17"(Yalnız dünya hayatını arzu eden kimse), Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunup da ardınca yine ondan bir şahit gelen, ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın kitabı olan kimse gibi midir ki, böyle olanlar ona (Kur'âna) inanırlar. Herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaat edilmiş yer, ateştir. Sen de bundan şüphe içinde olma. Çünkü o, haktır. Rabbindendir. Fakat insanların çoğu iman etmezler". Daha Önceki Ayetlerle Münasebet Bil ki bu ayetin daha önceki ayetle münasebeti aşikârdır. Buna göre ayetin takdiri, "Rabbinden bir beyyine, delil üzere olan, dünya hayatını ve zînetini isteyip de kendileri için ahirette sadece ateş bulunan kimseler gibi olur mu? (Olmaz)" şeklindedir. Ancak ne var ki, cevap çok açık ve belli olduğu için, hazfedilmiştir. Böylesi ifâdelerin benzerleri Kur'ân-ı Kerimde pek çoktur. Bu, meselâ "Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam mı (Allah'ın hidayet ettiği kimseler gibi muamele görecek?) Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır... "(Fatır, 8) "Yoksa o. (...) gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir hâlde taat ve İbâdet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer. 9) ve "De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. ."(Zumer.9) ayetleri gibidir. Ayetteki Dört Mücmel Taraf ve Tefsirleri Bil ki bu ayet, hepsi de mücmel olan dört laffz ihtiva etmektedir: 1) Allahü teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği kişinin kim olduğu. 2) Bu beyyine ile neyin kasdedildiği. 3) Yetlûhü kelimesinden maksad, Kur'ân mıdır, yoksa o şahidin başkasının peşinden gitmesi midir? 4) Bu "şâhid" nedir? İşte bu dört husus, mücmeldir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu ayet üzerinde çok ihtilâf etmişlerdir. Bahsedilen Kişinin Kim Olduğu? Birincisine gelince, ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği.kimsenin kim olduğudur? Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kasdedilmiş olduğu ileri sürüldüğü gibi, yine bununla Abdullah İbn Selâm ve diğerleri gibi, yahudilerden müslüman olanların murad edildiği de ileri sürülmüştür ki, işte bu, ayetin sonundaki. "İşte böyle olanlar ona (Kur'ân'a) inançlar" ifâdesinden dolayı, apaçık anlaşılmaktadır. Zira bu ifâde çoğul olup, O'nun Hazret-i Peygamber'e râci kılınması doğru olmaz. "Beyyine" (delil)den maksad, sayesinde hak dinin doğruluğunun bilindiği, "beyân" yani naklî delil ile aklî delillerdir. Yetlûhu kelimesindeki zamir "beyyine"nin manası olan, naklî ve aklî delillere racidir. "Şahid" ile kastedilen ise, Kur'ân'dır. Minhu tafzındaki zamir ise Allah'a râci olup, "Allah'tan" demektir. (......) ifadesinin manası, "Bu aklî delili. Kur'ân gelmezden önce Musa'nın kitabı izledi..." demektir. Bil ki. Hazret-i Musa'nın kitabının, Kur'ân'a tâbi olması, meydana gelmede değil de, tam aksine aynı gayeye delâlet etme hususundadır. İmam-en (imam olarak) kelimesi de, hâl olmak üzere mansûbtur. Netice olarak Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Bu dinin doğruluğunu ortaya koyma hususunda şu üç şey birbirini desteklemiştir: a) Aklî deliller dinin doğruluğuna delâlet etmektedir. b) Kur'ân, o dinin doğruluğuna şehâdet etmektedir. c) Tevrat o dinin doğruluğuna şehâdet etmektedir. İşte, bu üç şey bir araya gelince, o dinin doğruluğu hususunda hiçbir şek ve şüphe kalmaz. Bu görüş, bu ayet hakkındaki görüşlerin en güzeli ve lafzına mutabakat etmeye de en yakın olanıdvr. Bu hususta başka görüşler de bulunmaktadır: Ayetteki Şahid'den Maksad Birinci görüş: Allahü teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem); "beyyine" ise, Kur'ândır. Yetlûhu ile de, kıraat manasına gelen "tilâvet" kastedilmiştir. Böyle olması halinde, bu görüşü benimseyenler, ayetteki şâhid lafzını tefsir etmek için şu hususları ileri sürmüşlerdir; a) Bu, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Buna göre mana, "Cebrail (aleyhisselâm), Kur'ân'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e okuyordu..." şeklinde olur. b) Bu şahid Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisânıdır. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşü ve Muhammed İbnu'l-Hanefiyye'nin. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den yapmış olduğu bir rivayettir. O şöyle demiştir: "Ben babama, "Talî" (okuyan; veya, tâtî, ikinci olan..) sensin" dediğimde o, "Tâli ne demektir?" deyince de ben, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğudur" dedim. Bunun üzerine o da "Benim, o olmamı arzu ederdim; ancak ne var ki o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisânıdır" dedi. İnsan, Kur'ân'.ı okuyup, lisanı ile de onu takip edince, o zaman lisân, hiç şüphesiz, mecazi manada "talî (izleyen)" olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Gören göz" "İşiten kulak", "Konuşan dil" denilmiştir. c) Bununla, Hazret-i Ali İbn Ebi Talib (radıyallahü anh) kasdedılmiştir. Buna göre mana, "O. o beyyineyi okur" şeklinde olur. Minhu kelimesinin manası ise, "Bu şahit, Muhammed'dendir ve O'nun bir parçasıdır" şeklinde olur ki bundan murad bu şahidi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir parçası kılmakla şereflendirmedir. d) Yetlûhü kelimesinden, Kur'ân murad edilmeyip, aksine, bu şahidin, o beyyinenin hemen peşinden gelmesi murad edilmiştir. Bu şıktaki izaha göre, bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber'in şekli şemaili, onun yüzü ve alâmetleri; evet bütün bunlar, onun doğruluğuna şehadet etmektedir. Zira, aklını kullanarak ona bakan kimse, onun ne bir mecnûn, ne bir kâhin, ne bir sihirbaz, ne de bir yalancı olmadığını anlar. "Bu şahidin ondan olması"ndan maksad ise, bu hallerin, Hazret-i Peygamber'in zâtı ile alâkalı olduğudur. İkinci görüş: Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş olduğu kimseler, mü'minlerdir ki, bunlar da, Hazret-i Peygamber'in ashabıdır. "Beyyine" ile Kur'ân murad edilmiş olup, yetlûhü kelimesine de, "Hüccet olan kitabı takib eder" anlamı verilmiştir. Yani, "O kitabı. Allah'dan olan bir şâhid izler ve tâkib eder" demektir. Bu görüşe göre âlimler, (bu kez de) şahidin kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu ileri sürerken; diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Tam aksine o şahid, Kur'ân'ın, kendisini inceleyen ve tetkik eden herkesin, onun bir mucize olduğunu anlayabileceği bir tarzda olmasıdır. Bu tarz da, Kur'ân'ın tam bir fesahat, mükemmel bir belagat ihtiva etmesi ve onun, beşerin bir benzerini getirmeye muktedir" olamayacağı bir biçimde olmasıdır. (Bu görüşe göre) Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesine, "O beyyinelerden bir şahit" manası verilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın halleri ve kıraatlarla ilgili sıfatları bununla alâkalıdır. Üçüncü görüş: Ferrâ şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin manası, her ne kadar İncil Kur'ân'dan önce indirilmişse de, "İncil Kur'an'ı takib eder, izler" demektir. Buna göre mana, "İncil o Kur'ân'ı tasdikte takib eder" şeklinde olur. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, İncil'de de zikretmiş ve o İncil'de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imanı emretmiştir. Bil ki, bü iki görüş, her ne kadar ihtimal dahilinde iseler de, birinci görüş daha kuvvetli ve daha tamdır. Bil ki Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'nın kitabını, bir imâm ve rahmet olarak vasfetmiştir. Onun bir imâm olmasının manası, onun, insanların tâbi oldukları bir kitap olması ve kanunlarını ve şer'î hükümlerini bilme hususunda kendisine müracaat ettikleri mercî, rehber olmasıdır. Rahmet olmasına gelince: Bu, bu kitabın, gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda hakka ve doğruya iletmiş olmasıdır ki bu, rahmet ve mükâfaatın tahakkuk etmesinin sebebidir. Binâenaleyh o, rahmetin sebebi olunca, "müsebbeb"in sıfatının "sebeb"e verilmesi kabilinden, buna rahmet ismi verilmiştir. Bilme Vasıtaları (Delillerin Tasnifi) Daha sonra Cenâb-ı Hak "böyle olanlar ona (Kur'ân'a) inanırlar" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın, Rableri tarafından olan bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş olduğu o kimseler, bu dinin doğruluğuna inanırlar" demektir. Bil ki, gaye ve matlûblar ikiye ayrılır: Doğrulukları bedîhî olarak bilinenler; bilgilerini elde etme hususunda istek, sa'y-u gayret ve bir çaba gerektirenler. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır, Zira, bilgileri elde etmenin yolu, ya hüccettir (naklî delildir), yahut da akıl ile elde edilen burhandır (aklî delildir). Vahiy ve ilhamdan elde edilene gelince, işte bu iki yol, bilinmeyenleri bilme hususunda kendilerine başvurulan iki yoldur. Dolayısıyla, bunlar biraraya gelip birbirlerini desteklediklerinde, kuvvet ve sağlamlık hususunda en son noktaya ulaşmış olurlar. Sonra, Allah'ın peygamberleri de çoktur. Binâenaleyh, Allah'ın peygamberlerinin sözleri, o dinin sıhhat ve doğruluğu hususunda birbirini tutup, yakîni ve aklî delil de, o dinin sıhhatine delâlet edince, işte ulaşılmış olan bu derece ve nokta, kuvvet itibariyle kendisine başka bir şeyin ilâve edilmesine gerek kalmayan bir mertebe olmuş olur, Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki "beyyine" ile, aklî ve yakînî deliller kastedilmiş olup, ifâdesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için tahakkuk etmiş olan vahye; ifadeleriyle de Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için tahakkuk etmiş olan vahye işaret edilmektedir. İşte bu üç husus bir araya gelince, bu yakînî bilgi, kuyvet, açıklık ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak olan bir noktaya ulaşmış olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i İnkâr Eden Dinlerin Durumu Daha sonra Cenâb-ı Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer ateştir" buyurmuştur ki, bu ayetteki ahzâb (hizipler, topluluklar) ile kâfir çeşitleri kastedilmiştir. Binâenaleyh, yahudî, hristiyan ve mecusiler bu hükmün kapsamına dahil olurlar, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Musa'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir Benim peygamberliğimi herhangi bir yahudi ve hıristiyan duyar da iman etmezse, o mutlaka cehennemliklerden olur" Müslim, İman 240 (1/134). buyurmuştur. Ebu Musa: "Ben kendi kendime, Hazret-i Peygamber bu sözü, ancak Kur'ân'dan mülhem olarak söylemiştir diye düşündüm ve derken bir de baktım ki Cenâb-ı Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer ateştir" buyurmakta" demiştir. Bazı kimseler de: "Ayet, onu inkâr eden kimsenin vaadedilmiş yerinin ateş olduğuna delâlet edince, onu İnkâr etmeyenin yerinin de, ateş olmadığına delâlet etmiş olur" demişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen efe bundan şüphe içinde olma. Çünkü o, Rabbinden bir gerçektir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili şu iki izah yapılmıştır: a) "Bu dinin doğruluğu ve Kur'ân'ın Allah katından indirildiği hususunda bir şüphe içinde olma.." Mananın böyle olması halinde bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetiyle alâkalı olmuş olur. b) Kâfirlere vaadedilen yerin cehennem olduğunda hiç şüphen olmasın..." Mîm'in dammesiyle, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat insanların çoğu iman etmezler" buyurmuştur. Bu ifâdenin takdirî manası: "Gerçek iyice ortaya çıktığına göre, sen ona tabi ol; ister inansınlar, isterse inanmasınlar, cahillere aldırma..." şeklindedir. Doğruya en yakın olan, bundan murad edilen mananın, "İnsanların çoğu, daha önce bahsedilen o Kur'ân'ın vasıflarına inanmazlar" şeklinde olmasıdır. Kâfirlerin Çarpık Tutumları |
﴾ 17 ﴿