4

"Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah, bunu size bir hak olarak vaadetmiştir. Halkı ilk defa dirilten, sonra imân edip salih amelle'r işleyenlere, adaleti ile mükâfaat vermek için. yine huzuruna döndürecek olan hiç . şüphesiz O'dur. Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azab vardır".

Bil ki Hak Subhanehû ve Teâlâ, mebde'in (ilk yaratılışın) varlığına delâlet eden delilleri ele alınca, bunun peşinden me'âd'ın (ahiretin) doğruluğuna dâir olan delilleri getirmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Haşri İnkâr Kolay Değildir

Bu, hasrın ve neşrin inkâr edilmesinin, bedîhi bir ilim olmadığının izahı hakkındadır. Buna şunlar delalet etmektedir:

a) İnsanlar, hasrın ve neşrin olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. İnsanların çok büyük bir kısmı, onun mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, din sahibi olan insanların hemen hemen hepsidir. İmkansız olduğu açık olarak bilinen bir hususta, bir ihtilafın meydana gelmesi de imkansız olur.

b) Biz, akl-ı selimimize başvurup, ona birin iki sayısının katı olduğunu ve bu kaziyyeyi sunduğumuzda, imkansız olma kuvveti bakımından bu kaziyyeyi, birinci kaziyye gibi bulamayız.

c) Biz, nefs-i natıkanın (ruhun) varlığını ya kabul eder, yahut etmeyiz. Eğer kabul ediyorsak, bu problem tamamıyla ortadan kalkmış olur. Çünkü nefs-i natıkanın birinci defada bedenle ilgisi imkansız olmadığı gibi, ikinci defa da (ahirette) onun bedenle ilgisi imkansız olmaz. Biz nefs-i natıkayı kabul etmesek de bu ihtimal vardır. Çünkü Hak teâlâ'nın o bölünmüş parçaları ikinci defa biraraya getirerek, önceki şekliyle o insanı yeniden yaratacağını söylemek uzak bir ihtimal değildir.

d) Hak teâlâ hasrın ve neşrin mümkün olduğuna delâlet eden pek çok misaller zikretmiştir. Biz, onları burada şöylece topluyoruz:

Haşrin Numuneleri: Birinci Kısım Misaller

Birinci misal: Biz, sonbaharda yeryüzünü zelil ve perişan, yazın sıcağının şiddetinden ötürü kendisine kuraklık hükümran olmuş bir vaziyette görüyoruz. Cenab-ı Hak daha sonra, kıştn ve baharın yere yağmurlar indiriyor ve böylece o yer, bu halinin peşinden çeşitli çiçeklerle ve harikulade pırıltılarla bezenmiş bir hale dönüyor. Nitekim Cenâb-ı Hak:

1) "Allah, rüzgârları salıverip de bulutları harekete getirendir. Derken biz, o bulutları ölü bir toprağa sürüp, onunla yeryüzünü, ölümünün ardından canlandırmışızdır.İşte ölülerin dirilmesi de böyledir.(Fatır, 9)

2) "Senin hakikaten boynunu bükmüş gördüğün yeryüzü de O'nun ayetlerindendir. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam" (Fussilet, 39);

3) "Allah, Hakk'ın taa kendisidir. Hakikaten ölüleri o diriltiyor" (Hacc, 6);

4) "Allah'ın, yukarıdan bir su indirip de onu yeryüzünde menba'lara (kaynaklara) sevkettiğini, sonra onunla türlü renklerde ekinler (nebatlar yetiştirip) çıkardığını, sonra onlan kuruttuğunu görmedin mi? Nihayet sen onları sapsarı bir hale gelmiş görürsün. Sonra da Allah onu kuru bir kırıntı yapıyor. Muhakkak ki bunda temiz akıl sahipleri için bir ibret var" (Zumer, 21) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak "Bunda temiz akıl sahipleri içn bir ibret var" buyruğu ile, âhiret işine dikkat çekmiştir.

5) Yine O, "Sonra onu öldürüp kabre soktu. Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek. Doğrusu o insan. Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirmemiştir" (Abese, 21-24) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "İlkbaharı gördüğünüz zaman, haşrı-neşri (ölümden sonra dirilmeyi) daha çok hatırlayıp anınız." İlkbaharla dirilme arasındaki benzerlik, ancak bizim bahsettiğimiz yöndendir.

İkinci misal: Herbirimiz, kendimizde fazla kilo alma sebebi ile bir büyüme; zayıflama sebebi ile de bir noksanlaşma-kücülme hissederiz. Sonra insanın, yine kilo almak suretiyle, zayıflıktan önceki durumuna döndüğünü biliriz. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Kısmen olması caiz ve mümkün olan birşeyin, tamamen olması da imkansız değildir. Bu da sabit olunca, yeniden dirilmenin imkansız olmadığı ortaya çıkmış olur. İşte Cenâb-ı Hak, "Sizi. bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve şekilde tekrar yaratacağız" (Vakıa. 61) ifadesi ile buna işaret etmiştir. Bu, "Hak teâlâ önce zatlarınızı yaratmaya, sonra da yaşarken sizler kilolandığınızın ve zayıfladığınızın farkında olmaksızın azar azar ikinci kez, o (artan-eksilen) cüzlerinizi yaratmaya kadir olduğuna göre, O'nun için kabirde çürüdükten sonra Kıyamette toplamak için sizi yeniden diriltmesinin imkansız olmayacağına da kesinkes hükmetmek gerekir.

İlkin Yaratan, Diriltmeye Haydi Haydi Kadirdir

Üçüncü misal: Allahü teâlâ, bizi, daha önce bir örneğimiz-modelimiz olmadığı halde, doğrudan doğruya yaratmaya kadir olduğuna göre, O'nun ilk yaratması varken (yani ilk örnek varken), bizi yeniden yaratmaya haydi haydi kadir olur. Cenâb-ı Hak bu hususu pek çok ayetinde beyan buyurmuştur:

1) "Halkı ilkin dirilten, (yine kendisine) geri çevirecek olan şüphesiz O'dur" (Yunus. 4);

2) "De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek"(Yasın, 79);

3) "Andolsun ki birinci yaratılışınızı bildiniz. Fakat (tekrar yaratılacağınızı da) düşünmeli değil misiniz?" (vakıa, 62);

4) "Yoksa biz ilk yaratıştan acz mi gösterdik ki tekrar diriltmekten âciz olahm'? Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe içindedirler" (Kâf, 15);

5) "însan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? O. (rahme) dökülen meniden bir damla su değil miydi... Bütün bunları yapan Allah, ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir? (Elbette kadirdir)" (Kıyame, 36-40);

6) "Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki biz sizin aslınızı topraktan yarattık... Kıyamet elbet gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirlerde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır" (Hacc. 5-7). Bu ayette Cenâb-ı Hak, hasrın olacağına şunları delil getirmiştir:

a) O, ilk yaratılışı, ikinci yaratılışa (tekrar yaratmaya) delil getirmiştir ki, bu ayetteki "Eğer siz öldükten sonra dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki biz sizin aslınızı topraktan yarattık" buyruğundan anlaşılmaktadır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "İlk yaratma, bu cisimlerin birtakım hallerden, diğer birtakım hallere geçmesi ile meydana gelince, ikinci yaratılışın, birbirini takib eden pekçok değişme ve farklılaşmadan sonra meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?"

b) Allahü teâlâ bunu, ölü, kupkuru yeryüzünü diriltmesine benzetmiştir.

c) Hak teâlâ, hakkın tâ kendisidir. O, ancak kudreti, ifmi ve hikmeti tam ve kâmil bir varlık olması halinde böyle olur. Hasrın ve neşrin mümkün olduğu hususunda, bu ayetten çıkarılan izahlar bunlardır.

7) "De ki: "Gerek bir taş gibi çetin, gerek bir demir gibi kuvvetli olun, yahut göğüslerinizde (akıllarınızca) büyüyen herhangi bir halk olun. (mutlaka diriltileceksiniz). Onlar. "O halde bizi kim geri çevirecek (tekrar yaratacak?)" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan (diriltecektir)" (isra, 50-51).

İnsandan Daha Büyük Mahluklar?

Dördüncü misal: Allahü teâlâ, cüssece insanlardan daha büyüklerini yaratmaya kadir olduğuna göre, insanları yeniden yaratamıyacağı nasıl söylenebilir? Çünkü en zor iş bile kendisine kolay olan bir kimseye, basit ve önemsiz olan bir iş, haydi haydi kolay gelir. İşte bu mana, pekçok ayette ifade edilmiştir:

1) "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?"(Yasın. 81)

2) "Gökleri ve yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir" (Ahkaf, 33);

3) "Sizi tekrar yaratmak mı daha güç. yoksa göğü yaratmak mı?" (Naziat, 27).

Uykudan Sonra Canlanma

Beşinci misal: Haşr ve neşrin mümkün olduğuna, uykudan sonra uyanma da delil teşkil eder. Çünkü uyku ölümün kardeşidir. Uyanma ise, öldükten sonra dirilmeye benzer. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne elde ettiğinizi bilen, sonra sizi o zaman (diriltircesine) uyandıran O'dur" (Enam, 60) buyurmuş ve sonra bunun peşisıra ölüm ve öldükten sonra dirilmeden Dahsederek, "O. kullarının üzerinde yegâne hâkimdir. Size bekçi melekler yolluyor. Sihayet herhangi birinize ölüm geldiği zaman, o elçilerimiz, en ufak bir ihmalde bulunmaksızın onun ruhunu alırlar. Sonra görürsün ki bunlar, bütün işlerine hak ve adl ile mâlik olan Allah'a döndürülmüşlerdir" (Enam, 61-62) buyurmuştur. Allahü teâlâ bir başka ayetinde de, "Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda. ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölüme hükmettiği canı tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelinceye) kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünen kimseler için kesin ibretler vardır" (Zümer, 42) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk "Bunda iyi düşünen kimseler için kesin ibretler vardır" buyurarak, bütün bu hallerin nazarı dikkate alınması ile, öldükten sonra dirilmenin, haşrin ve neşrin olabileceğine istidlal etmiştir.

Altıncı misal: Ölümden sonra dirilmenin inkâr edilmesinin sebebi, birbirine zıd olan iki şeyin ard arda gelmesidir. Fakat Allah'ın kudreti karşısında bu, yadırganacak birşey değildir. Çünkü hayatın peşinden ölüm meydana geldiğine göre, ölümden sonra da hayatın meydana gelmesi nasıl olur da tuhaf görülebilir? Zira her iki zıddın durumu da aynıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu anlatmak için, "Aranızda ölümü. biz ta'yin ve takdir ettik ve biz, önüne geçilecek, engel olunabilecek de değiliz" (Vakıa, 60-61) buyurmuştur. Hem biz, ateşin, sıcaklığına ve kuruluğuna rağmen, soğuk ve rutubetli yeşil ağaçtan çıktığını görmekteyiz. Nitekim Cenab-ı Hak, "O, yemyeşil ağaçtan, sizin için ateş çıkarandır. İşte bakın, ateşi ondan alıyorsunuz" (Yasin, 80) buyurmuştur. İşte bu meselede de böyledir. Kıyametin, haşir ve neşrin aklen garip görülecek birşey olmadığının izahı hususunda söylenecek söz bundan ibarettir.

Âhiretin Varlığının Delilleri

İkinci mesele, meâdın (âhiretin) hak ve gerekli olduğuna dâir deliller hakkındadır.

Bil ki ümmet-i Muhammed, bu hususta ikiye ayrılmıştır: Bazıları, "Âlemin ilahının aklen merhametli, âdil, olup karşılığında daha büyük ve yüce menfaat koymaksızm elem ve zarar vermekten münezzeh olması gerekir" derlerken, bazıları da bunu kabul etmeyerek, "Allah'a asla birşey vacib değildir. O, aksine, istediğini yapar ve dilediği şekilde hükmeder" derler.

Birinci kısım alimler, me'âdın varlığına birkaç şekilde hüccet getirirler:

Allah'ın Fiillerini Hikmetlere Bağlayanlara Göre Ahiretin Delilleri

Birinci hüccet: Allahü teâlâ, insanları yaratmış ve onlara, sayesinde iyi ve kötüyü ayırdedebilecekleri bir akıl ile hayır veya şer işleyebilecekleri bir güç vermiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın, hikmet ve adaletinin gereği, insanları kendisini kınamaktan ve O'nu kötülükle yâdetmekten, cehaletten ve yalandan, peygamberlerine ve insanların velilerine ve salihlerine eziyet etmekten men etmesi vâcibtir. Yine O'nun, insanları taatlara, hayırlara ve hasenata teşvik etmesi de hikmeti gereği vâcibtir. Çünkü O, eğer insanları kötülüklerden alıkoymaz ve hayırlara teşvik etmezse, bu O'nun lütuf sahibi, âdii ve kullarını gözeten bir zat olması hususunu zedeler. Taatlara teşvikin ancak yapılacak işe mükafaat vermek; kötülüklerden men etmenin de ancak onları işleyecek olana ceza vermekle mümkün olacağı malumdur. Teşvik edilen o mükafaat ile, tehdid vasıtası olan o ceza, bu dünyada mevcut değildir. Öyleyse bu mükafaat ve cezanın gerçekleşeceği bir başka yerin olması gerekir ki, zaten ispatlamak istediğimiz netice budur. Aksi halde bunların.yalan ve bâtıl olmaları gerekir ki, işte üzerinde olduğumuz konudan murad budur. Bu da, ayetteki "İman edip sâlih ameller İşleyenlere adaleti ile mükafaat vermek için " buyruğu ile anlatılan husustur.

Ahiret Hususunda Şüpheler ve Cevaplan

İmdi, eğer denirse ki: "Şöyle denilmesi niçin mümkün olmasın?"Allah'ın akıllara koyduğu, hayırlı şeyleri güzel görme, kötü şeyleri de çirkin görme gibi hususiyetler, hayırları yapmaya teşvik ve kötülüklerden men etme hususunda yeterlidir. Bunun yanısıra, ayrıca vaade ve va'îde (mükafaat ve cezaya) gerek yoktur. Biz vaadin ve va'îdin mutlaka bulunması gerektiğini kabul etsek bile, bundan maksadın, sırf, âlemin nizamını sağlamak için bir teşvik ve sakındırma olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım benden korkun" (Zümer, 16) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın bunu bizzat yapmasına gelince, bunun delili nedir? Hasmımızın, "Eğer O, haber verdiği vaadi ve va'îdi yerine getirmezse, yalan söylemiş olur" şeklindeki iddiasına karşı biz deriz ki: Siz tahsisin yapılması gerektiğine dair bir delil bulunduğunda, Kur'an'daki umûm olan ayetlerin ekserisini tahsis etmiyor musunuz? Eğer bu, bir yalan olursa, sizin tahsis edilmesine hükmettiğiniz o yerlerde de O'nun sözünün yalan olmuş olması gerekir. Biz, Allah'ın bunu mutlaka yapacağını kabul etsek bile, bu mükafaat ve cezanın, insanın başına gelen, çeşitli rahat ve lezzetler ile, çeşitli elemlerden, kederlerden, ağrılardan ve sızılardan ibaret olduğunun söylenilmesi niçin mümkün olmasın?"

Akıl İyi ve Kötüyü Bilmekte Yeterli midir?

Mezkur sualin birinci kısmına şöyle cevap verebiliriz: Akıl, her nekadar iyiyi yapmaya ve kötüyü bırakmaya davet ediyorsa da, hevâ-vü heves ve nefs, insanı maddi şehvetlere ve lezzetlere dalmaya çağırıyorlar. Bu tearuz söz konusu olunca kuvvetli bir müreccihin ve muazzam bir güç kaynağının bulunması gerekir. Bu da ancak, yapmaya ve yapmamaya mukabil vaad ve va'îdin, mükâfaat ve cezanın bulunmasıyla olur.

"Ahiret Vaadinin Gerçek Olması Gerekmez, Maksad Dünya Nizamını Sağlamaktır" Şüphesine Cevap

İkinci soruya da şöyle cevap verilir: İnsan, Allah'ın yalan söyleyebileceğini kabul ettiğinde, mükafaattan dolayı bir teşvik, tehditten dolayı da bir korku sâdır olmaz. Çünkü dinleyen, onun yalan olabileceğini düşünür.

"Cennet ve Cehennem Bu Dünyadadır" Şüphesine Cevap

Üçüncü soruya da şu şekilde cevap verilir: Kul, bu dünyada yaşadığı müddetçe, bir iş için ücretle tutulmuş kimse gibidir. Ücretle kiralanan kimse, o işi yaparken, ücretinin tamamını ona peşin vermek doğru değildir. Çünkü o, ücretini aldığı zaman, işinde fazla gayret göstermez. Fakat ücret alma yeri âhiret yurdu olunca, işteki sa'yü gayret o nisbette fazla ve güçlü olur. Hem sonra biz bu dünyada en zâhid ve âlim kimselerin, çeşitli gamlara, kederlere ve hüzünlere mübtelâ olduklarını; en câhil ve en fâsık (günahkâr) kimselerin de çeşit çeşit lezzet ve sevinçler içinde olduklarını görüyoruz. Bundan dolayı biz, ceza ve mükâfaat yurdunun, dünya olmaması gerektiğini, mükâfaat ve cezanın tahakkuk edeceği bir başka yurdun ve bir başka hayatın mutlaka olması gerektiğini anlıyoruz.

İkinci hüccet: Akıl, hikmetli bir zatın, iyilik yapanla kötülük yapana farklı davranmasını, kendisini sayanla reddedeni bir tutmamasını gerektirir, Böyle bir ayırımın yapılması gerekince, bu tefrik, ya bu dünyada olur, ya da âhirette olur. Birincisi olamaz. Çünkü biz, bu dünyada kâfir ve fâsıkları, büyük bir rahatlık içinde; alim ve zâhidleri de bunun aksi bir durum içinde görmekteyiz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Eğer bütün insanlar küfre imrenerek, bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, O Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkan merdivenleri hep gümüşten yapardık (...)" (Zuhruf, 33)buyurmuştur. Şu halde bu dünya yurdundan sonra bir başka yurdun da mutlaka bulunması gerektiği sabit olmaktadır. Tefsir etmekte olduğumuz, "İman edip, sâlih ameller işleyenlere adaleti ile mükâfaat vermek için.." ayetinden maksad da budur. Bu, aynı zamanda, "Çünkü o Kıyamet şüphesiz gelecektir. Neredeyse onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla karşılık verilsin" (Tana, ısjve "Yoksa biz, imân edip de güzel güzel işler yapanları, yeryüzünde fesâd çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut müttakileri, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sâd, 28) buyurmuştur.

Dünyadaki Nimet Veya Sıkıntıların Neticesi

İmdi, şayet denirse ki: "Allahü teâlâ, şekillerinin güzelliği ve mallarının çok olması hususunda, iyi ile kötü kişiye farklı muamele etmediği gibi, mükâfaat ve ceza bakımından da, iyi ile kötü kulu arasında ayrım yapmaz" şeklinde bir söz söylenilmesini yadırgamaz mısınız?" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz:

Sizin ileri sürdüğünüz bu husus, bizim delilimizi kuvvetlendirir. Çünkü, bu ikisinin arasının tefrik edilmesi gerektiği, aklın sarih açıklamasıyla sabit olmuş; his ve algılama da, bu ayırma işinin bu dünyada gerçekleşmeyeceğine, aksine durumun tam bunun zıddı olacağına delâlet etmektedir. Çünkü biz, bir âlim ve zahidin, en çetin bir belâya duçar olmuş, bir kâfir ve fasığın da en büyük nimete garkolmuş olduğunu görebilmekteyiz. Öyleyse, bu farklılığın mutlaka zuhur edeceği bir başka yurdun bulunması gerektiğini anlamış bulunmaktayız.

Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, o zâhid ve âbidin, kendisine kâfire verdiğini vermesi halinde azacağını, isyan edeceğini, dünyayı ahirete tercih edeceğini; o kâfir ve fâsığı da, fazlaca sıkıştırdığında şerrini ve kötülüğünü arttıracağını biliyordu. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah bütün kullarına bol rızık verseydi yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı" (Şûra. 27) ayetiyte işaret etmiştir.

Dünyanın Asayişi İçin Ahiret Gerekirdir

Üçüncü hüccet: Allahü teâlâ, kullarını, kullukla mükellef tutarak, "Ben cinleri de insanları da. ancak bana kulluk etsinler diye yarattım "(Zâriyat, 56) buyurmuştur. Hakîm olan-(Allah), kuluna herhangi bir şey emrettiğinde, onun, o mükellefiyetleri yerine getirmekle meşgul olabilmesi için, onun kalbini her şeyden uzak tutması, durumunu, bu istikamette düzeltmesi gerekir. Halbuki insanlar, kendileri için, lezzet ve rahatı arzu edecek şekilde yaratılmışlardır. Eğer onlar için, ahiret korkusu gibi caydırıcı bir husus olmasaydı, o zaman, karışıklık ve düzensizlik artar ve fitneler büyürdü. Bu durumda da, kullukla mükellef olan insan, ibadetleri edâ etmekle meşgul olacağı bir vakit bulamazdı. Mükellefin, kulluğu eda etmekle meşgul olabilmesi ve bu âlemin hallerinin de düzen içinde olabilmesi için, mükâfaat ve ceza yurdunun bulunmasına kesinkes hükmetmek gerekir.

İnsanlar Asayişi Sağlayamazlar mı?

İmdi, şayet sorulsa ki: "Alemin nizam ve düzeninin devam etmesinde, yönetici ve hükümdarların saygınlık ve yönetim biçimlerinin yeterli olabileceği niçin söylenilemesin? Hem, vurup kırmadan yana olan kimseler bile, kargaşa ve karışıklığın güzel olduğuna hükmetmeleri halinde durumun kendileri aleyhine de çevrilebileceğini; başkalarının, kendilerini de öldürebileceğini ve mallarını alabileceğini bilirler. İşte bundan dolayı da (durup dururken) fitne çıkarmaktan kaçınırlar" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Kralların, sadece korku uyandıran saygınlıkları, bu hususta yeterli değildir. Zira hükümdar, bazan kudret ve güç hususunda, yönetiminde olan kimselerden hiç korkmayacağı bir derecede bulunur; ya da, onla. dan korkar. Binâenaleyh hükümdar şayet, kendisinin ahiretle alâkalı bir korkusu olmadığı halde, idaresi altında olanlardan korkmazsa, bu durumda, en kötü bir biçimde zulmüne ve eziyyetine devam eder. Çünkü, nefsânî sebepler söz konusudur. Onu, bu husustan ne dünyada ne de âhirette herhangi bir caydırıcı bulunmamaktadır. Hükümdarın etbâından korkması halinde de, etbâı, hükümdardan fazlaca korkmaz, böylece de bu husus, o insanları kötülüklerden ve zulümlerden men etmez. Şu halde, âlemin nizâmının, ancak ölümden sonra bir hayatın bulunduğu inancına teşvik etmek ve ondan sakınmakla tam ve mükemmel olacağı sabit olmuş olur.

Adalet ve İnsaf, Âhireti Gerektirir

Dördüncü hüccet: Kahir ve kesin güç sahibi bir hükümdarın, bir köleler topluluğu olsa ve onların bir kısmı güçlü, bir kısmı da güçsüz olsa, bu durumda o hükümdara, eğer merhametli, halkını gözeten ve onlara şefkatle muamele eden biriyse, mazlum ve zayıf olanların hakkını, zâlim, ezici ve güçlü kimselerden alması gerekir. Eğer, o bunu yapmazsa, o bu zulme razı olmuş olur. Zulme razı olmak ise, merhametli, halkını gözeten ve iyilikte bulunan kimselere uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Hak subhânehu ve Teâlâ. kahir, kadir, hakîm olup zulüm ve abes şeylerden berî olan bir sultandır. Dolayısiyle onun, zâlim kullarından mazlum kullarının hakkını alması gerekir. Bu hak alma işi ise, bu dünyada olmaz. Çünkü mazlum, son derece aşağılanmış, zillet ve hakaret içinde yaşamaya devam etmektedir. Zâlim de, son derece kuvvet ve satvet içinde yaşamaya devam etmektedir. Öyleyse, Allah'ın adaletinin ve zalimi cezalandırmasının ortaya çıkacağı bir başka yurdun, mutlaka bulunması gerekir. Bu delili, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetin bir tefsiri addetmek mümkündür.

"Zalime Fırsat Veren Allah Değil midir?" Sorusuna Cevap

Buna göre şayet onlar. "Bu dünyada zâlimi zulme muktedir kılan Allahü Teâlâ olup, O onu bundan acze düşürmeyince, bu, Allahü Teâlâ'nın bu zulme razı olduğuna delâlet eder" derlerse, biz deriz ki; Zulme muktedir kılmak, adalet ve tâatta bulunmaya muktedir kılmanın aynısıdır. Eğer, Cenâb-ı Hak onu zulme muktedir kılmasaydı, mutlaka Allah onu, hayır ve tâat işlerini yapmaktan da aciz kılmış olurdu. Bu ise hakîm olan Allah'a uygun düşmez. Bu sebeple Allah'ın, aklen, hem zulme hem adalete muktedir kılması, sonra da, mazlumun intikamını, zalimden alması gerekir.

Yaratılış Gayesi Ahireti Gerektirir

Beşinci hüccet: Allahü Teâlâ, bu âlemi ve bu âlemdeki insanları yaratmıştır. Bu durumda ya "Allahü Teâlâ onları, (kendisine yönelik) herhangi bir menfaat ve fayda olmaksızın yaratmıştır" denilir; yahut da, onları, bir maslahat ve bir faydadan dolayı yaratmıştır" denilebilir. Birinci durum rahîm ve kerîm olana uygun düşer, İkinci durum hakkında da şöyle denilebilir: Allahü teâlâ onları bir maksat, bir maslahat ve bir hayır için yaratmıştır. Binâenaleyh bu hayır ve maslahat, ya bu dünyada yahut da başka bir yurtta meydana gelir.

Birinci ihtimal, şu iki bakımdan geçersizdir:

a) Bu âlemin lezzetleri, maddi ve cismanidir. Maddî lezzetlerin, elemi gidermekten başka, gerçek bir hakikatleri bulunmamaktadır. Elemi gidermek ise, bir emr-i ademî, yokluk tarafı ile ilgili bir iştir. Bu adem, mahlûkattan hiçbiri yok iken de mevcut idi. Bu durumda, bunu (elemi gidermeyi) yaratmanın hiç bir faydası olmaz.

b) Bu âfemin lezzetleri, çeşitli sıkıntı ve acılarla içiçedır. Bundan da öte dünya, kötülükler, âfetler, sıkıntı ve belâlarla doludur. Bu dünyadaki lezzetler, denizdeki bir damla gibidir. Böylece biz, mahlûkatın, hedeflenen refah ve rahat bulacakları yurdun, dünya yurdundan başka olacağını anlamış oluruz.

İmdi şayet sorulsa ki: "Allahü teâlâ, cehennemliklere, bir maslahat ve hikmetten dolayı olmaksızın, en kötü azâb ile elem vermiyor mu? Binâenaleyh, Allahü teâlâ bu âlemde mahlûkatı bir maslahat ve hikmet olmaksızın yaratmıştır" seklinde bir söz söylenilmesi niçin caiz değildir?"

Evet, bu suale karşı cevabımız şudur:

Bu iki şey arasındaki terk şudur; O zarar, onların kötü amellerinden dolayı hak etmiş oldukları zarardır. Ama, bu dünyadaki zararlar, henüz tahakkuk etmemiştir. Binâenaleyh, bunun peşinden, o eski zararları onaracak olan büyük hayır ve faydalı işlerin gelmesi gerekir. Aksi halde, onu yapanın, devamlı olarak kötü ve eziyyet verici olması gerekir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın Erhamurrahimîn ve ekremül-ekremîn olmasına ters düşer.

Ahiret Olmasa İnsan En Bedbaht Mahluk Olur

Altıncı hüccet: İnsan için eğer, bir âhiret hayatı bulunmasaydı, o zaman insan, derece ve mertebe bakımından bütün canlılardan daha âdi olması lazım gelirdi. Lazım bâtıl olunca, melzum da bâtıldır. Bu ikisi arasındaki mülazemetin (münasebetin) izahı şudur: İnsanın bu dünyada katlanmış olduğu zararlar, bütün canlılarınkinden daha çoktur. Zira, diğer canlılar, çeşitli efem ve hastalıklara duçar olmazdan önce kalbleri boş, gönülleri de hoş idi. Çünkü onların, bir düşünce ve tefekkürü bulunmamaktadır. Ama insana gelince o, kendisinde bulunan akıl sebebiyle, geçmiş ve gelecek haller hakkında devamlı düşünür. Böylece de onda, bu geçmiş hallerin çokluğu sebebiyle çeşitli hüzün ve kederler meydana gelir. Yine o, gelecekteki hallerden dolayı, muhtelif korkulara kapılır. Çünkü o, olacak şeylerin nasıl olacağını bilememektedir. Böylece, insanda akıl cevherinin bulunmasının, bu dünyada, büyük sıkıntıların ve çok şiddetli ruhî kederlerin ve acıların meydana gelmesine sebep olduğu sabit olmuş olur. Maddî iezzetlere gelince bu, insanlarla diğer canlılar arasında müşterektir. Zira, nasıl ki insanın zevkine göre bademli helva güzelse, hayvan pisliği de, donuzian böceğinin zevkine göre güzeldir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: İnsan için: kendisiyle, hâlinin mükemmelieştiği, mutluluğunun tezahür ettiği bir âhiret duygusu olmasaydı, o zaman aklın kemâlinin, onaran herhangi bir şey olmaksızın, insanın kederlerinin, hüzünlerinin ve acılarının artmasına sebep olması gerekirdi. Böyle olan her şeyin de değersizliğin, düşüklüğün bedbahtlığın ve menfaatten uzak bir yorgunluğun artmasına sebep olacağı malumdur. Böylece, uhrevi bir mutluluğun olmaması halinde insanın, canlılardan, hatta donuzian böceğinden ve kurtçuklardan daha adi olacağı sabit olmuş olur. Bu, kesin olarak batıl olunca, biz, mutlaka bir âhiret yurdunun olacağını, insanın, dünya için değil, âhiret için yaratıldığını ve onun, aklı sayesinde uhrevî mutlulukları gerektiren şeyleri kesbedeceğini anlamış oluruz. İşte bundan dolayı da akıl, çok şereflidir.

Hayat Nimeti Ahireti Gerektirir

Yedinci hüccet: Allahü teâlâ. kuluna şu iki şekilde nimetleri ulaştırmaya kadirdir:

a) Nimetlerin, âfetler ve kederlerle karışık olması.

b) Nimetlerin, bu tür şeylerden uzak bulunması. Allahü teâlâ, bu dünyada, ilk kere nimet verince, kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmel olduğunu ortaya koymak için, bir başka dünyada da, bize ikinci kere nimet vermesi gerekir, İşte orada, kendisine itaat edenlere nimetler verecek, günahkârları bağışlayacak; gamlan, kederleri, şehvet ve şüphelen giderecektir. Şu husus da, bu durumu kuvvetlendirir ve ortaya kor: İnsan, ana karnında bir cenin iken, çok daracık ve çok pis kokan bir yerde idi. Annesinin karnından çıkınca, karşılaştığı ikinci durum, birincisinden daha kıymetli ve değerli oldu. Sonra o insan, bunu müteakiben beşiğe konuldu ve sarılıp sarmalandı, kundaklandı. Daha sonra da beşikten çıkarak, sağa sola koşmaya başladı ve süt alma devresinden, güzel yiyecekler yemek dönemine geçti. Bu üçüncü halin, ikincisinden daha güzel olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra ise o, ya halk üzerinde hükmü geçerli bir emk, yahut da eşyanın hakikatlarıyla yüzyüze gelen bir âlim oldu. Bu dördüncü halin de, üçüncü halden daha kıymetli ve daha güzel olduğunda şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, yapılan bu "istikra" (tümevarım)nın hükmüne göre, "Ölümden sonra meydana gelecek olan durumun bedenî lezzetlerden ve maddi hayırlardan daha şerefli, daha yüce ve daha parlak, göz alıcı olduğu"nun söylenilmesi gerekir.

İhtiyat Delili

Sekizinci hüccet: Bu, ihtiyat yoludur Binâenaleyh biz, ahirete iman edip onun için hazırlandığımızda, bu inanç şayet gerçek ve doğru olursa, biz kurtarırız, inkâr edenler ise helâk olur. Yok eğer, yanlış ve asılsız ise, bu inancın bize hiçbir zaranrı dokunmaz. Bu konuda söylenilecek en son söz şudur: Bu durumda biz, birtakım maddi lezzetleri elden kaçırmış oluruz. Ancak ne var ki biz diyoruz ki, aklı olan kimsenin, şu iki sebepten dolayı, onların elden kaçırılmasına aldırmaması gerekir.

1) O maddi lezzetler son derece değersizdirler. Çünkü onlar, donuzlan böceği, kurtlar ve köpekler v.b. arasında müşterek olan şeylerdir.

2) Bu maddi cennetler, son derece gelip geçici ve tükenmeye mahkumdur. Böylece ihtiyatın, sadece ahirete iman etmekte olduğu sabit olmuş olur. İşte bundan dolayı şair şöyle demiştir.

“Müneccim (astrolog) ve tabib, her ikiside dediler ki: “Ölüler, (ölümlerinden sonra) haşrolunmayacak!” ben sizlere derim ki: “Eğer sizin dediğiniz doğru çıkarsa, ben hiçbirşey kaybetmem. Ama eğer benim sözüm doğru çıkarsa, vay geldi başınıza!”

Hayatiyet Sırrı Ahirete İşaret Eder

Dokuzuncu hüccet: Bil ki canlılar canlı olduğu sürece, şayet onlardan tırnak, kıl ve çatal tırnak (toynak) kopartıldığında, yeniden biter. Yaralansa, iyileşmeye yüz tutar. Kan, onun damarlarında ve uzuvlarında, suyun tıpkı, ağacın dallarında ve damarlarında hareket edip akması gibi akar. Sonra o canlı öldüğünde, bu durumlar tersyüz olur. Şayet o canlıdan kıl, tırnak gibi bir şey koparılacak olsa, bunlar bir daha bitmez; yaralanacak olsa, yara iyileşmez ve kaynamaz; sen onun kanının, damarlarında donup pıhtılaştığını görürsün. En sonunda da ounn durumu, çözülüp bozulmaya yüz tutar. Sona biz, yeryüzüne de baktığımız zaman, onun durumunun da buna benzediğini görürüz. Çünkü biz, ilkbaharda o yere baktığımızda, onun gözelerinin, pınarlarının kaynadığını, tepelerinin otlardan kabarıp yükseldiğini ve suyun ağaçların dallarına ve damarlarına nüfuz ettiğini görürüz. Yerdeki suvun da tıpkı canlının bedeninde hareket eden kan gibi olduğunu, daha sonra da o yerin, çiçeklerini, tomurcuklarını ve meyvelerini çıkarıp verdiğini görürsün. Bu. Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı. "Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır ve her güzel çiftten nice nebât bitirir." (Hacc, 5) ayetinde buyurduğu gibidir. Onun bitkilerinden bir şey koparıldığında, hemen başkası onun yerini alır ve onun yerine biter. Ağacın dallarından birisi kesildiğinde bir başkası onun yerini alır. Yaralansa, kendisini onarır ve iyileşir. İşte bütün bu durumlar, canlılar için bahsettiğimiz o durumlara benzer. Sonra kış gelip soğuk şiddetlenip artınca, pınarlar batar, rutubet kaybolup kurur, otlan, , bitkileri bozulur. Şayet, ağaçtan bir dal kesecek olsak, bir başkası onun yerini almaz. Binaenaleyh işte bu durumlar da, hayattan sonra ölüme benzer. Sonra biz. yeryüzünün ikinci ilkbaharda, o hayata döndüğünü görüyoruz. Binâenaleyh biz, bütün bunları iki misalin, biri için düşünüyoruz da, niçin bunları ikinci misal için düşünmüyoruz? Hatta biz diyoruz ki: İnsanın diğer canlılardan; hayvanların bitkilerden; bitkilerin de cemâdattan daha kıymetli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bütün bu hususlar, yeryüzü için tahakkuk edip gerçekleşince, onun insanda, insan için de tahakkuk etmesi niçin caiz olmasın?

Buna göre onlar şayet, "Canlıların bedenleri, ölüm sebebiyle dağılır; paramparça olur. Ama, yeryüzüyse böyle değildir" derlerse, cevap olarak deriz ki:

İnsan, "nefs-i natıka" (yani ruh) demek olup, nefs-i natıka da, baki kalan bir cevherdir. Veya biz, böyle demesek bile, diyoruz ki: İnsan, ceninin oluştuğu ilk vakitten itibaren ömrünün sonuna kadar, devam edegelen aslî unsurlardan ibarettir. Halbuki nefs-i natıka, o cüz'de baki iken de bedende cereyan etmekte, bulunmakta idi Böylece bu soru ortadan kalkmış olur.

Maddî Dünyadan Bedenin Teşkili Ahireti Gösterir

Onuncu hüccet Canlıların bedeninin nutfeden oluştuğunda, nutfenin de bedenin her yerinden toplanıp bir araya geldiğinde şüphe yoktur. Nutfe bedenden ayrılırken, bütün bedende bir halsizlik ve gevşekliğin meydana gelmesi, nutfenin, bedenin her tarafından toplanıp bir araya geldiğinin delilidir. Sonra, o nutfenin maddesi, yenilen gıdalardan meydana gelmiştir. O gıdalar elementer cüzlerden meydana gelmiştir. O cüzler ise. yeryüzünün batısında, doğusunda (yani) dört bir köşesinde ayrı ayrı idiler. O cüzlerin bir araya gelmesi gerçekleşti de, böylece onlardan ya canlılar, yahut da bitkiler meydana geldi, Derken, insan onu yedi. Yenilenden kan meydana geldi. O kan. uzuvlara dağıldı; ondan çok İnce ve hassas parçalar meydana geldi. Sonra da (şehvet) canlıya hükümran olunca, o rutubetlerden (nemli, yapışkan cüzler, unsurlar) belli bir miktar aktı ki bu, nutfedir, böylece rahmin ağzına döküldü. Bunu müteakiben de, o meniden insan meydana geldi. Böylece, insanın bedenin kendisinden oluşup meydana geldiği o cüzlerin, denizlerde, dağlarda ve havanın yükseklerinde darmadağınık oldukları, sonra da bu anlatılan yollarla bir araya geldikleri, sonuçta dar onlardan bu bedenin meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh canlı öldüğü zaman o cüzler, tıpkı o ilk darmadağınık halleri gibi, yine darmadağınık olurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Onların, tıpkı ilk defa bir araya gelmelerinde olduğu gibi, (ölümden sonra) tekrar bir daha bir araya gelmelerinin imkânsız olmayacağına kesinlikle hükmetmek gerekir. Hem o meni, annenin rahmine düştüğünde, çok küçük bir damla idi. Sonra ondan, insanın bedeni meydana geldi ve ruh, o beden çok küçük iken de ona tutundu. Sonra o bedenin son derece rutubetli olduğunda şüphe yoktur. Yine o bedenden, o rutubetteki tabii ve garızî hararetin devreye girmesi sebebiyle, pekçok parçaların çözülüp çıktığında şüphe yoktur. Hem, ömür boyu devam edegelen o bedeni cüzler, bir çözülme içinde bulunurlar. Eğer böyle olmasaydı, açlık meydana gelmez ve gıda alınmaya ihtiyaç duyulmazdı. Bununla beraber biz, bu ihtiyar insanın, annesinin karnında olan, sonra ayrılan, çocuk olan, derken bir delikanlı olan o insanın tıpkısı olduğuna hükmediyoruz. Böylece, o ihtiyar insanın, bizzat bu insanın kendisi olduğu halde, bedenin cüzlerinin devamlı çözülme içinde olduğu sabit olmuş olur. Böylece insanın, ya ayrılan salt bir cevher olduğuna, yahut da bedendeki bu çözülmelerle birlikte, nurani, latif ve devamlı bir cisim olduğuna hükmetmek gerekir. Binâenaleyh durum böyle olunca da, bu iki takdire göre de, onun bir kez daha, cüsseye dönmesi ve tekrar dönen insanın, evvelki insanın aynı olması imkânsız olmaz. Böylece, ahiretin bulunduğunu söylemenin gerçek olduğu kesinleşmiş olur.

İnsanı Nutfeden Yaratan Elbette Diriltmeye Kadirdir

Onbirinci hüccet: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "insan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o. açıktan açığa müfrit bir hasım kesiliyor?

Bil ki, ayeti kerimedeki buyruğu, bizim, onuncu delilde bahsetmiş olduğumuz şeye, yani, "O cüzler, yerin doğusunda ve batısında darmadağınık idi de, Allahü teâlâ, onları bir araya getirdi ve onların terkibinden de bu canlıyı yarattı" manasına bir işarettir. Bunu, "Andolsun biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve metîn bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mü'minün. 12-13) ayeti de güçlendirir, Zira, bu ayetin tefsiri, bizim bahsettiğimiz izahla doğru olur. Zira, "çamurdan süzülmüş hülâsa"dan. bitkiler meydana gelir; sonra o bitkileri insan yer; bundan kan meydana gelir, daha sonra da kan, nutfe haline gelir. İşte bu yolla, ayetin zahiri manası, tam bir ahenk ve intizâm içinde bulunmuş olur. Cenâb-ı Hak bunu zikrettikten sonra, inkarcının, "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin, 78) şeklindeki sözünü naklederek, bunun olabileceğini beyan buyurmuştur.

Bil ki bir şeyin olabileceğini isbât, ancak şu iki yolla düşünülebilir:

a) Böyle bir şeyin benzerinin mümkün olduğunu bildirmek. Binâenaleyh, bunun da mümkin olması gerekir.

b) Durum bakımından, bundan daha büyük ve daha muazzam işlerin de mümkin olduğunu bildirmek. Allahü Teâlâ, ilk önce birinci yolu ele alarak, "De ki: "Onları, ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" (Yasin, 79) buyurmuştur. Sonra burada şöyle bir incelik de bulunur: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, kudretinin; buyruğu ise, ilminin mükemmel olduğuna bir işarettir. Hasrı ve dirilmeyi inkâr edenler de, sırf bu iki düstûru bilemedikleri için inkâr etmişlerdir. Çünkü onlar bazan, "Allah, mucib-i bizzat bir varlıktır; zâtı gereği mûcib olandan da, bir şeyi yaratmakla ilgili herhangi bir niyetin sâdır olması mümkün değildir" demişler, bazan da, "Allahü teâlâ'nın cüz'iyyâtı bitmesi imkânsızdır; binâenaleyh, O'nun, Zeyd'in bedeninin cüzlerini, Amr'ın bedeninin cüzlerinden ayırması imkânsızdır" demişlerdir. Felsefecilerin şüpheleri bu iki asıldan kaynaklanınca, Cenâb-ı Hak, pek yerinde olarak, her ne zaman âhiret meselesini ele alırsa, onun peşinden bu iki aslı beyan buyurur.

Bundan sonra Allahü teâlâ, ikinci yolu ele almıştır ki, bu da, "en yüce olan" (a'lâ) ile "en düşük olan" (ednâ)'ya istidlalde bulunmaktır. Bunu da şu iki yönden izah edebiliriz:

a) Hayatiyyet, ancak ısı ve nemlilik ile tahakkuk eder. Halbuki toprak, kuru ve soğuktur. Böylece, bu iki şey arasında bir zıddiyyet meydana gelmiş olur. Fakat biz diyoruz ki, ateşten ileri gelen hararet, hararet vasfında, tabiî olan hararetten daha güçlüdür. Aralarında alabildiğine bir tezat bulunmasına rağmen, ateşten ileri gelen hararetin, yeşil olan ağaçtan sâdır olması imkânsız olmadığına göre, toprağın kütlesinde, tabiî hararetin meydana gelmesi nasıl imkânsız olabilir? -

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 81) ayetidir. Bu şu demektir: "Siz, feleklerin ve yıldızların, kütlelerin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ettiğinize göre, siz O'nun haşre ve neşre kadir olmasından nasıl kaçınır, inkâr edersiniz?" Daha sonra Cenâb-ı Hak, felsefecilerin bütün şüphelerini, "Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir "(Yasin, 82) buyruğu ile kırmıştır. Bu da şu demektir: Allahü teâlâ'nın halkedip yaratması, âlet ve edavatın, babanın nutfesinin ve annenin de rahminin bulunmasına istinâd etmez. Bunun delili de şudur: Allahü teâlâ, ilk babayı, ondan önce geçmiş olan bir baba bulunmaksızın yaratmıştır. Böylece bu, Hak teâlâ'nın halketme, îcad ve var etmede, vasıta ve âletlerden müstağni olduğuna delâlet eder. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Herşeyin mülkü ve tasarrufu kendi elinde bulunan Allah'ın şânı ne kadar yücedir? Siz ancak, O'na döndürüleceksiniz" (Yâsin. 83) buyurmuştur. Yani, "Biz, Allah'ı, canlıları bir daha varatamamaktan, mazlumların işini ihmal etmekten, âcizlerin hakkını zalimlerden alamamaktan takdis ve tenzih ederiz" demek olup, bu mana, tefsirini yapmakta olduğumuz (Yunus, 4) ayetinde de mevcuttur.

Hikmet ve Gaye Ahireti Gerektirir

Onikinci hüccet: Deliller, âlemin, yaratılmış (muhdes) olduğuna; onun, mutlaka Kadir bir yaratıcısının (muhdis'inin) bulunduğuna ve bunun âlim olması gerektiğine delâlet etmektedir. Zira, muhkem ve sağlam bir iş, ancak bir bilenden sudur eder. Ve yine, böyle bir kimsenin, o âlemden müstağni olması gerekir. Aksi halde o onu, ezelde haiketmiş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu âlemin, kadir, âlim ve her şeyden müstağni bir ilâhı bulunduğu sabit olmuş olur.

Sonra biz, iyice düşündüğümüz zaman şunu söylüyoruz: Bu, hakîm ve herşeyden müstağni olan zatın, kullarını ihmal etmesi ve onları başıboş bırakması uygun olur mu?

Yine kullarının da, o yaratıcıyı tekzîb etmeleri ve onun nimetlerini yiyip içerlerken, onların kendisini ta'n edip rubûbiyyetini inkâr etmelerini, şeytana ve tağuta tapmalarını, kendisine eşler koşmalarını, O'nun emir ve yasaklarını, vaad ve vaîdini inkâr etmelerini onlara mubah kılması düşünülebilir mi?

İşte bu noktada, aklın bedaheti, bütün bunların ancak, hikmetten uzak, abes şeylere yakın, câhil bir akılsıza yakışacağına hükmetmiştir. İşte böylece, bu mukaddimelerden dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın emirleri ve yasakları olacağına hükmettik.

Sonra düşündük ve şöyle dedik: O'nun herhangi bir vaad ve vaîdi; mükâfat ve cezası olmaksızın, emir ve yasağı olabilir mi? İşte bu noktada aklın sarih açıklaması, böyle bir şeyin olamıyacağına hükmetmiştir. Zira emri, mükafaatla ilgili vaadi ile; nehyi de ikâbla alâkalı vaîdi ile beraber olmasa, O'nun emri ve yasağı güç kazanmaz, maksat da meydana gelmez. Böylece, mutlaka vaadin ve vaîdin de bulunması gerektiği sabit olmuştur.

Sonra yine düşündük ve şöyle dedik: "Onun bir vaadi ve va'îdi bulunup da, sonra O'nun, vaadini mükafaat ehline; va'îdini de ikâb ehline tastamam vermemesi düşünülebilir mi? Biz bunun olamıyacağını söylüyoruz. Zira böyle olması halinde. O'nun vaad ve va'îdine güvenimiz kalmaz; bu da O'nun vaad ve va'îdinde hiçbir faydanın kalmamasını gerektirir. Böylece biz, O'nun mükafaat ve ikabını mutlaka gerçekleştireceğini anlıyoruz. Bu hususun, ancak haşr ile ve öldükten sonra dirilme (ba's) ile tamam olacağı malumdur. Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabileceği şey de vâcibtir. İşte bunlar, tıpkı bir zincir gibi birbirine bağlı olan mukaddimelerdir. Dolayısıyla birisi doğru olduğunda hepsi doğru olur, birisi bozuk olduğunda hepsi bozuk olur.

Öyleyse gözlerimizin bu değişikliği görüp müşahede etmesi, âlemin hadis (yaratılmış) olduğuna; âlemin hadis olması, hakim ve herşeyden müstağni bir yaratıcının varlığına; bunun varlığı da, O'nun emir ve yasaklarının olacağına; emir ve yasakların bulunması da, mükafaat ve cezasının söz konusu olacağına ve bu da haşrin ve ba'sin lazım ve kesin olduğuna delâlet eder. Bundan dolayı, eğer haşr inkâr edilecek olursa, bu, bütün burada sıraladığımız mukaddimelerin batıl olması ve bedîhi ilimler ile nazarî ve katî ilimlerin inkâr edilmesi neticesine götürür. Böylece, itaatkârın mükafaatını, günahkârın da cezasını görmesi için, bu çürümüş cesedlerin, unufak olmuş kemiklerin, paramparça olmuş uzuvların, insanın ölümünden sonra yeniden dirilebileceği hususu sabit olmuş olur. Binaenaleyh bütün bunlar olmaz ise, vaad ve vaîd de olmaz. Vaad ve va'îd olmaz ise, emir ve yasaklar olmaz. Emir ve yasak olmaz ise, ulûhiyyet olmaz; ulûhiyyet de olmaz ise, âlemdeki bu değişmeler meydana gelmez. İşte bu delil, tefsir etmekte olduğumuz "İman edip, salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükafaat etmek için.." ayetinin ifade ettiği manalardandır. Bunların hepsi, bu âlemin merhametli, kullarını görüp gözeten, onlara iyilikte bulunan bir ilahı bulunmasından dolayı, öldükten sonra dirilmenin (meâdın) ispatı için yapılan izahlardır.

Allah'ın Fiillerini Hikmetlere Bağlamayanların Ahirete Dair Delilleri

İkinci kısım (ki bunlar ehl-i sünnettir), Allah'ın fiillerini, maslahatı gözetme şartına bağlamayanlardır. Bunların me'âdı ispat hususundaki yolları şöyledir: Me'âd (ahiret) olması mümkin olan bırşey olup, peygamberler onun olacağını haber vermişlerdir. Öyleyse onun olacağına kesinkes hükmetmek gerekir. Bunun mümkin bir iş olduğunun ispatı şu üç mukaddimeye dayanmaktadır:

Ruh Delili

Birinci mukaddime: Tekabül edenin (yani tam zıddı olanın) durumunu incelemek. Buna göre biz diyoruz ki insan, ya ruhtan, ya da bedenden ibarettir. Eğer insan ruhtan ibaret ise, -ki gerçek olan budur- bu durumda biz diyoruz ki: Ruhun, ilk defada bedenle münasebet kurması mümkün olunca, ikinci defada bedenle münasebet kurmasının mümkün olması gerekir.

Biz ister, "Ruh, cevherden ibarettir" diyelim, isterse onun, bu bedenle uyuşan, bedenin her halinde bakî olan, çözülmeden ve değişmeden korunmuş olan latif bir cisim olduğunu söyleyelim, bu söz değişmez.

Ama insanın bedenden ibaret olması durumuna gelince ki, bu, görüşlerin akıldan en uzak olanıdır. Bu hususta biz deriz ki: O cüzlerin, ilk defada özel bir şekilde biraraya gelmeleri mümkün bir işti. Dolayısiyle bunun, ikinci defa da mümkün olması gerekir. Böylece bu bedene, hayatın ikinci bir defa dönmesinin, haddizatında mümkün bir iş olduğu sabit olur.

Yaratıcının Varlığı Delili

İkinci mukaddime: Bu, âlemin ilahının mucib-i bizzat bir illet değil, kadir ve irâde sahibi bir zat olduğunun ve bu kadir ilâhın, her türlü mümkinâta kadir olduğunun izahı hususundadır.

Yaratıcının Her Şeyi Bilmesi Delili

Üçüncü mukaddime: Bu, âlemin ilahının bütün cüz'iyyâtt bilen, dolayısıyla da, toprağın içine ve denize karışsa bile (meselâ) Zeyd'in bedeninin parçalarını bile-bir zat olduğunun izahı hususundadır. Allahü teâlâ, cüziyyatı (teferruatı) bildiğine göre O'nun, o cüzleri biribirinden ayırdetmesi de mümkündür.

Bu üç mukaddime sabit olduğuna göre, hasrın ve neşrin aslında mümkin bir iş olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Bu imkân sabit olunca, biz deriz ki: Peygamberlerin doğru söylediklerine deliller delâlet etmektedir. Onlar mümkin olan bu işin gerçekleşeceğini kesin olarak söylediler. Binâenaleyh bunun tahakkuk edeceğine kesin olarak inanmak gerekir. Aksi halde, onların yalan söylediklerim söylememiz gerekir ki, bu, onların doğru olduklarını gösteren deliller ile bâtıl olur.

Me'âd (ahiret) işinin izahı hususunda aklımızın yettiği şeylerin özü budur.

Haşri İnkâr Edenlerin Şüphelerine Cevaplar

Üçüncü mesele, haşri ve neşri inkâr edenlerin şüplerine cevap verme hususundadır:

Dünya İdeal Şekilde Yaratıldığına Göre Niçin Yıkılsın?

Birinci şüphe: Onlar şöyle demişlerdir: "Şayet şu dünya yurdu, bir başka yurt ile değiştirilecek olsa, o yurt ya bu yurdun aynısı ya bundan daha kötüsü, veya daha iyisi olur. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, bunu değiştirmek abestir. Eğer bundan daha kötüsü olursa, bu değiştirme akılsızlık olur. Yok eğer değiştirilen bundan daha iyi olursa, bu durumda şunu düşünmek gerekir: Allah, taa işin başında daha iyi olan bu yurdu yaratmaya kadir miydi, değil miydi? Eğer O, buna kadir idi de, bunu değil de daha kötüsünü yaptı ise, bu akılsızlık olur. Yok eğer "O, daha önce buna kadir değildi de, sonra kadir oldu" dersek, bu durumda o, acizlikten kadir oluşa, cahillikten hikmete geçmiş olur ki, bütün bunlar âlemin yaratıcısı hakkında düşünülemeyecek şeylerdir?"

Bunlara şöyle cevap verilir: Şöyle demek niçin mümkün olmasın? "Maslahat, bu dünya yurdunun, o yurttan önce yaratılmasındadır. Çünkü uhrevî mutlulukları sağlayacak olan ruh olgunluklarının (kemâlatın) elde edilişi, ancak bu dünya yurdunda mümkündür. Bu kemâlat elde edilince de, bu dünyada kalmak arlık bir eksiklik, bozukluk ve hayırlardan mahrumiyet manasına gelir."

"Gök Cisimlerinin Hareketleri Devamlıdır" İddiaları

İkinci şüphe: Onlar, "Feleklerin hareketleri dairevîdir. Dairevî olanın ise zıddı yoktur. Zıddı olmayan ise, bozulmayı (değişmeyi) kabul etmez" derler.

Buna şöyle cevap verilir: Biz bu şüpheyi felsefe ile ilgili kitaplarımızda çürüttük. Binâenaleyh onları burada tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Bu gibi şüphelerin çürütülmesindeki esas prensip, feleklerin kütlelerinin mahlûk olduğuna delil getirebilmemizdir. Bu cisimlerin mahlûk olduğu sabit olunca, feleklerin kütlelerinin, yok olmayı ve dağılıp parçalanmayı kabul edebilecekleri sabit olur. İşte bu incelikten ötürü Hak teâlâ, bu sûrede önce feleklerin hadis (mahlûk) olduğunun delillerini bildirerek işe başlamış, bunun peşisıra da âhiretin varlığına delil olan şeyleri zikretmiştir.

"Beden Cüzlerinin Aynen Toplanması İmkânsızdır" İddiası

Üçüncü şüphe: İnsan, şu bedenden ibarettir. Yoksa o, bedeninin cüzlerinin rastgele bir araya gelmesinden ibaret değildir. Çünkü bu cüzler, insan yok iken de vardı. Bununla beraber biz, insanın mevcut olmadığını, bu bedeni yandığında o basit parçalarının kaldığını (devam ettiğini) kesin olarak biliyoruz. Toprak, su, hava ve ateşten meydana gelen o basit parçaların toplamının, konuşan ve akıllı olan şu insan olmadığı malumdur. Böylece o cüzlerin ancak, özel bir birleşim ve özel bir şekil üzere biraraya gelmeleri şartı ile bu insanın meydana geldiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh insan ölüp, onu meydana getiren cüzler dağıldığında, o şekil ve vasıflar kaybolur. Yok olan şeyin tekrar var olması ise imkansızdır. Böyle olması hafinde insanın teşekkülünde nazar-ı dikkate alınan o parçaların yeniden geri dönmeleri imkansız olur. Binâenaleyh insanın, ikinci kez, aynı şekilde geri dönmesinin, var olmasının imkansız olması gerekir.

Buna şöyle cevap verilir: Biz, muayyen bir insanın, şu görülen bedenden ibaret olduğunu kabul etmiyoruz; aksine insan, ruhtan ibarettir. Biz ister ruhun müstakil bir cevher olduğunu, isterse bu bedenle uyum sağlamış olan ve değişmekten korunmuş (uzak) latif bir cisim olduğunu söyleyelim, (bu meselede, netice değişmez). Allah en iyi bilendir.

Aynı Zerre Birden Fazla Bedene Girebilir?

Dördüncü şüphe: Bir insan öldürülüp, onu da bir başka insan yediğinde, bu iki nsandan herbirinin bedeninin cüzlerinin, her ikisinin cüzleri olduğunu söylemek gerekir ki bu imkansızdır.

Buna da şu şekilde cevap verilir: Bu şüphe de, muayyen bir insanın şu bedenden baret olması görüşüne dayanır. Biz ise bunun batıl olduğunu, doğrusunun, insanın ster sırf bir cevher olduğunu, isterse bedenle uyum sağlamış olan bakî latif bir cisim olduğunu söyleyelim; ruhtan ibaret olduğunu söylemiştik. Bu, kelamcıların, "Asıl cüzler" dedikleri şeydir. Me'âd (âhiret) meselesiyle ilgili aklî (tefekküre dayanan) zahlarımıztn sonu budur.

Dönüş Allah'adır

Cenâb-ı Hak, "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" buyurmuştur. Bu ifade ife ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: İlâ edatı, intiha-i gayeyi (varılacak son noktayı) göstermek içindir. Bunun zahiri, "Mahlûkatın dönüşü O'nadır" denilebilmesi için, Allahü teâlâ'ya bir mekanın izafe edilmesini gerektirir?

Buna birkaç şekilde cevap verilir:

a) Biz, "Ruh, sırf cevherdir (özdür)" dediğimizde, bu soru ortadan kalkar.

b) Bu, "Mahlûkatın dönüşü, Allah'dan başka bir hâkimin bulunmadığı bir yeredir" demektir.

c) Bu, "Onlar Allah'ın mükâfaat vaadinin tahakkuk ettiği yere dönüp varacaklardır" demektir.

İnsanın Varlığının Esası Ruhtur

İkinci bahis: Pek çok ayetin zahiri, insanın aslının beden değil ruhtan ibaret olduğuna delâlet eder. Bu da, ruhun, msanın bedeninden önce mevcut olduğunu gösterir. İnsanın, şu görünen bedeninden başka birşey olduğu hususu, Hak teâlâ'nın, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler" (Âl-i İmran. 169) ayetinden ötürüdür. Öldürülenin bedeninin öldüğü ise, kesin olarak bilinir. Bu ayet ise o insanın diri olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh insanın aslının, şu ölü bedenden başka birşey olması gerekir. Hem sonra Cenâb-ı Allah kâfirlerin canlarının alınışını anlatırken, "Haydi bakalım canlarınızı kurtarın"(En'am 93) buyurmuştur.

Ruhun, bedenden önce mevcut olması meselesine gelince, bu da Hak teâlâ'nın bu ayetteki, "Dönüşünüz ancak O'nadır" buyruğundan ötürüdür. Bu ifade, bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir. Çünkü bir yere dönmek ancak, o şeyin daha önce orada bulunmuş olması halinde mümkündür. Şu ayetler de bunun benzeridir: "Ey mutmain ruh. sen O'ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine"(Fecr, 27-28) ve "Sonra bunlar, bütün işlerine hak ve adalet ile mâlik olan gerçek mevlâlarına döndürülmüşlerdir" (En'am. 62).

Üçüncü bahis: Buradaki "merci" kelimesi, "rucû" (dönüş) manasınadır, "Cemîan" kelimesi de, "hal" olarak mansubtur. Buna göre ayetin manası, "O dönüş, toplu olarak tahakkuk edecektir" şeklinde olur. Böylece bu, ayette bahsedilen "mercî"den muradın, ölüm olmayıp, Kıyamet olduğuna delâlet eder.

Dördüncü bahis: Ayetteki "Dönüşünüzancak O'nadır" bey'anı, hasr ifade eder. Buna göre, "Dönüşünüz sadece Allah'adır; hüküm, sadece O'nun hükmüdür ve orada geçerli olan emir sadece O'nun emridir" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah bunu size hak olarak vaadetmiştir ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, ifadesi, "Allah, size bir vaadde bulundu" manasında, (mef'ûl-ü mutlak olarak) mansubtur. Çünkü, ayetteki, "Dönüşünüzancak O'nadır" cümlesi, bir dönüşü vaadetmektedir. Buna göre, (......) kelimesi ifadesinin mef'ûl-ü mutlakı; (......) kelimesi de sözünün mefûl-ü mutlakı olmuş olur ki, işte bütün bu te'kidler, bu hükümde toplanmıştır.

İkinci Mesele

Bu kelime, fiil olarak şeklinde de okunmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, hasrın ve neşrin olacağını haber verince, bunun peşisıra bunların mümkün olduğuna delâlet eden şeyi, daha sonra da vuku bulacağına delâlet eden delilleri zikretmiştir.

Haşrin. aslında mümkün olduğunu gösteren delil "Mahlukatı ilkin yaratan, sonra yine kendisine geri çevirecek olan, hiç şüphesiz O'dur" buyruğudur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu delilin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, kendisinin göklerin ve yerlerin yaratıcısı olduğunu delillerle beyan etmiştir. Bu âlemdeki bütün cansızların, madenlerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısının da Allah olduğu bu ifadeye zımnen dahildir. Herşeye kadir olan, kudreti sonsuz olan, ve bütün mulumatı (herşeyi) bilenin, daha önce yarattığı şeyleri, yeniden aynen yaratmasının mümkün olduğu aklen de sabittir. Böylece bu delil, Hak teâlâ'nın, insanları ölümlerinden sonra yeniden diriltmeye kadir olduğuna delâlet etmektedir.

Âlemin Maddesinin İmha Edilip Edilmeyeceği

Müslümanlar, Allahü teâlâ'nın âlemin maddesini yok etmeye kadir olduğu hususunda ittifak etmişler ama, Hak teâlâ'nın bu maddeleri bilfiil yokedip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu cümleden olarak bazıları Allahü teâlâ'nın onları tamamen yok edeceğini ileri sürmüş ve bu ayeti de delil olarak zikrederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, bütün mahlukatı yeniden yaratacağını bildirmiştir. Binaenaleyh O'nun, maddeleri de yeniden yaratması gerekir. Maddeleri yeniden yaratmak ise, ancak onları tamamen yok ettikten sonra mümkün olur. Aksi halde bu, zaten var olan şeyi yeniden yaratmak olur ki, imkansızdır."

Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Hatırla o günü ki biz göğü, kitapların sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz. İlk yaratışa nasıl başladıksa, yine onu iade edeceğiz" (Enbiya, 104) ayetidir. Hak teâlâ bu ayetinde, iadenin (tekrar yaratışın) de ilk yaratılış gibi olduğunu bildirmiştir. Allahü teâlâ'nın, mevcudatı ilkin yoktan yarattığı, delillerle sabittir. Binaenaleyh onları yine yoktan yaratacağını söylemek gerekir.

Başka Bir Ayetin Delâlet Ettiği Mahzuf

Bu ayette bir hazif vardır: Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "O, kendilerine ibadeti emretmek için, mahlûkatı, ilk defa diriltir. Sonra onları öldürür. Daha sonra onları yeniden diriltir." Nitekim Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde, "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi o diriltecek.. " (Bakara, 28) buyurmuştur. Fakat Cenâb-ı Hak burada, (Yunus sûresinde) daha önce, "İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde O'na kulluk edin " (Yunus. 3) buyurduğu için, bu ayette "ibadet ediniz" emrini tekrar etmemiştir. Yeniden diriltme ifadesi, "onları öldürür" manasına delâlet ettiği için de, buna da yer vermemiştir.

Ayetteki Farklı Kıraatler

Bazıları buradaki (......) kelimeyi kesre ile innehu; bazıları da fetha ile ennehu şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: "Hemzeyi kesre ile okuyanlar, bu cümleyi müste'nef bir cümle kabul etmişlerdir. Fetha ile okunuşa göre ise şu iki izah yapılır:

a) Bu ifadenin takdiri, "Sizin toptan dönüşünüz O'nadır. Çünkü o, halkı ilk defa dirilten, sonra geri çevirecek olandır" şeklindedir.

b) Bunun takdiri, "Allah, mahlukatı yeniden yaratmayı, sonra geri çevirmeyi kesin olarak vaadetti" şeklindedir. Buradaki fiil, if'âl babından olarak şeklinde de okunmuştur. Yine bu ayet, şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı "Gerçekten, Zeyd gidecek" cümlesi gibidir.

Cenâb-ı Allah'ın "İman edipsalih ameller işleyenlere adaleti ile mükafaat vermek için (., .)" buyruğuna gelince; bil ki bundan maksad, iyilik yapanla kötülük yapan birbirinden ayırdedilip, itaatkâr olana mükafaat, isyankâr olana da ceza verilsin diye, hasrın ve neşrin mutlaka olacağına delil getirmektir. Bu delilin izahı, daha önce uzunca yapılmıştı, Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Mu'tezile'nin Ayetten Yanlış Bir Hüküm Çıkarması

Ka'bî şöyle demektedir: "Ayetteki liyecziye kelimesinin başında sebeplik ifade eden lam edatı, Hak teâlâ'nın kullarını, mükafaat vermek ve rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Ayrıca Allahü teâlâ illet lamını, mükafaatla ilgili olan ifadenin başına getirmiş, ama ceza ile ilgili ifadenin başına getirmemiş, aksine"kâfirler için ise. kaynar sudan bir içki vardır" buyurmuştur ki bu da Allahü teâlâ'nın mahlukatı, azab etmek için değil, onlara rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Bu ise, Allah'ın, insanların inkâr etmelerini istemediğine ve onlarda küfrü kendisinin yaratmadığına delâlet eder."

Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ'nın fiilleri hakkında lam-ı ta'lîlin (yani illet ve sebebi gösteren lamın) kullanılması imkansızdır. Çünkü Allahü teâlâ, eğer bir işi bir illet ve sebepten ötürü yapmış olursa, o illetin kadim olması halinde o fiilin de kadim olması gerekir, yok eğer hadis (sonradan) olursa, bu durumda da teselsül gerekir ki, teselsül muhaldir.

İkinci Mesele

Ka'bî şöyle demiştir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın o mahlûkatı yaratma işine cennette başlamış olmasının mümkün olmadığını gösterir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, onları bu âlemde yaratmayı ve onları mükellef tutmayı sebeb ve vasıta kılmaksızın, onlara nimet vermesi güzel ve yerinde olsaydı, o zaman onları yaratması ve mükellef tutması, onlara bu nimetleri vermesi şartına bağlanmazdı. Halbuki ayetin zahiri, buna delâlet etmektedir."

Buna şöyle cevap verilir: Bu, Allah'ın fiil ve hükümlerinin ta'lil edilebilmesine (yani sebeblere dayandırılabümesine) binâen söylenmiş bir sözdür. Bu ise yanlıştır. Biz bunun olabileceğini kabul etsek bile, Ka'bî'nin sözü, ancak bizim, ilk yaratmayı ve sonradan tekrar yaratmayı bu şekilde ta'lil etmemiz halinde doğru olur. Bu ise imkansızdır. "Allah, mahlûkatı ilk defa sırf lütfundan ötürü yaratmış ve sonra onlara cennet nimetlerini vermek için, onları yeniden yaratmıştır" denilmesi niçin caiz olmasın? Böyle söylemek mümkün olunca, Ka'bî'nin iddiası düşer.

"Kist" Tabirinin İzahı

Ayetteki "adaleti ile" ifadesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:

1) demek olup bundaki bâ harf-i cerri, ayetteki liyecziye fiiline mütealliktir. Buna göre mana, "Onlara adaleti ile mükafaat vermek için..." şeklindedir. Bu durumda şöyle iki soru ortaya çıkar:

Adalet Lütfa Mani Değildir

Birinci soru: "Kist", "adalet" diye tefsir edildiğinde, adalet, ne artan, ne de eksilen birşey olur. Bu da Allahü teâlâ'nın, onların amelleri ile hakettiklerine birşeyler katmayacağını ve onlara doğrudan lütfü gereği herhangi birşey vermemesini gerektirir? Buna şöyle cevap verilir: Biz (ehl-i sünnete) göre Allah'ın mükâfaatı, zaten mahzâ lutuftur. Hem sonra insanlara hakettikterinden fazlasının verilmesinin takdir edilmesi halinde bile "kist", ücretin tastamam verilmesi manasına delâlet eder. "Fazlasını vermeyi men etme" manasına ise, "kist" kelimesi delâlet etmez.

Kâfirlere Adalet Uygulanacağı Burada Neden Bildirilmedi?

İkinci soru: Allahü teâlâ kâfirlere de "kist" (adalet) ile karşılık vermiş olduğu halde, ayette niçin bu sadece mü'minlere tahsis edilmiştir?

Cevap: Bunun mü'minlere tahsis edilmesi, mü'minterin haklarına daha fazla itina gösterildiğine ve onlara daha fazla ihtimam gösterileceğine delâlet eder.

2) Bunun manası, "iman edenleri kendi kıstları (adaletleri) ile âdil olmaları, iman edip salih amel işlemiş olmaları cihetinden nefislerine zulmetmemeleri sebebiyle ödüllendirmek için..." şeklindedir. Çünkü şirk, zulümdür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Doğrusu, şirk. büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) buyurmuştur. Günahkârlar da kendilerine zulmetmişlerdir. Nitekim Allah, "Onların kimi nefsine zulmedenlerdir" (Fatır, 32) buyurmuştur. Bu izah daha kuvvetlidir. Çünkü bu ifade, ayette, "Küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden" ifadesinin karşılığında zikredilmiştir.

Hak teâlâ "Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azab vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir; "Hamim, ateşte ısınan ve son derece sıcak olan demektir. Nitekim, "Suyu kaynattım" manasında . "O, sıcaktır, kaynardır" manasında denilir. Hamam da bu köktendir."

İnsanlar Mü'min ve Kâfir Olarak İki Kısımdır, Üçüncüsü Yoktur

Alimlerimiz bu ayeti, mükellefin mü'min veya kâfir olması dışında, üçüncü bir kısmın olmadığına delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ ayette, sadece bu iki kısmı zikretmiştir. Kâdî bu görüşümüze karşı şöyle cevap vermek istemiştir: "Sadece bu iki kısmı zikretmek, bir üçüncü kısmın olmadığına delâlet etmez. Bunun delili, "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünüp yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üstünde yürüyor" (Nur, 45) ayetidir. Bu ifade, dördüncü bir kısmın olmadığına delâlet etmez. Aksine biz diyoruz ki: Bu gibi yerlerde, çoğu kez ya sadece maksad olan; yahut ekserisi zikredilir, geri kalanlar ise, bir başka yerde beyan edilmiş olduğu için, terkedilir. Allahü teâlâ, üçüncü kısım mükellefleri başka ayetlerinde zikretmiştir."

Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Ancak nâdir olan üçüncü kısımlar terkedilip zikredilmez. Halbuki fâsıkların (günahkârların), itaatkarlardan daha çok olduğu malumdur. Binâenaleyh onların bu sadedde ayrıca zikredilmemeleri nasıl makul ve mümkün olabilir?

Kâdî'nin delil getirdiği ayetle ilgili olarak da şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ, canlıların dördüncü ve beşinci kısımlarını zikretmemiştir. Çünkü ayaklı canlıların pek çok kısmı vardır. Binâenaleyh onların hepsini tek tek zikretmek, itnâbı (lafı uzatmayı) gerektirir. Bu meselede ise, durum başkadır. Çünkü burada sadece bir üçüncü kısım vardır ki, bu da, hasmımızın (Mu'tezilî Kâdî'nin), ne mü'min ne de kâfir saydığı fâsık (günahkâr)dır. Böylece bu iki ayet adasındaki fark ortaya çıkmış olur.

4 ﴿