57"İşte o ülkede Yûsuf a kudret ve şeref verdik O. o yerin neresini dilerse, orada konaklardı. Biz rahmetimizi, kime dilersek, ona nasıp ederiz. İyi hareket edenlerin mökâfaatını zayi etmeyiz. İman edip de takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır". Birinci Mesele Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: ki Yûsuf (aleyhisselâm), hükümdardan kendisini ülkenin hazineleri üzerine memur kılmasını isteyince, Allah, meliğin: "Ben bunuyaptım" dediğini nakletmemiş, aksine Cenâb-ı Hak, "İşte o ülkede Yûsuf'a kudret ve şeref verdik" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu noktada müfessirler şöyle demişlerdir: İfadede bir hazf olup, bunun takdiri "Hükümdar "tamam, yaptım" dedi" şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, o ülkede Yûsuf'a böyle bir imkân vermesi, meliğin de Yûsuf'a istediği bu hususta ona icabet ettiğine delâlet etmektedir. Ben diyorum ki, müfessirlerin bu hususta yapmış oldukları bu izah güzeldir. Ancak ne var ki burada, bundan daha güzel olan şöyle bir izah yapılabilir: Meliğin, Yûsuf'un isteğini kabul edip ona icabet etmesi, zahirî alemdeki bir sebeptir. Ama hakîkî müessir ise, Cenâb-ı Hakk'ın Yûsuf'a o yerde imkân vermesinden başkası değildir. Bu öyledir, zira o kral, Yûsuf'un isteğini kabul veya reddetmeye muktedir idi. O halde kabul ve reddetmek hususu, meliğe eşit bir biçimde izafe edilir. Bu eşitlik devam ettiği müddetçe, kabulün tahakkuk etmesi imkânsız olur. Binâenaleyh, o padişahın zihninde, kabul tarafının red tarafına ağır basması gerekirdi. Bu ağır basma işi ise, ancak Allah'ın yaratmış olduğu bir müreccih sebebiyle olabilirdi. Allah, o müreccihi yaratıcı zaman, muhakkak ki kabul tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh, Yûsuf'un orada bulması, kudret sahibi olması, ancak Allah'ın, o padişahın kalbinde tahakkuk ettiği ce neticenin meydana gelmesi kudret ile kesin sebebin toplamını yaratması ile olmuştur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, o meliğin, Yûsuf'un isteğine icabet etmesini zikretmemiş, sadece ilahî imkân vermenin zikredilmesiyle yetinmiştir. Zira, nskîki müessir ancak O'dur; İkinci Mesele Hazret-i Yusufun Mutlu İdare Dönemi Rivayet olunduğuna göre melik, Yusuf'a yönelmiş, meliklik yüzüğünü çıkarmış, bunu Yusuf'un parmağına takmış, kılıcını Yusuf'un boynuna asmış ve Yusuf'a inci ve yakut kakmalı, altından bir taht yaptırmıştır. Bunun üzerine Yusuf (aleyhisselâm), "Tahta gelince, o taht sayesinde senin mülkünü kuvvetlendiririm; mühür ile senin işlerini yönetirim. Ama, taca gelince, bu ne benim ne de benim atalarımın libâsı, giysisi değildir" demiş ve tahta oturmuştur ve halk da kendisine itaat etmiştir. Melik o malum kadının kocası Kıtfîr'i azletmiş, bundan sona ise Kıtfîr ölmüş ve padişah Yusuf'u, onun karısıyla evlendirmiştir. Hazret-i Yusuf (gerdek gecesi) kadının yanına girince, "Bu, senin daha önce istediğinden daha hanylı değil midir?" demiş, ve onu bekâr bulmuştur. Böylece o kadın, Yusuf'a Efrayim ve Mişâ adında iki çocuk doğurmuştur. Hazret-i Yusuf, Mısır'da adaleti vygulamış, bu sebeple de kadın erkek, herkes onu sevmiştir. Hem o melik, hem de pek çok insan Hazret-i Yusuf sayesinde müslüman olmuşlardır. Kıtlık yılında Mısırlılar, ilk sene gümüş ve altın mukabilinde; ikinci sene, süs eşyası ve mücevherler mukabilinde; daha sonra da, hayvan, sonra mal mülk ve akarlar mukabilinde, en sonra da köleler mukabilinde tahıllarını satmışlardır. Böylece o onları yıllarca köle olarak kullanmıştır.. Bunun üzerine onlar "Allah'a yemin olsun ki biz, bu melikten daha muktedir olan başka bir melik görmedik" demişler, böylece, bütün herkes, onun kulu kölesi olmuştur. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) bunu duyunca: "Ben Allah'ı şahit tutuyor ve diyorum ki, ben bütün Mısır halkını kölelikten azâd ettim ve mülklerini onlara geri verdim " demiştir. Hazret-i Yusuf, diğer kimselerin de istifade edebilmesi için, tahıl talebinde bulunan herkese bir deve yükünden daha fazlasını satmamıştır. Keşşaf sahibi, bunu bu şekilde anlatmıştır. Doğrusunu yalnız Allah bilir. Üçüncü Mesele Kezalik kelimesindeki kaf, mekkenna fitli ile mansub olup, bu, daha önce geçmiş olan bir şeye işarettir. Yani, "Biz, melikin kalbini, sevgisini ona yaklaştırmak ve onu, böylece, hapislik gamından kurtarmamız hususunda Yusuf'a nasıl in'am ettiysek, ona o ülkede yetki vermekle de in'am ettik" demektir, ifadesinin manası ise, "Biz o Yusuf'u, engelleri kaldırmak suretiyle istediği her şeye muktedir kıldık..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın yerin neresini dilerse, orada konaklardı" ifadesindeki yetebevveu kelimesi hal olmak üzere nasb mahallinde olup, takdiri, şeklindedir. Ibn Kesir, fiili, Allah'a nisbet ederek, neşâu diye okurken, diğer kıraat imamları yâ ile ve bu işi Yusuf'a izafe ederek, Yeşâu şeklinde okumuşlardır. Bil ki, Allah'ın bu buyruğu Hazret-i Yusuf'un, meliklik hususunda, kendisiyle hiç kimsenin boy ölçüşemiyeceği ve hiç kimsenin karşı çıkamıyacağı, istediği ve dilediği her şeyi tek başına yapabileceği bir mertebede bulunduğuna delâlet eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak bunun bundan önce de böyle olduğunu tekid eden hususu da beyân buyurarak "Biz rahmetimizi kime dilersek, ona nasîb ederiz" demiştir.Bil ki Allahü teâlâ ilk önce, bu imkân ve kudret vermenin başkası tarafından değil. kendisi tarafından olduğunu belirterek, "İşte, o yerde, Yusuf'a kudret ve şeref verdik" buyurmuş, daha sonra da bunu ikinci kez "Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasîb ederiz" ifadesiyle tekid etmiştir ki, bunda iki fayda bulunmaktadır: Birinci Fayda: Bu, her şeyin Allah'dan olduğuna delâlet eder. Kâdî şöyle demiştir: O saltanat, ancak Allah'ın yaptığı bazı şeylerle tamamlanınca, o saltanatın hepsi, sanki Allah tarafından verilmiş gibi olmuştur. Kâdi'ye, şu şekilde cevap verilir: Biz, o saltanatın bizzat kendisinin, ancak Allah tarafından tahakkuk ettirildiğini iddia ediyoruz. Zira, Kur'ân'ın lafzı, bizim görüşümüze delâlet etmektedir. Bahsettiğimiz kesin aklî delil de, bizim görüşümüzü takviye etmektedir. Binâenaleyh, bu lafzı, mecazî bir manaya hamletmek imkânsızdır. İkinci Fayda: Bu mülk, Yûsuf'un eline, sırf ilahî meşîet ve nafiz bir kudret ile geçmiştir. Kâdî ise: "Bu ayet Allahü teâlâ'nın, nimetler vermesinin, kulların maslahatının gerektirdiği bir biçimde cereyan ettiğine delâlet eder" demiştir. Deriz ki: Ayet, işlerin ilahî meşîete ve sırf ilahî kudrete bağlı olduğuna delâlet eder. "Kulların faydasını gözetmek" kaydına gelince, ayetin lafzı buna delâlet etmeyip, senin bizzat kendin, isteğin doğrultusunda itibâre aldığtn bir iştir. Daha sonra Cenab-ı Hak hareket edenlerin mükâfaatını zayi etmeyiz" buyurmuştur. Bu böyledir, zira ücret ve mükâfaatı zayi etmek, ya acziyyetten veya cehaletten, ya da cimrilikten dolayı olur ki, bütün bunların hepsi Allah hakkında düşünülemeyen şeylerdir. Öyleyse, Allah'ın, mükâfaatları zayi etmesi de imkânsız olur. Bil ki bu, Yusuf (aleyhisselâm)un muhsinlerden olduğuna dair Allah tarafından yapılmış olan bir şehadettir. Binâenaleyh, Yusuf'un, o kadının dört şubesi arasına (kucağına) oturduğu, yani onunla cinsi münasebete hazırlandığı şeklindeki iddia doğru olsaydı, o zaman Yusuf'un, muhsinlerden olduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu. Binâenaleyh işte bu noktada, ya Allah'ı, Yusuf'un muhsinlerden olduğuna dair verdiği hükümde yalanlamak gerekir ki, bu, küfrün ta kendisidir; veyahut da Haşviyye'nin rivayet ettiği o şey hususunda tekzib edilmesi gerekir ki, bu da iman ve hakkın tâ kendisidir. Muttakiler İçin Ahiret Mutluluğu Daha Üstündür Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İman edip de Takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayetin tefsiri hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Bununla "Yusuf (aleyhisselâm) bu dünyada her ne kadar, böylesi yüce makam ve derecelere ulaşmış ise de, ancak ne var ki, Allah'ın ahirette onun için hazırlamış olduğu mükafaat, daha hayırlı, daha üstün ve daha mükemmeldir" manası kastedilmiştir. Tercih sebeplerini, biz bu kitapta defalarca anlatmıştık. O izahların neticesi şudur: Mutlak hayır, sırf fayda olan, devamlı olan, saygı ve tazimle içice olandır. Bu dört kayıt, ahiretle ilgili hayırlarda mevcut olup, dünyanın hayırlarında yoktur. Hayr Kelimesinin İki Farklı Mânası Hakkında İkinci Görüş: "Hayır" lafzı bazan, iki hayırdan birinin diğerinden üstün olduğunu belirtmek için kullanılır. Nitekim "gül suyu sudan daha iyidir (hayırlıdır)" denilir. Bazan da, kendisinden "daha üstün olma" manası kastedilmeksizin, o işin bizzat kendisinin hayırlı olduğunu ifâde etmek için kullanılır. Niteki Allah'tan olan bir hayırdır" denilir. Yani, "Tirîd Allah'ın ihsanı ve lütfü ile meydana gelen hayırlardan bir hayırdır" demektir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesini, birinci manaya göre ele alırsak, o zaman dünya lezzetlerinin de "hayırlı olmakla" tavsif edilmiş olmaları gerekir; yok eğer onu, ikinci manada ele alırsak, o zaman, dünya menfaatlerinin de hayırlı olduğunun söylenilmemesi gerekir. Aksine bu belki de sadece ahiretin hayırlarının hayır olup onun dışında kalan şeylerin abes ve boş olduğunu ifâde eder. Cenâb-ı Hakk'ın, îman edip de takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaati ise, muhakkak ki daha hayırlıdır" buyruğunda, Yusuf (aleyhisselâm)'un durumunun açıklanmasının kastedildiğinde şüphe bulunmamaktadır. Şu halde Yusuf (aleyhisselâm) hakkında, onun iman edip takvada devam eden kimselerden olduğunu tasdik etmek gerekir. İşte bu tabir, Yusuf (aleyhisselâm)'ın önceden de müttakilerden olduğunun Allah tarafından açıkça ilan edilmesi anlamına gelir. Burada, Allahü teâlâ'nın, Yusuf hakkında "O andolsun, ona niyyeti kurmuştu. Rabbinîn burhanını görmeseydi nerdeyse o da ona kasdetmiş" gitmişti" (yusuf. 24) buyurduğu o zamanın dışında, Yusuf'un (zaman olarak) içinde yine müttakilerden olduğunu açıklamaya ihtiyaç duyulan daha önce geçmiş olan başka bir zaman söz konusu değildir. Binâenaleyh bu, Yusuf (aleyhisselâm)'un o vakitte de, müttakilerden olduğu hususunda, Allah tarafından yapılmış olan kesin bir şehâdet olur. Allah'ın, "İyi hareket edenlerin mükâfaatım, zayi etmeyiz" buyruğu da, Yusuf (aleyhisselâm)'un muhsinlerden olduğu hususunda Allah tarafından yapılmış bir şehâdettir. Hak teâlâ'nın "Çünkü o, (taatde) ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı" (Yûsuf. 24) buyruğu da Yusuf'un muhlis kullardan olduğu hususunda, Allah tarafından yapılmış başka bir şehâdettir. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf (aleyhisselâm)'un . müttakilerden, muhsinlerden ve muhlislerden olduğuna şahitlik ettiği kesinleşmiş olur. Halbuki cahil Haşvî ise, Yusuf (aleyhisselâm)'un, hüsrana uğramış günahkârlardan olduğunu iddia ediyor. Bunca tekidli ve muhkem ifâdelere rağmen, Allahü teâlâ'nın sözüyle hükmetmeyenin, hüsrana uğramış olanların ta kendilerinden olacağında hiç bir şüphe bulunmamaktadır!.. Kâdi, "Cenâb-ı Hakk'ın "İman edip de takvada devam edenlere has olan âhiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır" buyruğu, büyük günahlardan korunmayan kimselerin âhirette mükâfaat elde edemeyeceğini iddia eden Mürcienin gücüsünün bâtıl olduğuna delâlet eder" demiştir. Biz deriz ki:, zayıf bir görüştür. Çünkü buradaki "hayır" kelimesini ism-i tafdil (daha hayırlı) manasına alırsak, muttakilerin sevabının daha üstün olacağı manası çıkmış olur ki, bundan, başkaları için sevab olmadığı neticesi çıkmaz. Yok eğer bu kelimeyi, "hayırlı" manasına hamledersek, bu, o hayrın müttakiler için söz konusu olduğuna delâlet eder. Yine bu da hayrın muttakilerin dışındaki kimseler için olmayacağını göstermez. |
﴾ 57 ﴿