92

"İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun, hemen askerleriyle beraber, zulmederek ve haddi aşarak peşlerine düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: "İnandım. Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım." Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima fesadcılardan olmuştun! Biz de bu gün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki arkadan geleceklere ibret olasın. Bununla beraber insanlardan birçoğu bizim ayetlerimizden cidden gafildir"

Bil ki bu ayetin lafızlarının tefsiri A'râf suresinde (138. ayette) geçmişti. Bunun manası şöyledir: "Allahü teâlâ, o ikisinin, yani Hazret-i Musa ile Hazret-i Harun'un duasını kabul edince, isrâiloğullarına o belli zamanda Mısır'dan çıkmalarını emretti ve oradan çtkış yollarını kolaylaştırdı. Firavun ise bunlardan habersiz idi. o, İsrailoğullarının çıkıp, memleketinden ayrılmaya yöneldiklerini duyunca, onların peşine düştü." O halde, ayetteki (......) kelimesi, "O onlara ulaştı" demektir. Nitekim Arapça'da, "O, ona yetişinceye kadar, onun peşine düştü" denilir.

Müminlerin Denizden Geçip, Firavun Ordusunun Boğulması

Cenâb-ı Hak "zulmederek ve haddi aşarak" buyurmuştur. Bağy, haksız olarak hâkim olmayı istemek demektir. Adv ise zulüm demektir. Rivayet olunduğuna göre Musa (aleyhisselâm), kavmi ile birlikte çıkıp denizin kıyısına ulaşınca ve Firavun da ordusuyla onlara yaklaşınca, İsrailoğulları büyük bir korkuya kapıldılar. Çünkü onlar, boğacak bir deniz ile, imha edecek bir ordu arasında kalmışlardı. Bundan dolayı Allah, diğer sûrelerde kıssanın tamamında belirttiği gibi, onlara denizde bir yol ortaya çıkarmak suretiyle lütfetti. Daha sonra Mûsâ (aleyhisselâm), ashabı ile birlikte denizdeki o yola girip, denizi geçtiler. Allah Tealâ, Firavun ve ordusu da, o yoldan geçebilecekleri fikrine kapılsınlar diye, o yolu kupkuru bıraktı. Firavun ordusuyla birlikte denizle girince, yarılan denizin iki tarafını birbirine kavuşturmak ve o yolu ortadan kaldırmak suretiyle Allahü teâlâ onları boğdu. İşte âyetteki, ifadesinin manası budur.

Allahü teâlâ, Firavun ve etbâının kalblerindeki bağyi de açıklamıştır. Bu bağy, Firavun ve ordusunun, İsrailoğullarını öldürmeye ve zulmetmeye aşırı istek duymalarıdır. Adv ise, haddi aşmaktır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şunu belirtmiştir: Firavun boğulurken, Allah'ın kendisini o âfetten, sayesinde kurtaracağını düşünerek, kelime-i tevhidi söylemiştir. Bu hususta şöyle iki soru vardır:

Firavun Boğulurken Kalben İnandı, Kavlen Söylemedi

Birinci soru: İnsan boğulurken, bu lafzı nasıl söyleyebilir? Binâenaleyh Allahü teâlâ, Firavun'un boğulurken bu kelimeyi söylediğini nasıl bildirir?

Cevap: Buna şu iki bakımdan cevap verilir:

a) Biz ehl-i sünnete göre, hakiki söz, kişinin bizzat diliyle söylediği değil, içinden geçirdiğidir. Firavun da bu sözü diliyte söylememiş, içinden geçirmiştir. Bu ayet, gönülden geçirilen sözün, gerçek söz olduğuna delil teşkil eder. Çünkü Allahü teâlâ, Firavun'un bu sözü söylediğini nakletmiştir. Halbuki Firavun'un bu sözü bizzat diliyle söylemediği delil ile sabittir. Binâenaleyh dilin söylediği sözün dışında da sözlerin bulunduğunu kabul etmek gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

b) Ayette bahsedilen boğulmadan maksad, boğulma öncesi hallerdir.

Firavun'un İmanı Neden Makbul Olmadı?

İkinci soru: Firavun üç kez imân etmiştir: Birincisi, ayetteki amentü (iman ettim) sözü,

İkincisi "Gerçekten îsrâiloğullarının imân ettiğinden başka tanrı yok" sözü.

Üçüncüsü de "Ben de müslümanlardanım" sözü.

O halde Firavun'un imanının kabul edilmeyişinin sebebi nedir? Halbuki Allahü teâlâ, kin ve öfke ile hareket etmekten münezzehtir. Bu sebeble, "Allah, kin ve öfkesinden dolayı onun bu ikrarını kabul etmemiştir" denilemez?

Cevap: Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır;

1) O, tam azab-ı ilâhi inerken imân etmiştir. O esnadaki imân ise makbul değildir. Çünkü azab inerken, durum mecburiyet vaktine girmiş olur. Bu vakitte ise tevbe makbul olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allahü teâlâ, "Allah'ın hışmını gördükleri zaman, yapacakları iman fayda vermez"(Mümin.85)buyurmuştur.

2) Firavun, bu sözü sayesinde, başındaki boğulma belasını ve sıkıntısını savuşturmak için söylemiştir. Yoksa bundan maksadı, Allah'ın vahdâniyyetini, rubûbiyyetinin izzetini ve kulluğun zilletini itiraf değildir. Bu durumda, o bu sözü ihlasla söylememiştir ve dolayısıyla kabul edilmemiştir.

Firavun'un İmanı Taklidî İdi

3) Bu ikrar, sırf taklide dayalı idi. Baksana o, "Gerçekten İsrailoğullarının imân ettiğinden başka tanrı yokmuş" demiş ve böylece Allah'ı tanımadığını, ama İsrailoğullarından âlemin bir ilahı bulunduğunu duyduğunu ifâde etmiştir. Böylece o, İsrailoğullarının var olduğuna inandıklarını duyduğu o ilâhı ikrar etmiştir. Demek ki bu, sırf bir taklid olmuştur. Bundan dolayı da bu iman kabul edilmemiştir. Bu hususta esas izah şudur: Firavun, Tâ-hâ sûresinde de açıkladığımız gibi, bir dehrî olup, Allah'ın varlığını kabul etmeyenlerdendi. Böylesi çok yanlış inançların karanlığı, ancak kesin delillerin ve yakını hüccetlerin nuru ile giderilebilir. Fakat sırf taklid, buna fayda vermez. Çünkü taklid, taklidin karanlığını, daha önceki cehaletin karanlığına eklemektir.

4) Bazı kitaplarda şunu gördüm: İsrailoğullarından bazı kabileler denizi geçtiklerinde, buzağıya tapmışlardır. Binâenaleyh Firavun "Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş" deyince, onun bu sözü, onların o vakitte ibadet ettikleri buzağı manasına hamledilir. Böylece bu söz, onun küfrünün artmasına sebeb olmuş olur.

5) Yahudilerin kalbleri, teşbih ve tecsim inancına meyyal idi. İşte bu sebebten ötürü, Allahü teâlâ'nın, o buzağının vücuduna girip hulul ettiğine inandıkları için, buzağıya taptılar. Durum böyle ofunca, Firavun da, "İman ettim. Gerçekten Isrâiloğullarının îman ettiğinden başka tanrı yokmuş" demiştir. Böylece sanki o, cisim olarak, hulul edici ve nüzul edici (inici) olarak tavsif edilen bir ilaha imân etmiş olur. Böyle inanan herkes kâfirdir. İşte bundan dolayı, Firavun'un imanı kabul edilmemiştir.

6) Belki de iman, ancak hem Allah'ın birliğini, hem de Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini kabul etmekle tamamlanıyordu. Binâenaleyh Firavun bu sözü ile, Allah'ın birliğini kabul edip, Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini itiraf etmeyince, imanı sahih olmamıştır. Bunun bir benzeri de, meselâ kâfirlerden birisinin, bin defa "Allah'dan başka ilah olmadığına şehâdet ederim" deyip, bunun yanısıra "Hazret-i Muhammed'in de O'nun peygamberi olduğuna şehâdet ederim" demese, onun imanının sahih olmayışıdır. İşte burada da böyledir.

7) Keşşaf sahibi şunu rivayet eder; Cebrail (aleyhisselâm), Firavun'a (daha önceden) "Efendisinin malı ve nimetleri içerisinde büyüyüp, sonra nankörlük ederek, onun, üzerindeki haklarını inkâr eden ve efendisinin dışında efendilik iddia eden bir köle hakkında siz emîrın görüşü nedir?" diye bir soru sormuştu. Firavun da buna cevaben şunu yazmıştı;

"Ebu'l Abbas Velid b. Mus'âb der ki: Efendisine karşı gelen ve onun nimetlerini inkâr eden kölenin cezası, denizde boğulmaktır." Sonra Firavun denizde boğulurken, Cebrail (aleyhisselâm), bu cevabını, onun gözünün önüne getirdi." Ayetteki, "Şimdi mi (iman ediyorsun?) Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima fesatçılardan olmuştun" ifâdesi ile ilgili olarak da birkaç soru var:

Birinci soru: Bu sözü söyleyen kimdir?

Cevap: Rivayetler, bu sözü Cebrail (aleyhisselâm)'in söylediğini göstermektedir. Cebrail (aleyhisselâm): "sen, dâima fesatçılardan olmuştun" sözünü, Firavun'un: "Ben de müslümanlardanım" sözüne bir karşılık olarak söylemiştir. Bazı alimler, bu sözü Allahü teâlâ'nın ona söylediğini ileri sürmüşler ve "çünkü bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki arkandan geleceklere ibret olasın" buyurmuştur. Bu son cümle, Allah'dan başkasına ait olamaz" demişlerdir.

Tevbenin Kabulü Aklen Vacip Değildir

İkinci soru: Ayetin zahiri, Firavun'un tevbesinin, daha önceki isyanından ve fesadından ötürü kabul edilmediğine delâlet etmektedir. Halbuki böyle bir gerekçe, onun tevbesinin kabulüne manî olamaz?

Cevap: Alimlerimizin mezhebine göre, aklen, tevbeyi kabul etmek, Allah'a vâcib değildir. Alimlerimizin bu görüşlerinin doğruluğunu gösteren delillerden birisi de bu ayettir. Hem sonra bu kabul olunmayısın gerekçesi, sırf daha önceki isyan olmayıp, o isyanın yanısıra Firavun'un müfsidlerden oluşudur.

Cebrail Firavun'un Ağzını Tıkamış mıdır?

Üçüncü soru: Cebrail (aleyhisselâm)'in, Firavun'a kızdığı için, tevbe edemesin diye onun ağzına çamur doldurması doğru mudur?

Cevap: Doğruya en yakın olan, bunun doğru olmamasıdır. Çünkü o durumda, ya mükellefiyetin devam ettiği, yahut da artık bulunmadığı söylenebilir. Eğer mükellefiyet söz konusu ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in, onun tevbesine manî olması caiz olmaz. Aksine Cebrâil'in, hem tevbesi, hem de her türlü taatı hususunda ona yardım etmesi gerekir. Çünkü Hak teâlâ, "İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda yardımlasın. Günah işiemek ve haddi aşma hususunda yardımlaşmaym" (maide, 2) buyurmuştur. Hem sonra Cebrail (aleyhisselâm), Firavun'a rivayet edildiği gibi mani olsaydı, Firavun'un tevbe etmesi yine mümkündü, çünkü dilsiz kimse, kalbi ile pişmanlık duymak ve o kötü işleri yeniden yapmamaya azmetmek suretiyle tevbe etmiş olur. Bu durumda Cebrail (aleyhisselâm)'in bunu yapması bir engel teşkil etmez. Eğer Cebrail (aleyhisselâm) onun tevbesine mâni olmuş olsaydı, Firavun'un küfür üzere kalmasına razı olmuş olurdu. Halbuki küfre rıza küfürdür.

Diğer bir husus da şudur: Cenâb-ı Hak'ın, Hazret-i Musa ile Harun'a: "Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'dan) korkar" (Taha, 44) deyip, sonra da Cebrail (aleyhisselâm)'e, Firavun'un imân etmesine manî olmasını emretmesi Allah'a nasıl yakışır?

Eğer, "Cebrail (aleyhisselâm) bunu, Allah'dan aldığı emirle değil, kendiliğinden yapmıştır" denilirse, bunu da hem Cebrail'in "Biz, senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" (Meryem. 64) şeklindeki sözü, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerin özelliklerinden bahsederken söylediği "Bunlar, sözleriyle asla Allah'ın önüne geçemezler (kendiliklerinden bir şey yapamazlar)... Onlar, Allah'ın korkusundan tir tir titrerler" (Enbiya. 27-28) ayetleri geçersiz kılar.

Fakat, "Mükellefiyet, o esnada artık, Firavun'dan kalkmıştı " denilirse, bu durumda da, Cebrail (aleyhisselâm)'e isnad edilen o işin, kesinlikle bir hikmeti kalmaz.

Firavunun Cesedinin Mahfuz Bırakılması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de bugün seni, (cansız bir) beden olarak bırakacağız" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) "Biz seni. yeryüzünün yüksek bir yerine (Necve'ye) atacağız."

2) "Biz seni, denizden çıkarıp, kavminin düştüğü, battığı denizin dibine batmaktan kurtaracağız. Fakat bu, "sen boğulduktan sonra olacak."

Ayetteki "sözü" "hal" yerindedir, yani, sende bir rûh (can) olmaksızın, ceset olarak" demektir.

3) Bu, alay etme yoluyla Firavun'a kurtuluşu vaadetmektir. Bu tıpkı, "Onları, elim bir azab ile müjdele" (Tevbe. 34) ifâdesindeki "müjde" kelimesindeki incelik gibidir. Sanki bu sözle Rravun'a: "Biz, seni kurtaracağız. Ancak bu kurtuluş, canın için değil, cesedin için olacaktır!" denilmektedir. Böyle sözler bazan, istihza için söylenir. Nitekim: "Seni azâd edeceğim, ama öldükten sonra"; "seni hapisden kurtaracağım, ancak ölümünden sonra" denümesi gibi.

4) Bazıları kelimeyi noktasız olarak (nunhike) okumuşlardır ki bu, "Biz seni, denizin kıyısına atacağız" demektir. Çünkü Firavun boğulduktan sonra denizin bir kıyısına atılmıştır. Ka'b: "Su, onu sahile adetâ bir öküz grtoi atmıştır" demiştir.

Ayetteki (bedenini) tabiri ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Daha önce de söylediğimiz gibi bu kelime, "hal" mahallindedir, yani "cansız, sırf bîr cesed olarak" demektir.

2) Bundan maksad, "senin bedenini bozulmadan, sağlam olarak kurtarıp, sahile atacağız" manasıdır.

3) "Bedenini, çırılçıplak denizden çıkaracağız."

4) Bu kelimeye "zırh" manası da verilmiştir, yani, "seni zırhınla çıkaracağız" demektir. Leys: "Beden", kısa zırh demektir. Binâenaleyh, "Bedeninle" ifâdesi, "zırhınla" demektir. Bu mana İbn Abbas dan nakledilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Firavun'un üzerinde, sayesinde tanınıp bilindiği altın bir zırh vardı. Allah onu, tanınsın diye sudan bu zırh ile çıkardı. Ben derim ki: Eğer bu doğru ise, hâdise Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için bir mucize olmuş olur.

Başkalarına İbret Olması

Hak teâlâ'nın "ki arkandan geleceklere bir ibret, olasın" ifâdesi ile ilgili olarak şu manalar verilmiştir:

a) Firavun'un tanrı olduğuna inananlar, onun boğulduğunu gözleriyle görmedikçe bunu yalanlayacaklar ve öyle kimselerin ölmeyeceklerini iddia edeceklerdi- Bundan dolayı Allahü teâlâ, onlar onu görsünler ve kalblerindeki şüphelen şilinsin gitsin diye Firavun'un halini, onu, sudan olduğu gibi çıkararak ortaya koymuştur. Firavun'un cesedinin atıldığı yerin, İsrailoğullarının çok uğradıkları bir yer olduğu da rivayet edilmiştir.

b) Allahü teâlâ'nın, insanların, Firavun'un, "Ben sizin en büyük Rabbinizim" dediğini duyup işitmelerinden sonra, insanlara onu bu zelil ve hakir vaziyette göstermeyi murad etmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Böylece bu, insanları, onun yolu gibi yollardan alıkoymuş olur ve insanlar, onun daha dün, ululuk ve azametin zirvesinde olduğunu iddia ederken, daha sonra durumunun, gördükleri o vaziyete dönüşünü müşahade etmiş olurlar.

c) Bazıları kelimeyi kâf ile, "seni yaratan için" şeklinde okurlar. Bu, "Ta ki sen, seni yaratanın diğer mucizeleri gibi bir mucize olasın" demektir,

d) Allahü teâlâ, Firavun'u bütün ordusuyla suya garkedip, sonra da ordusundan hiç kimseyi denizin dibinden çıkarmayıp, sadece Firavun'un cesedini çıkarınca, bu enteresan halin Firavun'a has kılınması, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmiş olur.

Kıssadan İbret Almanın Lüzumu

Hak teâlâ'nın "Bununla beraber insanlardan birçoğu ayetlerimizden cidden gafildir" buyruğuna gelince, görünen odur ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa ve Firavun'un kıssasını zikredip, Firavun'un akibetini belirtip, sözü bu ifade ile bitirince ve Hazret-i Muhammed'e böyle hitab edince, bu, ümmet-i Muhammed'i delillerden yüz çevirmeden alıkoyup, onları deliller üzerinde düşünmeye ve onlardan ibret almaya sevketmiş olur. Çünkü, bu kıssaların zikredilmesinin maksadı, ibret almaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "andolsun, onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yusuf 111) buyurmaktadır,

92 ﴿