| 12"Şimdi sen müşriklerin, belki: "Ona gökten bir hazine indirilseydi, yahut maiyyetinde bir de melek gelseydi ya" demelerinden dolayı, sana vahyolunandan bir kısmını, bu yüzden yüreğin daralarak, hemen terk mi edivereceksin? Sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye hakkıyla vekildir". Bil ki bu, o kâfirlerin sözlerinin bir başka nev'idir. Allahü teâlâ, Peygamberinin kalbinin, işte bu sebeple daraldığını beyân buyurmuş, sonra da onu, ikramı ve ilahi teyidiyle kuvvetlendirerek takviye etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin Nüzul Sebebi İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Mekkeli önderler: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), şayet peygamber isen, Mekke dağlarını bize altın yap!"; başkaları da "Bize, senin peygamberliğine şehâdet edecek melekler getir!" demişlerdi de, O da: "Benim buna gücüm yetmez!" deyince de, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil olmuştu. Müşriklerin Pazarlık Yapma Teşebbüsleri Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "sana vahyolunandan bir kısmını, ... hemen terk mi edevereceksin?" ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Sana tâbi olmamız ve seni tasdik edebilmemiz için, bize, içinde bizim putlarımızı, ilahlarımızı tenkit eden bir husus bulunmayan bir kitap getir!.." diyorlardı!' Hasan el-Basrî: "O müşrikler, HÎ. Peygamber'd en, "Kıyamet, muhakkak vukûbulacaktır" dememesini talep ediyorlardı" derken; bazıları da: "Bu ifâdeyle, onların cehalet, taklid ve batılda ısrar sıfatlarıyla nitelendirilmeleri kasdedilmiştir" demiştir. Vahy, Allah'ın Himayesindedir, Değişmez Bütün müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, kendisine nazil olan vahiy ve tenzile hiyânet etmesinin ve kendisine vahyolunan şeylerin bir kısmını terketmiş olmasının caiz olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunu caiz görmek, bütün şeriat ve mükellefiyetler hususunda şüphe duyma neticesine götürür ki, bu, peygamberlik müessesesini zedeler. Hem, peygamber göndermenin gayesi, Allah'ın teklif ve hükümlerini tebliğ etmektir. Binâenaleyh, bu fayda gerçekleşmeyince, peygamberlik, kendisinden beklenen faydayı ifa etmemiş, yerine getirmemiş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "'sana vahyolunandan bir kısmını hemen terk mi edivereceksin?" hitabından, Hazret-i Peygamberin bunu yapmış olması değil de, bir başka şeyin kasdedilmiş olması gerekir. Alimlerin bu hususta çeşitli izahları bulunmaktadır: a) Hazret-i Peygamberin, Allah tarafından kendisine böylesi etkili tenkitlerin gelmesine sebep olacak bir şeyden dolayı, vahyi ve tenzili edâ etmede kusur etmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi imkânsız değildir. b) Onlar, Kur'ân'a inanmıyor ve onu hafife alıyorlardı. İşte bundan dolayı da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in canı, onlara kabul etmeyecekleri ve gülecekleri şeylerin ilkâ edilip vahyedilmesine sıkılıyordu. Böylece Allahü teâlâ, risâleti edâ, onların bozuk iddialarına aldırmama ve onların alaylarına kulak asmama hususunda peygamberini teşvik edip heyecanlandırmıştır. Bundan maksadı da, "Eğer o, o vahyi edâ ederse, onların alaylarına ve akılsız muamelelerine maruz kalacağına; yok eğer, vahyi onlara tebliğ etmezse, Allah'ın vahyini terketmiş olup bu hususta hiyânet etmiş olacağına" dikkat çekmektir. İşte bundan dolayı, peygamberin, bu iki zarardan birisine mutlaka katlanması gerekir. Onların kendisine yapmış oldukları akılsızca ve beyinsizce muamelelerine katlanması, Allah'ın vahyinde bir hiyânete düşmekten daha basit ve daha hafiftir. Binâenaleyh, bu sözün zikredilmesinin gayesi, bu inceliğe dikkat çekmektir. Zira insan, birşeyi yapma veya yapmama gibi iki şıktan her birinin, büyük bir zarar ihtiva ettiğini bilir, sonra da, yapmamadaki zararın daha büyük ve daha şiddetli olduğunu anlarsa, o fiili yapmak, kendisine daha basit ve kolay gelir. Binâenaleyh, bu sözün zikredilmesinin maksadı, anlatmış olduğumuz bu husustur. İmdi eğer denirse ki: "Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, şekk ve ihtimal ifâde eden bir kelimedir. Öyleyse, bunun zikredilmesinin faydası nedir?" biz deriz ki: Bundan maksat, men etmektir. Çünkü Araplar, birisini bir şeyden uzaklaştırmak istedikleri zaman ona, o "hususta herhangi bir şüphesi olmadığı halde, "Umulur ki sen, şöyle yapabilirsin! (yani, yap) derlerdi. Yine, bir kimse çocuğuna, ona bir şeyi emretmesi halinde "Galiba, sana emrettiğim hususta kusur ediyorsun" der, bununla, o emrini kuvvetlendirmeyi kasteder ki, bunun manası, "Oğlum, emrimi yap, yerine getir, terketme" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "bu yüzden yüreğin daralarak" ifâdesine gelince, dâik kelimesi, dayyık (sıkışmış, daralmış) anlamındadır. Vahidî şöyle demektedir "Bu ikisi arasındaki fark şudur: (......) kelimesi arızî, devamlı olmayan bir can sıkıntısını, daralmayı ifâde eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların, gönlü ve kalbi en geniş olanı idi. Bu, senin, yerleşmiş ve kökleşmiş bir efendiliği ve cömertliği kastederek, "Zeyd, efendi ve cömerttir" demen gibidir. Ama, sen, daha arızi olan bir efendiliği ve cömertliği kastettiğin zaman ise, "Zeyd, efendidir ve cömerttir" dersin. Buna göre mana, "Onlar, "yahut maiyyetinde bir de melek getirseydi ya!.." dedikleri için, senin göğsün geçici olarak daralmıştır" şeklinde olur. Eğer "Hazine nasıl iner?" denilirse, biz deriz ki: Bununla, "kenz, hazine olarak edinilen şey" kastedilmiştir. Arapların âdeti, çok olan malı bu isimle adlandırmak şeklinde cereyan etmektedir. Buna göre o müşrikler, sanki şöyle demişlerdir: "Şayet sen, herşeye kadir olmakla vasfettiğin ilahın elçisi olman hususunda doğru söylüyorsan ve sen O'nun katında kıymetli ve değerli isen, sana, sayesinde herşeyden müstağni olacağın, dostlarını sıkıntıdan, meşakkatten kurtaracağın; böylece işlerini halledebileceğin ve yardımcılarına destek olabileceğin birşey inmeli değil miydi? Yine sen eğer doğru söylüyorsan. Allahü teâlâ, senin sözünün doğruluğu hususunda sana şehâdet edecek ve maksadına ulaşmanda sana yardımcı olacak, böylece de nübüvvetin hususundaki şüphenin ortadan kalkmasına vesile olacak bir meleği, beraberinde indirmeli değil miydi? Binâenaleyh, senin ilâhın bunu yapmadığına göre, sen doğru söylemiyorsun" Böylece Allahü teâlâ da onun, ikâbla inzâr eden, sevâbla da müjdeleyen bir peygamber olduğunu ve onun, böylesi şeyleri yapmaya muktedir olmadığını; onu gönderenin ancak bütün bunlara muktedir olduğunu, bundan dolayı da dilerse, bunları yapacağını, dilerse yapmayacağını; fiilleri ve hükümleri hususunda hiç kimsenin kendisine itirazda bulunamayacağını beyân etmiştir. Ayetteki vekîl kelimesinin manası, hafîz demektir. Yani. "Onların amellerini muhafaza eden" yani, "Onlara, onunla karşılık veren..." şeklindedir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ne yücedir ki O, dilerse sana bunlardan daha hayırlı olmak üzere, altından ırmaklar akıp duran cennetler verir, senin için saraylar yapar (...) (Furkan, 10) ve "Biz, dediler, sana katiyyen inanmayız. Tâ ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın (...) "De ki: "Rabbimin şânı yücedir. Ben, resul bir beşerden başkası mıyım ki!?.." (isrâ, 90-93) ayetleridir. Kur'ân Meydan Okuyor: "Uydurma Dahi Olsa On Sûrenin Benzerini Yapın!" | 
﴾ 12 ﴿