122"Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir. O halde onların her sınıfından yalnız birer zümre savaşa gitmeli, kimide -din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman onları uyarmaları için- gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden kaçınırlar", Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Din Âlimi Yetiştirmenin Gerekli Olduğu Bil ki bu hususta şu iki şey söylenebilir: a) Bu ayet, cihad hükümlerinin geriye kalanlarından birisidir. b) Bu, cihadla herhangi bir münasebeti bulunmayan yeni bir sözdür. Birinci ihtimale gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: '"Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa çıkarken, ondan, münafık veya mazereti olanlardan başkası ayrılmaz, savaştan geri kalmazdı. Allahü teâlâ, münafıkları, Tebük Savaşı vesilesiyle iyice ayıplayıp kınayınca mü'minler, "Allah'a yemin olsun ki biz, hiçbir savaş , ve hiçbir seriyyede Hazret-i Peygamber'den ayrılmayacağız!.." dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip kâfirler üzerine seriyyeler gönderince, geride kalan müslümanların tamamı da savaşa gittiler ve Hazret-i Peygamberi Medine'de yapayalnız bıraktılar. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Buna göre ayetin ifade ettiği mana şu olur: "Mü'minlerin topyekün savaşa gitmeleri uygun olmaz. Tam aksine, onların iki kısma ayrılmaları gerekir. Bir kısım, Hazret-i Peygamber'in Hizmetinde kalırken, diğeri de savaşa gider." Bu böyledir zira, o zam.an İslamiyyet, savaşmaya, cihad etmeye ve kâfirleri ezip geçmeye muhtaç idi: bu gerekiyordu. Yine, yeni yeni mükellefiyetler ortaya çıkıyor ve şer'i hükümler iniyordu. Müslümanların, Hazret-i Peygamberin yanında kalmaya ve böylece de, o yeni hükümleri öğrenmeye, o mükellefiyetleri bellemeye ve onları orada bulunmayanlara tebliğ etmeye ihtiyaçları vardı. Böylece o zaman, gerekli ve şart olanın, Allah'ın Resûlü'nün sahabesinin iki kısma ayrılması olduğu sabit olmuş olur. Bunlardan birisi, savaş ve cihada gidecek, diğeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında kalacaktır Böylece, s'avaşa giden kısım, savaşa katılmayanları da temsil etmiş olacak. Medine'de, Hazret-i Peygamberin yanında kalan kısım da, dinî ilimleri öğrenme hususunda savaşa iştirak etmiş olanları temsil etmiş olacaktır. İşte bu suretle de, her iki kısmın dinî işleri tamamlanarak ifa edilmiş olacaktır Sen bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar. Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkmayanlardır Birinci ihtimal: Medine de kalan kısmın, dini öğrenen kısım olmasıdır. Şu sebeble ki onlar, devamlı Hazret-i Peygamber'in hizmetinde bulunup vahyi ve ayetlerin nüzulünü müşahade edip, her ne zaman bir mükellefiyet ve yeni bir hüküm geldiğinde, onu öğrenip iyice bellerlerdi. Binâenaleyh, savaşa giden kısım onlara dönüp başvurduğunda, Medine'de kalan bu kısım, öğrendikleri mükellefiyet ve hükümleri onlara tebliğ ederek bildiriyordu. İşte bu izaha göre ayette bir takdir yapmak gerekir. Buna göre ayetin takdiri, "Onlardan bir kısmının savaşa katılması; bir kısmının da. Medine'de kalarak dini iyice öğrenip, kavimlerine, yani savaşa katılanlar, savaştan döndükten sonra kendilerine başvurduğunda, onlara o hükümleri bildirmeleri gerekmem miydi? Böylece de savaştan dönenler, o yeni hükümleri öğrenince, Allah'a isyan etmekten sakınmış olurlar" şeklinde olur. Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkanlardır İkinci ihtimal: Dini öğrenme işinin, savaşa katılanlara ait olmasıdır. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Buna göre ayetin manas;, 'Onlardan herbir fırkadan, bir kısmın savaşa katılması gerekmez mi? Böylece savaşa katılan o kısım, din hususunda fakîhler olmuş olurlar. Böylece, onların fakîh olmasından maksad, onların. müslümanların müşriklere galip gelmelerini ve pek az sayıda olmalarına rağmen, müşrikler dünyasına üstün gelmiş olduklarını müşahede etmiş olmalarıdır. O durumda onlar bunun, Allahü teâlâ'nın, yardım ve desteğini onlara vermiş ve tahsis etmiş olduğunu ve O'nun, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini yüceltmeyi, şeriatini kuvvetlendirmeyi murad etmiş olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh savaşa katılan bu topluluklardan bazı kimseler, kâfir olan kavimlerine, (hısım ve akrabalarının) yanına vardıklarında, onları, müşahede etmiş oldukları nusret, fetih ve muzafferiyyet mucize ve delilleriyle inzâr edip uyarırlar. Böylece de o kâfir kimseler Allah'a isyan etmekten sakınırlar da, küfrü, şekki ve nifakı terkederler " şeklinde olur. Bu görüş de, ihtimal dahilindedir. Kadî, bu görüşü tenkid ederek, "Bu müşahede, dinde fıkıh (derinleşme) sayılmaz" demiştir. Kadî'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: Savaşa katılanlar, silahı, yiyeceği olmayan az sayıdaki bir topluluğun, yiyeceği ve içeceği bol, ihtişamı çok olan büyük bir kâfir topluluğuna galip geldiklerini görüp müşahede ettiklerinde, esas maksat olan şeyi, iyiden iyiye kavramış olurlar. Bu esas maksat da, bu durumun (az bir kimsenin, kalabalık bir gruba galip gelmesinin) Allah'dan olup beşer tarafından olmayışıdır, Çünkü, şayet bu beşer tarafından yapılan bir şey olsaydı, o zaman, az sayıdaki kimseler, kendilerinden kat kat fazla olan kimselere galip gelemezlerdi ve bu din de her gün kat kat artarak ilerleyemezdi. Bu nükteyi ve inceliği anlama uyanıklığını göstermek, hiç şüphesiz ki bir anlamda "fıkh" (derin-anlayış)dır. Bir üçüncü ihtimale gelince, bu da şudur: Bu ayetin, cihad hükümlerinden geriye kalanlardan olmayıp, tam aksine bunun, kendi başına müstakil bir hüküm olduğunun söylenmesidir. Bu şöyle izah edilebilir: Allahü teâlâ, bu surede hicret meselesini beyan buyurup, sonra da cihadı emredince -ki bunlar, seferle ilgili iki ibadettir- Hazret-i Peygamber'den öğrenilen fıkhın da bir ibadet olduğunu beyan buyurmuştur ki, bunun da seferle ilgisi bulunmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dinde fakîh (derin anlayışlı) olmak için, topyekûn Hazret-i Peygamberin yanında kalmaları uygun olmaz. Tam aksine bu. vâcib de değildir, caiz de. Bunun durumu, özrü bulunmayan herkesin mutlaka katılması gereken ve Peygamberle beraber yapılan cihadın durumu gibi olmaz " buyurmuştur. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir" buyurmuştur. Yani, "Şehirde eğleşen fırkalardan bir kısmı, dinde derinleşmek, helâli haramı öğrenmek, vatanlarına dönüp, küfürlerinden vazgeçsinler diye, kavimlerini uyanp sakındırmak için, Hazret-i Peygamber'in huzuruna varsın " demektir. Takdirin böyle olması halinde bundan murad, dinde derin anlayışlı olmak ve dinî meseleleri iyice öğrenmek için Hazret-i Peygamber'in huzuruna varmanın vacib olması olur. İlim Öğrenmek İçin Yolculuk Şart mıdır? Buna göre şayet, "Ayet, fıkh öğrenmek, dinde derinleşmek için, her dönemde sefer edip gurbete çıkmanın vâcib olduğuna delâlet eder mi?" denilirse, biz deriz ki: Fıkh öğrenmek, ancak, o kimsenin sefere çıkmasıyla elde edilebiliyorsa, o kimsenin bu sefere çıkması vâcib olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da durum böyleydi. Çünkü şerîat (dinî hükümlerin bütünü), henüz nihayete ermemiş, aksine her gün yeni bir hüküm, yeni bir mükellefiyet zuhur ediyordu. Halbuki, bizim zamanımızda ise, şer'î hükümler kesinleşip yerleşmiştir. Binâenaleyh, bir kimse kendi vatanında (beldesinde) ilim elde etme imkânına sahip ise, onun sefere çıkması vâcib olmaz. Ancak ne var ki ayetin lafzı, sefer etmeye dair bir delil olunca, pek yerinde olarak, biz de, kendisinden yararlanılan mübarek bir ilmin ancak seferde elde edilebileceği kanaatine vardık. Lev lâ İle Hellâ Edatları Hakkında Bu ayette zikredilen lafızlarından tefsir edilmesi gerekenlerden birisi de lev lâ kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, hellâ edatı gibi, teşvik manasını ifade eder: (olmalı, olmalı değil miydi?) Lev lâ edatının, heflâ manasını taşıması yerindedir. Zira hellâ da, iki kelimedenmeydana gelmiş olup, bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan hel, (diğeri de lâ)dır. Çünkü sen bir kimseye "Yer misin?" "Girer misin?" dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme ve girme işini arzetmiş olursun. Diğer kelime ise lâ edatıdır. Bu edat, inkar ve cahd manasını ifade eder. O halde, hellâ birisi arz, diğeri cahd manası ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen. "Keşke şunu yapsaydın!" dediğinde, o zaman sen sanki, "Yaptın değil mi?" demiş, sonra da, bununla birlikte lâ, yani, "Hayır sen onu yapmadın " demiş olursun. Binâenaleyh, bu ifadede o fitlin vâcib (gerekli) olduğuna ve, fiilin yapılmaması suretiyle, bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek söz konusudur, Aynı şey levlâ edatı hakkında da söylenilebilir. Çünkü sen, (Yanıma girmeli değil miydin?) ; "yanımda yemeli değil miydin?" dediğinde, bunun manası da, bir arz ve o işi yapması halinde, senin sevineceğini haber vermektir. Aynı şey lev mâ hakkında da söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın "...bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 7) ayeti de böyledir. Böylece, evlâ, hellâ ve levmâ'nın manaları birbirine yakın olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki, hepsinden maksad da, terğîb ve teşviktir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Onlar bunu yapmalı değil miydi?" şeklinde olmuş olur. Bu Ayet. Haber-ı Vahidin Hüccet Oluşuna Delildir Bu ayet, haber-i vahidin bir hüccet olduğunu benimseyenler için, güçlü bir delildir. Biz bu meseleyi, Kitabu'l-Mahsûl Mine'l-Usûl adlı eserimizde uzun uzadıya ele aldık. Bizim burada diyeceğimiz ise şudur: Her üç kişi bir fırkadır. Allahü teâlâ. her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılmıştır. Üçten çıkan ya iki olur. ya da bir. Binaenaleyh (savaşa çıkan) "taife'nin, ya iki veya bir olması gerekir. Daha sonra Allahü teâlâ, onların haberlerine göre amel etmeyi vacib kılmıştır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın. "... onları korkutmaları için "ifadesi, onların haber vermelerinden ibarettir. O'nun, "Olur ki, kaçınırlar" buyruğu ise, onların kavimlerine, onların haberlerine göre amel etmelerini vacib kılmayı ifade eder. Bu da. bir veya iki kişinin haberinin, şeriatta bir delil olmasını iktiza eder. Kâdî Abdülcebbar'ın Buna İtirazı ve Ona Verilen Cevap Kâdî ise şöyle demiştir: '"Bu ayet, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğuna delâlet etmez. Çünkü "taife" bazan, haberinin bir hüccet olduğu bir topluluk, cemaat olabilir. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onları korkutmaları için" ifadesi, kavim kabul etmese dahi, doğru olan bir sözdür. Nitekim, kabul edilmesi gerekmese dahi, bir şahidin (çağırıldığı zaman) şehadette bulunması gerekir. Bir diğer, husus da, "inzâr" kelimesinin, korkutma manasını tazammun etmiş olmasıdır. Bu kadar şey, haber-i vâhidle amel etmenin vacib olmasını gerektirmez." Buna şöyle cevap verilir: "'Onun, "taife" bazan bir cemaat olabilir" şeklindeki görüşünün cevabı şudur: Biz, her "öç"ün bir fırka olduğunu beyan ettik. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılınca, o zaman taifenin ya iki veya bir olması gerekir. Bu da, "tâife"nin, haberleriyle bir ilmin meydana geldiği cemaat manasına gelmesi hususunu iptal eder." Şayet onlar. "Allahü teâlâ o grupların sözleriyle amel etmeyi vâcib kılmıştır. Belki de onlar, sayı bakımından, sözleriyle ilmin tahakkuk edeceği bir sayıya ulaşmışlardır" derlerse, biz deriz ki: Allahü teâlâ. her gruba, kendi kavimlerinin yanına dönmelerini vâcib kılmıştır. Bu da, her kısmın, hususi bir topluluğa dönmesini gerektirir. Daha sonra Allah, o grubun sözüyle amel etmeyi vacib kılmıştır ki, işte bu da neticeyi ifade eder. Kadî'nin, "Hak teâlâ'nın buyruğu, her ne kadar kabulü gerektirmese bile, yerinde olan doğru bir sözdür" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki: Biz, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğu hususunda. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna değil, tam aksine O'nun buyruğuna tutunmaktayız. Bu. bu inzârın, yapılan o inzara uygun olarak amel etmeyi gerektirmesine binâen, sakınma hususunda, Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir teşviktir. İşte bu cevapla, Kadî'nin, "İnzâr, korkutma manasını ihtiva eder. Bu kadar şey de, onunla amel etmenin vâcib olmasını gerektirmez" şeklindeki üçüncü sorusuna da cevap verilmiş olur. Ayet, dinde derin anlayış sahibi olmak ve öğrenmek, taallümde bulunmaktan maksadın, halkı Hakk'a davet etmek ve onları, güçlü olan İsfâm dinine, Sırat-ı Müstakîme irşad etmek olması gerektiğine delâlet eder. Çünkü âyet, onların kavimlerine döndüklerinde, kavimlerini gerçek ve hak olan dinle inzâr edecekleri ve onların da, cehalet ve masiyetten kaçınarak, dini kabul etmeye arzu duyacakları gerekçesiyle, Allahü teâlâ'nın onlara dinde derin anlayışlı ve bilgili olmayı emrettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu gayeden dolayı, derin anlayışlı olmak ve öğrenimde bulunmak isteyen herkes güçlü bir metod ve dosdoğru bir yol üzerinde olmuş olur. Kim de bu yola iltifat etmez, dini âlet ederek dünyayı talep ederse, amel bakımından, en çok ziyana uğrayanlardan olurlar. Öyle ki, kendileri iyi yapıyor sanarak dünya hayatındaki say ü amelleri boşa gitmiş olur. Kâfirlerin Hepsiyle Birden Değil, En Yakında Olanlarla Savaşmak |
﴾ 122 ﴿