimse, bu binayı, Allah rızası, O'nun ikâbından korunmak ve mükâfaatını da ummak için yapınca, bu bina, bu yapı, Allah'ı inkâr etmeye ve kullarına zarar vermeye sebep olsun diye o kimsenin yaptığı o binadan daha üstün ve daha mükemmel olur. "... yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?" ayetiyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: İbn Amir, Hamza ve Asım'ın ravisi Ebu Bekr, râ harfinin sükûnuyla cürf; diğer kıraat imamları ise, rayı ötre ile okuyarak cüruf şeklinde okumuşlardır ki, her ikisi de aynı manaya kullanılan iki kullanıştır. Tıpkı, şuğl ve şuğul (meşguliyyet) ve unk ve unuk (boyun) kelimeleri gibi, cürf ve cüruf şeklinde kullanılır. İkinci bahis: Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Şefâ "kenar, uç, kıyı" anlamına gelir. demek, "birşeyin ucu, kıyısı, kenarı" demektir. Bir kimse bir şeye yaklaştığında, denilmesi de, bu köktendir. Sel akıp, böylece vadi yarılarak selin aktığı kıyıda, her an düşmekle karşı karşıya olan, (altı boşalmış) zayıf bir toprak parçası kalır ki, işte buna Arapça'da cüruf (yar, uçurum, kıyı) denilir Hâr kelimesi hakkında Leys şöyle demektedir: "Hevr kelimesi, "Yar, uçurum yıkıldı" deyimindeki hâre fiilinin masdarıdır. Bu, bir şey, arkasından yarılıp da henüz, olduğu gibi yerinde kalan şeydir ki, işte buna, "düşmek üzere olan, düşmek üzere bulunan bir uçurum" denilir. Bu düştüğünde ise, "uçtu, yıkıldı" denilir. Sen, bu lafızların manasını iyice anladığında biz diyoruz ki: Buna göre ayetin manası, "Dininin temelini, çok muhkem ve kuvvetli bir esasarki bu esas da, Allah'ın takvası ve O'nun rızası olan hak esastır-bina eden mi daha hayırlıdır; yoksa dinini, temellerin en zayıfı ve en az kalıcı olanı olan batıl esas üzerine bina eden mi hayırlıdır?" şeklinde olur. işte bu nifakın misali, tıpkı, cehennem vadilerinin kenarında ve uçmak üzere olan bir yarın, bir uçurumun durumu gibidir. Bu yar, "uçan, çöken bu kenarda olduğu" için, daima düşmek ve yıkılmakla yüzyüzedir. Bu münafık da, cehennemin kenarında olduğu için, bu yardan yuvarlandığında mutlaka, cehennemin ta dibim boylayacaktır. Biz, âlemde, münafıkların haline uygun olan bundan daha güzel bir misal bulamaya. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu binadan birisini yapan, bu binası ile Allah'ın takvasını, ve O'nun rızasını; diğeri ise, masiyyet ve kûfrû kasdetmiştir. Binaenaleyh, ilk yapı daha kıymetli ve bekas, gerekli olan; ikincisi ise, âdi ve yıkılması gerekli olan bir bina olmuş olur. Mescid-i Dırar'ı Yapanların Göğüslerindeki Sıkıntı Daha sonra Cenab-ı Hak: "Onların kurdukları bina kalblerinde daimi bir şek olacaktır" buyurmuştur. Bu, "Bu binanın yapımı, onların kalblerine bir şüphenin düşmesine sebep olmuştur. Dolayısıyle o binanın bizzat kendisi, şüpheye sebebiyyet verdiği için "bir şüphe" olarak nitelendirilmiştir." O binanın şüphe sebebi olması hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1) Münafıklar, Dırar Mescidi'ni yapmakla, fazlaca sevinmişlerdi. Dolayısiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o binanın yıkılmasını emretmesi, onlara son derece ağır gelmiş ve bu yüzden onların Hazret-i Peyamber'e olan kızgınlıkları ve O'nun nübüvvetine dair şüpheleri artmıştı. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o mescidin yıktırılmasını emredince, onlar, sırf hasedinden dolayı bunu emrettiğini düşündüler. Böylece de, onların Hazret-i Peygamber'e olan güvenleri ortadan kalktı ve her an, şiddetli bir biçimde ondan korkmaya başladılar. Neticede, Hazret-i Peygamber'in onları kendi hallerine bırakacağı veyahut da, kendilerinin öldürülmelerini, mallarının yağmalanmasını emredeceğine dair bir şüphe içine düştüler. 3) Onlar, kendilerinin, o mescidi yapma hususunda iyi niyet taşıdıkları inancındaydılar. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o mescidin yıkılmasını emredince, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hangi sebepten dolayı o mescidin yıkılmasını emrettiği hususunda şek ve şüphe içinde kalakaldılar. 4) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın o günahı, o mescidi yapmada gösterdikleri çabayı bağışlayıp bağışlamayacağı hususunda şüphe içinde kalakaldılar. -Bu izahlardan doğru olanı birincisidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Meğer ki kalbleri (ölümle) parçalanmış olsun" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgifi birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: İbn Amir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza, tanın fethası ve şeddeli tî harfiyle olmak üzere, tekatta'a şeklinde okumuşlardır ki, bu manasındadır. böylece iki te'den birisi hazfedilmiştir. Diğer kıraat imamları ise, fiili, meçhul olarak te'nin zammesi ve tı'nın şeddesi ile tukatta'a; İbn Kesirde , fiili tı'nın fethası, kâf'ın sükûnu ile, tekta'a ve (......) kelimesini mansûb olarak okumuştur ki onun okuyuşuna göre mana "onların kalblerini sen parçaladın" şeklinde olur. kıraatinin manası da şöyle olur: "Onların kalbleri parça parça oldu. Kılıçlar veya keder ve ağlamalarla paramparça oldu. İşte böyle olunca da onların kalblerindeki o şüphe zail olup gitti." Bu, "O şüphe onların kalblerinde ebediyyen kalacaktır ve onlar bu nifakları üzere öleceklerdir" demektir. Bu ifadenin "Onlar pişmanlıktan ve yaptıkları ihmalkarlığa üzüntülerinden dolayı, kalblerini paramparça eden bir tevbede bulunmadıkça" manasında olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, "Onların kalbleri, gam ve keder yüzünden çatlayıncaya kadar" manasına geldiği de söylenmiştir. Hasan el-Basri, bu ayeti (......) şeklinde okumuştur. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un kıraatinde ise, bu, (Onların kalbleri parçalansa da) şeklindedir. Talha (radıyallahü anh)'nın. bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e veya herbir insana hitab olarak, (Onların kalblerini parçalasan da) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bu, "Allah, onların hallerini hakkıyla bilen ve onlar için verdiği hükümlerde de hakîm (hikmetli) olandır" demektir. |
﴾ 110 ﴿