11

"İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek, andolsun o, ümidini kesen bir adam, bir nankör olur. Şayet kendisine dokunan bir dertten sonra ona nimeti tattınrsak. Andolsun "Benden kötülükler uzaklaşıp gitti" diyecek. Çünkü o artık şımarıktır, böbürlenendir. (Dertlere) göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar böyle değildir. Mağfiret ve büyük mükafaat işte bunlar içindir".

Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin azabının, geç de olsa mutlaka başlarına geleceğini bildirince, bundan sonra onların kâfirliklerini ve o azaba müstehak olduklarını bildirmek üzere "insana bizden bir rahmet tattırırsak (...)" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki "insan" ile kimin kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

Ayette Geçen "İnsan"ın, Herhangi Bir İnsan Olduğu Fikri

Birinci görüş: Bununla, mutlak manada insan (yani herbir insan) kastedilmiştir. Bunun böyle olduğunu şunlar gösterir:

1) Allahü teâlâ, bu ifadeden, "Göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar"ı istisna etmiştir. İstisna ise, istisna yapılmaması halinde, sözün hükmüne girecekleri o hükmün dışında bırakmak için yapılır. Binaenaleyh ayetteki "insan" lafzının içine, mü'min ve kâfir herkesin girdiği sabit olur. Bu, bizim görüşümüze delâlet eder.

2) Bu ayet, yapılan bu izaha göre, Hak teâlâ'nın, "Asra yemin ederim ki muhakkak insan kesin ziyandadır. Ancak iman eden, güzel güzel amellerde bulunanlar (...) müstesna"(Asr, 1-3) ayetleri ile, "Gerçekten insan hırsına düşkün yaratılmıştır: kendisine ser dokundu mu feryadı basar, ona hayır dokununcaya çok cimri olur. Fakat namaz kılanlar (...) müstesna.." (Meâric. 19-23) ayetlerine de uygundur.

3) İnsan, acizlik ve zayıflık mizâc; üzere yaratılmıştır. Nitekim İbn Cüreyc, bu ayetin tefsirinde: "Ey âdemoğlu, sana Allah'tan bir nimet geldiğinde, ne kadar nankör olursun! O nimet senden alındığında da ne kadar ümidsiz olursun!" demiştir.

Ayette Geçen 'İnsan'dan Maksadın Kâfir Olduğu Fikri

İkinci görüş: Ayetteki "insan" ile, kâfir insan kasdedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:

1) Başında elif-lâm bulunan müfred kelimede asıl olan, onun, eğer bir mani yok ise, daha önce bahsi geçene hamledilmesidir. Bu ayette buna, herhangibir mani yoktur. Binâenaleyh "insan" lafzının, daha önce bahsedilene hamledilmesi gerekir. Burada az önce bahsi geçen ise, kâfir insandır, kâfirlerdir.

2) Bu ayette insan için zikredilen sıfatlar, ancak kâfirlere uygun düşer, zira Cenâb-ı Hak onu "ümidsiz" diye tavsîf etmiştir. Ümidsizlik ise kâfirlerin özelliğidir. Nitekim Allah "Kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"(Yusuf. 87) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, bu insanı, nankörlükle tavsif etmiştir ki, bu onun kâfir olduğunu açıkça ortaya kor. Yine bu insanın, rahata erdiğinde "Benden kötülükler uzaklaşıp gitti" dediğinden bahsetmiştir ki, bu söz Allah'a karşı bir cüretkârlıktır. Yine Allahü teâlâ, onun "şımarık" olduğunu söylemiştir. "Allah ise, şımaranları sevmez" (Kasas 76). Allah, o insanı "fahur" (böbürlenen) diye tavsif etmiştir ki bu da mü'minlerin sıfatı değildir. Bu görüşü benimseyenler sonra, "Bütün bu mahzurların bizim için söz konusu olmaması için, ayette bahsedilen istisnayı, "istisna-yı munkatî" olarak kabul etmek gerekir" demişlerdir.

İzake Na'ma ve Derra Kelimelerinin İzahı

Gerek izake ve gerek zevk kelimeleri, tadılan şeyin en azını (azıcık tadmayı) ifade ederler. Buna göre, maksad, "O insan, azıcık dünyevi bir hayır elde edip tattığında, hemen inada ve tuğyana girer, yine azıcık bir sıkıntı ve belaya uğrayınca da hemen ümidsizliğe, çaresizliğe ve nankörlüğe düşer" manasıdır. Halbuki dünya zaten az ve değersizdir. Dünyadan bir insanın elde edeceği şey de (ne kadar çok olsa da aslında) azdır. O miktarı tadmak, azıcık bir hayırdır. Sonra o, uyuyanların rüyasına, vesveseli insanların hayaline benzer ve son derece hızla yok olur. O halde tadılan bu şey, azın azıdır. Bununla beraber insanın onu taşımaya gücü yoktur ve onun yanısıra, insanın o azıcık şeyi en güzel bir şekilde yerine getirmeye de sabrı yoktur. Na'mâ kelimesine gelince, Vahidî şöyle der: "Bu, sahibinde izleri görünen nimettir. Darrâ kelimesi de, sahibinde eseri, tesiri görünen zarar manasınadır. Çünkü bunlar, ve (kırmızı ve şaşı) kelimeleri gibi, görünen halleri ifâde etmek için kullanılırlar. İşte, "nimet" ile "na'mâ", "mazarrat" ile "darrâ" arasındaki mana farkı budur."

Üçüncü Mesele

Bil ki dünyanın halleri devamlı değildir. Aksine hep değişken ve sonlu şeylerdir. Fakat buradaki kaide ya nimetin mihnete ve lezzetin afete dönüşmesi, yahut da bunun aksi olmasıdır. Bu da, hoşlanılmayan şeyden, sevilip hoşlanılana; haramlardan hoş ve.helal olan şeylere geçmektir.

Mümin ve Kâfirin Nimetlere Bakışları

Birinci kısım: Hak teâlâ'nın "insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek, andolsun o ümidini kesen bir adam, bir nankör olur" buyruğu ile kastedilendir. Velhasıl Allahü teâlâ, bu insanın, ümidini keseceğini ve nankör olacağını bildirmiştir. Bunu şöyle izah edebiliriz: O insan, nimetleri yok olunca ümidsizliğe düşer. Çünkü kâfir, o nimetin kendisine gelişinin tesadüfen olduğuna inanır. Daha sonra o tesadüfün yeniden kendisi için hasıl olma ihtimalini uzak görür ve bu sebebie de o nimetin tekrar kendisine gelmesini adetâ imkânsız sayar. Böylece de ümidsizliğe düşer. Müslüman ise, o nimetin ancak Allah'dan olduğuna, O'nun fazlı, ihsanı, lûtfu ve keremi ile gerçekleştiğine inanır. Dolayısıyla o müslüman için, bir ümidsizlik söz konusu olmaz Aksine o, "Belki de Allahü teâlâ bundan sonra, o nimeti bana, öncekinden daha mükemmel, güzel ve daha üstün olarak tekrar verir" der. Fakat o kâfir insan, bu nimetin tahakkuk etmesi halinde, nankör olur. Çünkü oT kendisine nimet verildiğinde bunun tesadüfi olarak meydana geldiğine veyahut da, kendi çaba ve gayretiyle olduğuna inantr. İşte bu durumda da, o nimete karşılık Allah'a şükretmez. Velhasıl kâfir, elindeki nimet zail olunca ümidsizliğe düşer, kendisine nimet verilince de nankör olur.

İkinci kısım da, insanın sevmediği şeyden, sevdiğine; sıkıntıdan nimete geçmesidir. Kâfir bu durumda şımarır ve böbürlenir. Şımarıklığın doruk noktasına gelen kâfirin en son arzusu, dünyevi mutlulukları elde etmesidir. Çünkü o, manevi ve uhrevi mutluluklara inanmamaktadır. Binâenaleyh o, dünyalığı elde ettiğinde, sanki bütün mutlulukları elde ettiğini sanır. İşte bu sebebie de, onlar yüzünden alabildiğine şımanr. Kâfir insanın böbürlenmesine gelince, bu şöyle olur: Gayelerini elde etmesi, mutluluklarının sonudur. İşte bu sebebie o, bunlarla böbürlenir. Velhasıl Allahü teâlâ, kâfirin belâ esnasında sabreden ve nimetleri elde edince şükreden kimselerden olmadığını beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu hususu iyice izah edince, "(Dertlere) göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar böyle değil" buyurmuştur ki, bu cümle ile, önceki ifâdede anlatılanların zıddı kastedilmiştir. O halde burada kastedilen o kimsenin belâ esnasında sabredicilerden olmasıdır. Ayetteki, ""Güzel güzel amelde bulunanlar" sözü ile kastedilen de, bu kimsenin rahatlık ve huzur esnasında şükredenlerden olmasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların durumlarını beyan buyurarak,

"Mağfiret ve büyük mükâfaat işte bunlar içindir" demiştir. Böylece Allah, o mü'minler için şu iki neticeyi birleştirmiştir:

a) İkâb zail olup ondan kurtulmak ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için (...) bir mağfiret vardır" ifadesiyle kastedilendir.

b) Mükâfaat elde etmek. Bu da, O'nun, "ve büyük bir mükâfaat" ifâdesinden anlaşılandır. Bahsettiğimiz bu açıklamaya iyice vâkıf olan kimse, bu kerîm kitâb olan Kur'ân'ın lafızları bakımından mucize olması yanında, manaları bakımından da mucize olduğunu anlamış olur.

Kâfirlerin Tahakkümle Rastgele İstekleri

11 ﴿