55

"Hükümdar: "Getirin onu bana! dedi. Onu kendime has bir (müsteşar) edineyim." Onunla konuşunca da şöyle dedi: "Sen bu günden itibaren bizim nezdimızde mühim bir mevki sahibisin. Emin (bir müsteşar)sın." (Yûsuf): "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün tasarruf şekillerini de) bilenim" dedi.

Ayetle iliği birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Alimler, ayette geçen hükümdarın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onun, aziz olduğunu söylerlerken, bazıları da "Hayır, o en büyük melik olan Reyyân'dır" demişlerdir ki, bu görüş şu iki sebepten dolayı kabule daha fazla sayandır:

1) Yûsuf (aleyhisselâm)'un, "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et" sözû, buna delâlet etmektedir.

2)Hükümdarın "Onu kendime has bir (müsteşar) edineyim" şeklindeki sözü, Yûsuf'un daha önce meliğin yanında, ona âit olmadığına delâlet eder. Daha önce Yûsuf (aleyhisselâm) Azizin emrindeydi. Böylece bu durum ayette bahsedilen hükümdarın, en büyük melik olan Reyyân olduğuna delâlet eder.

İkinci Mesele

Alimler, Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken Cibril'in onun yanına geldiğini ve ona "Allahım, benim için katından genişlik ve bir çıkış yolu ver ve beni, bilmediğim ve ummadığım bir taraftan rızıklandir" dediğini, işte bundan dolayı da Allahü teâlâ'nın onun duasını kabul eniğini ve onun hapisten kurtulması için böyle bir sebep halkettiğini söylemişlerdir.

Sözün özü, kısaca şudur: Hükümdarın şu sebeplerden dolayı, Yûsuf hakkındaki güveni ve itimadı çok olmuştur:

a) Onun ilmine güvenmiştir. Zira, yanına toplanmış olan kâhinleri rüyayı tabir etmekten aciz olup, Yûsuf (aleyhisselâm) da, doğruluğuna aklın şehâdet ettiği o uygun cevabı verince, meliğin gönlü Yûsuf'a meyletmiştir.

b) Onun, Yûsuf'un sabrı ve sebatı hususundaki güveni artmıştır. Bu böyledir; zira o, yıllarca hapishanede kaldıktan sonra, metîk kendisine hapishaneden çıkma izni verince, o oradan çıkmak için can atmamış, aksine sabredip beklemiş ve her şeyden önce, kendisinin bütün töhmetlerden uzak ve berî olduğuna delâlet edecek olan şeyin (melik tarafından) incelenmesini istemiştir.

c) Onun çok güzel bir terbiye ve edebe sahip olduğu hususundaki inancı artmıştır. Zira, Yûsuf (aleyhisselâm), her ne kadar maksadı azizin karısını zikretmek idiyse de, "ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendilerine sor?" (Yûsuf, 50) ifadesiyle yetinmiş, en büyük belâlar kendisine o Azizin karısı tarafından geldiği halde ondan bahsetmemiş, sadece diğer Mısırlı kadınların durumuna değinmiştir. İşte bu, çok hayran kılıcı bir edeb ve terbiyenin mahsulüdür.

d) Onun, her türlü töhmetten uzak olmasıdır. Çünkü karşı taraf, onun temizliğini, nezaketini ve suçtan berî ve uzak olduğunu kabul etmiştir.

e) Sucu, Yûsuf'u, taâtlara koşma ve hapishanede bulunanlara iyilik etme hususunda, son derece sây-ü gayret göstermece nitelemiştir.

f) O, yıllarca hapishanede kalmıştı. Bütün bunların her biri o insan hakkında iyi niyetli olmayı gerektiren şeylerdir. Ya bunların hepsi tek bir kimsede bir araya gelmişse! İşte bundan dolayı, hükümdarın, Yûsuf hakkındaki hüsn-i niyyeti artmıştır. Allah, bir şeyin olmasını istediğinde o şeyin sebeplerini bir araya getirir ve onları kuvvetlendirir.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Melik tarafından Yûsuf'un bütün bu halleri görülüp tesbit edilince, onun Yûsuf'u kendisine müsteşar edinmek hususundaki arzusu artmış ve bunun üzerine "Getirin onu bana! Onu kendime has bir müsteşar edineyim!" demiştir. Rivayet olunduğuna göre elçi, Yûsuf'a "Hapishane kirlerinden temizlen, güzel elbiseler giyin ve güzel bir görünüm arzet, kendine çekidüzen ver! Çünkü hükümdarın yanına gideceğiz" demiş, o da hapishanenin kapısının üzerine, "Burası, meşakkat yeri, dirilerin kabri, düşmanların sevinç vesilesi ve dostların da tecrübe kazandığı yerdir!" şeklinde yazmıştır. Yûsuf (aleyhisselâm), meliğin yanına girerken de "Allahım, senden, senin hayrın vasıtasıyla onun hayrından istiyorum; ve onun şerrinden, senin izzet ve kudretine sığınıyorum!" dedi. Daha sonra, ona selâm vererek, İbranice ona dua etti.

"İstihlâs" bir şeyin, ortaklık şaibelerinden kurtarılarak arındırılmasını istemek, has kılmak demektir. Bu melik de, Yûsuf'un sırf kendi emrinde olmasını ve ondan hiç kimsenin, kendisine ortak olmamasını istemişti. Çünkü kralların adeti, nefis ve güzel şeylerin sadece kendilerinde bulunmasını istemektir. Binâenaleyh, kral da Yûsuf'un, o zamanın tek insanı ve eşi bulunmaz bir kimse olduğunu anlayınca, onun sadece kendisine has olmasını istemiştir.

Rivayet edildiğine göre hükümdar, Yûsuf'a "Ehlim ve benimle birlikte yemek yemen hariç, senin benim herşeyime ortak olmanı arzu ediyorum" demiş; bunun üzerine de Yûsuf (aleyhisselâm): "Sen, benim seninle beraber yemek yememi istemez misin? Zira ben, Yûsuf İbn Yakûb İbn İshâk ez-Zebîh İbn İbrahim el-Halil'im (aleyhisselâm)" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onunla konuşunca da" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, "Kral, Yûsuf ile konuşunca" demektir. Ulemâ şöyle demiştir: "Zira, kralların meclisinde, hiç kimsenin iîk önce söze başlaması doğru olmaz. Söze önce başlayan, daima kraldır."

b) Bu, "Yûsuf kral ile konuşunca" demektir. Şu rivayet edilmiştir: "Yûsuf (aleyhisselâm) kralın yanına vardığında otuz yaşında idi. Melik onu, genç bir delikanlı olarak görünce, sakiye, "Bütün sihirbaz ve kâhinlerin bilemediği rüyanın tevilini bilen bu mudur?

Bunun üzerine saki, "Evet!" dedi. Bunun üzerine de malik Yûsuf'a yönelerek: "Ben rüyanın tevîlini bizzat senin ağzından şifahî olarak duymak istiyorum" dedi. Yûsuf (aleyhisselâm) da o cevâbı şifahi olarak bir kez daha tekrarladı ve meliğin kalbi de, o rüyanın tabirinin doğruluğuna şehâdet etti. İşte o esnada Yûsuf'a "Sen bugünden itibaren bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin" demiştir.

Arapça'da "Falanca falancanın yanında "mekîn"dir; Deyyinü'l-mekânedir" denilir. "Yani, menzilesi, mevki ve makamı aşikardır" denir. Mekâne: Kendisinde bulunan şahsın, kendisi sayesinde istediğini yapabilme halidir. Onun, "emîn" sözünün manası ise, "Biz, senin emin olduğunu ve sana isnad edilen şeylerden uzak ve berî olduğunu öğrendik, anladık" demektir.

Bil ki kralın, "Mühim bir mevki sahibisin, eminsin" sözü, kendisine ihtiyaç tassedılen her türlü fazilet, şeref ve şan ihtiva eden bir cümledir. Bu böyledir, zira, mekin olabilmesi için, onun kudret ve ilim sahibi olabilmesi gerekir. Çünkü sayesinde imkânlar elde edilebilir. İlim sayesinde ise, ancak kendisi sayesinde edilebilecek olan hayır fulleri elde edilebilir. Zira Hazret-i Yûsuf, neyin uygun neyin uygun olmadığını bilmeseydi, uygun olanların yapılmasını; uygun olmayanların da yapılmamasını hassaten belirterek söyleyemezdi. Böylece onun, mekin olmasının, kudreti ve ilmi sayesinde olduğu sabit olmuş olur.

Onun emîn olmasına gelince: Bu, Yûsuf'un, herhangi bir işi arzusuna göre değil, tam aksine o işi hikmetin muktezasına göre yapan bir hakîm kimse olması demektir. Böylece Yûsuf (aleyhisselâm)'un mekîn ve emîn olmasının, O'nun, kadir olduğuna, hayır, şer, fesat ve salâh yerlerini bildiğine ve bir işi, arzusuna ve isteğine göre değil, hikmetin muktezâsına göre yaptığına delâlet etmiş olur. Böyle olan herkesten, kötülük ve hafiflik kabilinden olan fiillerin sâdır olması imkansız olur. İşte bundan dolayı Mu'tezile, Allahü teâlâ'nın kabîh olan şeyleri yapmayacağını isbât etmeye uğraşırken şöyle demiştir: "Allahü teâlâ kabîh olan şeyleri yapmaz. Zira O, kabîh olanın "kubh"unu bilendir; O, kendisinin o kabîhi yapmaktan müstağni olduğunu da bilendir. Böyle olan herkes, kabîh olanı yapmaz." Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "O, ancak kadir olduğu ve cehaletten münezzeh olduğunda kabîh olanı yapmaktan müstağni olur" Böylece, meliğin, Yûsuf (aleyhisselâm)'u "mekîn ve emin" diye vasfetmesinin, bu konuda söylenilmesi mümkün olan şeylerin zirvesi olduğu sabit olmuş olur.

Ülkenin Mâliyesinin Başına Gelmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte o esnada, Yûsuf (aleyhisselâm)'un "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün tasarruf şekillerini de), bilenim" dediğini "akletmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf (aleyhisselâm) hükümdarın rüyasını, onun huzurunda tabir edip açıklayınca, melik ona: "Ey dost, ne önerirsin?" demiş, bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm) da "Bolluk olacak yıllarda, çokça ekin ektirmeni, depolar yaptırmanı ve orada yiyecekler depolamanı öneririm. O kıtlık yıllan geldiğinde araziden elde ettiğimiz bu geliri satarız. İşte bu yolla da, çok büyük bir mal elde edilmiş olur" dedi. Bunun üzerine melik "Bu işi kim yüklenecek?" deyince de Yûsuf (aleyhisselâm) "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et" demiştir ki, bu, "Mısır topraklarının hazineleri üzerine" demektir. Ahd ifâde etsin diye "ard" kelimesinin başına eliflâm getirilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir;

"Allah, kardeşim Yûsuf'a merhamet etsin. Şayet o: "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et" demeseydi, o padişah onu, hemen o anda o işle görevlendirirdi. Ancak ne var ki o, bunu deyince, o bu vazifeyi ona vermeyi bir sene geciktirdi."

Ben derim ki bu, şaşılacak şeylerdendir. Zira Yûsuf (aleyhisselâm) hapishaneden çıkmak istemeyince, Allah bunu, ona en güzel bir biçimde kolaylaştırdı. Ama, hemen görev almaya koşunca, Allah onun bu gayesini gerçekleştirmesini tehir etti. İşte bu, şahsi tasarrufu terkedip, işleri tamamen Allah'a bırakmanın daha evlâ olacağına delâlet eder.

İkinci Mesele

Hazret-i Yûsuf'un Göreve Talip Olması

Birisi şöyle diyebilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdurrahman İbn Semure'ye: "İdarecilik isteme" derken, Yûsuf (aleyhisselâm) niçin idarecilik taleb etmiştir? Hem Yûsuf (aleyhisselâm), kâfir bir kraldan idarecilik talebinde bulunmuştur? Yine o, niçin bir müddet sabretmemiş, hemen o anda idarecilik talebindeki arzusunu ortaya koymuştur? Hem yine o, niçin bu hareketi bir tür töhmet doğurmasına rağmen, hemen ilk başta hazînelerin işini üzerine alma talebinde bulunmuştur? Yine Cenâb-ı Hak, “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz” (Necm, 32) buyurduğu halde, “Ben onları iyi korumaya muktedirim, bütün tasarruf şekillerini de bilenim” diyerek nasıl kendisini medhedebilmiştir? Keza onun, (......) demesinin faydası nedir? Hem o, bu hususta niçin bir istisnâda bulunmamış yani "inşaallah” dememiştir? Zira en güzel olanı onun “inşaallah” (eğer Allah dilerse), ben hafız ve alîm'im demesiydi. Böyle söylemesinin en güzel oluşunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın “Ben yarın elbette şöyle şöyle yaparım” deme. "Allah'ın dilemesine bağlaman müstesnâ” (Kehf, 23-24) ayetidir. Bütün bunlar mutlaka cevablandırılması gereken yedi sorudur.

Halkın İşlerini Islah Ona Vacipti

Buna göre biz diyoruz ki: Bu soruların cevabı hususundaki temel kaide şöyle denilmesidir: İnsanların işleri hususunda tasarrufta bulunmak, Hazret-i Yûsuf'a vacip idi. Binâenaleyh, onun, hangi biçimde olursa olsun, bu işe teşebbüste bulunması caiz di. Biz, şu sebeplerden dolayı, insanların işleri hususunda tasarrufta bulunması, çalışması vâcibtir dedik.

a) O, insanlara, Allah katından gönderilmiş hak bir peygamber idi. Peygamberin, imkânlar ölçüsünde, ümmetinin menfaatlerini gözetmesi, kendisine vâcibtir.

b) Yûsuf (aleyhisselâm), bir kıtlığın ve çoğu kez kitlelerin ölümüne sebep olacak o darlığın -neydana geleceğini vahiyle öğrenmişti. Belki de Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yûsuf'a bu -jsusta tedbir almasını, o kıtlığı, kendisi sayesinde halka az zararının dokunacak olduğu bir metod uygulamasını emretmişti.

c) Hakedenlere faydalan ulaştırmak, zararları da defetmek hususunda gayret sarfetmek, akıllarca da güzel kabul edilir bir husustur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Yûsuf (aleyhisselâm) işte bütün bu yönlerden halkın menfaatine olan şeyleri görüp gözetmekle mükellef idi. Onun, halkın menfaatlerine olan şeyleri görüp gözetmesi ise, ancak bu yolla mümkün idi.Vacibin, kendisiyle tamamlandığı şey de vâcibtir. Binâenaleyh, işte bu tavrı takınma, Yûsuf'a vacip idi. Bu vâcib olunca, bu husustaki bütün sorular külliyyen vacib olur.

"İnşaallah" Demeyişinin İzahı

Hazret-i Yûsuf'un "inşaallah" dememesi meselesine gelince, Vahidî şöyle demiştir: Bu, bir cezayı iktiza eden bir hata olmuştur. Bu ceza da, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yûsuf'un o maksadını, bir sene müddetle ertelemesidir." Ben de derim ki: Belki de bunun sebebi şudur: Şayet Yûsuf (aleyhisselâm) böyle bir istisnada bulunsaydı, melik, Yûsuf'un bunu, Kendisinin bu menfaatleri gerektiği gibi, zabt ü rabt altına alamıyacağını bildiği için söylediğine inanacaktı. İşte bundan dolayı Yûsuf (aleyhisselâm) inşaallah dememiştir.

Yûsuf'un Kendini Övdüğü İddiası

Yûsuf'un kendi kendini methetmesine gelince, buna birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Biz, Yûsuf (aleyhisselâm)' un kendisini methettiğini kabul edemeyiz. Ancak ne var ki Yûsuf (aleyhisselâm), kendisinin bu gayeyi tahakkuk ettirme hususunda faydalı olan bu iki vasfın kendisinde bulunduğunu beyân etmiştir. Bu iki şey birbirinden farklıdır. Belki de, Yûsuf (aleyhisselâm) o zann-ı galibine göre, bu vasıfları zikretme ihtiyacını hissetmiştir. Zira hükümdar, her ne kadar onun dini tümlerdeki mükemmeliyetini biliyor idiyse de, Yûsuf'un bu işi de hakkıyla yerine getirebileceğini bilmiyordu.

Sonra, biz şöyle de diyebiliriz: Farzet ki, kendini methetmiştir. Ancak ne var ki, insanın kendisini methetmesi, bu metniyle büyüklenmeyi, tefahür etmeyi ve böylece de, helal olmayan şeylere ulaşmayı kasdedince mezmum ve kötü olur. Ama bu şekilde olmayınca, biz onun haram olduğunu kabul edemeyiz. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz" (Necm, 32) buyruğundan kastedilen, nefsi, onun tezkiye edilmemesi kesin olarak bilindiği zaman, onu tezkiye etmektir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin hemen peşinden, "Muttaki olanı en iyi bilen O'dur" (Necm, 32) buyurmasıdır. Ama insan, kendisinin doğru ve haklı olduğunu bildiğinde, böyle bir şey yasak değildir. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Yûsuf'un Kendisini "Hafîz ve Alîm" Olarak Tavsifi

Onun kendisini, "hafîz, alîm"şeklinde vasfetmesinin faydası nedir? şeklindeki soruya cevap olarak da şöyle diyoruz:

Bu ifade, onun, "Ben kendisiyle gelir ve malların elde edilmesinin mümkün olacağı bütün tasarruf yollarını nafizim (bunları iyice kavramışım); malın nerelere sarfedilmesinin uygun olacağı her yönü de iyice bilirim" demesi gibidir. Nitekim, "Ben insanların faydasına olan şeylerin tamamını hafızım, iyice kavramışım; onların bütün ihtiyaç şekillerini de alîmim, iyice bilirim" denilmektedir. Yine, "Ben, senin bütün nimet ve ikram şekillerini iyice kavramışım - hafîz ve, onlara tâat ve inkıyadımla mukabelede bulunmamın vacib olduğunu da "alîm'im, iyice bilirim" denilir. Bu, isteyenlerin daha çok misal getirmesi mümkün olan bir konudur.

55 ﴿