2

"Allah odur ki, gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir. Sonra (emri), Arş üzerinde hükümran olmuştur. Güneşi, ayı da teshir etmiştir ki, her biri muayyen vakte kadar cereyan eder. Her işi yerli yerinde, O yönetir. Ayetleri, O açıklar. Ta ki, Rabbinize kavuşacağınızı iyice bilesiniz".

Bil ki, Allahü teâlâ, insanların ekserisinin iman etmeyeceklerini belirtince, bunun peşinden, kendisinin birliğine, ahiretin varlığına delâlet eden bu ayeti getirmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle der: (......) lafz-ı celâli müpteda, ifadesi de, bunun haberidir. Bunun böyle olduğunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, yeri uzatıp döşeyendir" (Rad. 3) ayetidir, buyruğunun sıfat olması; ifâdelerinin ise, peşpeşe gelen iki haber olması da caizdir." Vahidi şöyle der: "Amed kelimesi, "sütunlar, direkler" anlamında olup, bu imâd kelimesinin çoğuludur. Nitekim ihâb (cem'i: eheb) denildiği gibi, imâd (cem'i: amed) denilir." Ferrâ şöyle der: "Amed ve umud kelimeleri, amûd kelimesinin çoğuludurlar, Bu tıpkı, edîm kelimesinin çoğulunun, udum ve edem (deri); ve; (......) (deri...) kelimesinin çoğulunun da kudüm ve kedam şeklinde gelmesi gibidir. İmâd ve amûd, kendisine yaslanılan ve dayanılan şey demektir. Nitekim, insanlar, aralarında kendilerine dayanıp güvendikleri kimseler hakkında "Falanca, kavmin dayanağı ve direğidir" derler.

İkinci Mesele

Göklerin Direksiz Durması

Bil ki Allahü teâlâ, göklerin, güneş ve ayın, yerin ve bitkilerin çeşitli hallerini delil getirmiştir. Gökleri delil kılması, onların, insanların göreceği direkler bulunmaksızın yükseltilmiş olmasıyla olmuştur. Buna göre mana, "Bu büyük kütleler, yüce ve yüksek boşlukta durmaktadırlar. Halbuki onların şu iki sebepten dolayı, zâtları ve kütleleri bakımından orada durmaları İmkânsızdır:

a) Cisimler, mahiyetin tamamiyeti itibariyle, eşittirler. Binâenaleyh, şayet, bir cimsin muayyen bir mekânda bulunması zorunlu olsaydı, bütün cisimlerin orada bulunması gerekirdi.

b) Uzayın bir nihayeti yoktur. Mutlak boşlukta uzayıp giden yayılmış mekânlar da sınırsızdır. Halbuki o mekânların tamamı da, birbirine eşittir. Binâenaleyh, şayet bir cismin belirli bir mekând ası zorunlu olsaydı, bütün mekânların (mahiyet bakımından) birbirine eşit ve benzemeleri zorunluluğundan dolayı, o cismin bütün mekânlarda bulunması nerekirdi. Böylece, felekî kütlelerin kendi mekân ve yönlerinde bulunmalarının, zâtları gereği mecburi ve zorunlu bir durum olmadığı; tam aksine bir "muhassis tasını tercih edep bir "müreccih" tarafından olduğu sabit olmuş olur. Onların altlarında bir direk bulunmaksızın üzerlerindeki bir zincir ile asılmış oldukları da söylenemez. Aksi halde söz, o koruyan zincir ile alakalı olur da, böylece de bu iş, sonsuza kadar devam (teselsül) edip giderdi. Bu ise, muhaldir. Böylece, o felekî kütlelerin, kendi yüce mekânlarında, alemi yöneten Allahü teâlâ ve Tekaddes hazretlerinden ötürü, durduğunun; O'nun onları orada ibkâ ettiğinin söylenilmesi gerektiği sabit olmuş olur. İşte bu, kahir ve kadir bir ilâhın varlığına dair getirilmiş olan pek kesin ve çok net olan aklî bir delildir.

Keza bu tabir, o ilâhın bir cisim olmadığına ve herhangi bir mekânda da bulunmadığına delâlet eder. Zira o ilah, belirli bir mekânda bulunmuş olsaydı, O'nun, zâtı ve yapısı gereği o mekânda bulunması imkânsız olurdu. Çünkü biz, mekânların tamamının, mahiyetleri gereği birbirine eşit olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh o ilahın, zâtı gereği belirli bir yerde bulunması da, imkânsız olurdu. Böylece de o işin mutlaka, bir tahsis edenin tahsis etmesiyle olması gerekirdi. Halbuki hür bir fail sayesinde meydana gelen her şey, muhdestir. O halde, ona muayyen bir mekânın tahsis edilmiş olması da, muhdes olur. Ve onun zâtı da bu tahsisin dışına çıkamaz. Hadis olan durumlardan hâlî olmayan da hadistir. Böylece o ilahın, belirli bir mekânda olması halinde, onun da hadis olacağı sabit olmuş olur ki, bu muhaldir. Böylece Allahü teâlâ'nın mekân ve cihetten münezzeh olduğu kesinleşir. Hem senin üstünde olan her şeye, "semâ" ismi verilir. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, bir cihetin üstünde olan başka bir cihette olmuş olsaydı, o da "semâvât" cümlesinden olur ve "Allah odur ki, gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir" ifadesinin hükmüne girmiş olurdu. Halbuki, bir cihetin üstünde bulunan, başka bir cihete tahsis edilen her şey, bu ayetin hükmüne göre, o ilahın korumasına muhtaçtır. Binaenaleyh ilâhın, bir cihetin üzerindeki bir cihette bulunmaktan berî ve münezzeh olması gerekir.

Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince, bu hususta birtakım görüşler ileri sürülmüştür:

a) Bu, müste'nef bir kelâm olup, buna göre ayetin manası, "O, gökleri direksiz olarak yükseltendir" şeklinde olur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Görüyorsunuzya" buyurmuştur. Yani, "Onların direksiz olarak yükseltilmiş olduklarını siz de görüyorsunuz" demektir.

b) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Ayetin ifadesinde, takdiri, "O, gökleri yükseltendir. Siz o gökleri, direksiz olarak görürsünüz" şeklinde olan bir takdim-tehir bulunmaktadır." Bil ki, sözü, zahirine hamletmek mümkün olduğu zaman, takdim ve tehire başvurmak caiz olmaz.

c) Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi (......) kelimesinin sıfatıdır. Buna göre ifadenin manası, "görülen direkler bulunmaksızın" şeklinde olur, yani, "Göklerin direkleri vardır; ama onları biz göremiyoruz" demektir. Alimler "o göklerin, zebercedden meydana gelmiş olan ve dünyayı kuşatan, ama sizin kendisini göremediğiniz Kâf dağı üzerine kurulmuş direkleri vardır" demişlerdir. Bu tevil, son derece sakattır. Çünkü, Allahü teâlâ bu ifadeyi, kadir bir ilâhın varlığına delil olsun diye zikretmiştir. Şayet, bu ifadeden kastedilen, onların ileri sürdüğü o şey olsaydı, bu ayetle, kadir bir ilahın varlığına istidlal edilemezdi. Zira, "Gökler, Kaf dağt üzerine dayanınca, o zaman, göklerin bu şekilde durması daha nasıl bir ilahın mevcudiyetine delâlet edebilir?" denilebilirdi. Bana göre bu hususta yapılan izahların hepsinden güzel olan bir başka izah şudur: İmâd kelimesi, kendisine dayanılan, yaslanılan şey demektir. Biz, o cisimlerin, o yüksek boşlukta Allah'ın kudretiyle durduklarını söylemiştik. Böylece, o göklerin direklerinin, Allah'ın bizzat kudreti olduğu sabit olmuş olur. Böylece de bu söz, "O, gökleri, sizin görebileceğiniz bir direk bulunmaksızın yükseltmiştir. Yani, onların gerçekte direkleri vardır, ancak ne var ki o direkler, Allahü teâlâ'nın kudreti, O'nun muhafazası, O'nun tedbiri ve O'nun onları o yüksek yerlerde tutmasıdır. Halbuki sizler o tedbiri göremezsiniz ve o tutmanın nasıl olduğunu da bilemezsiniz" denilmesi neticesini verir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra (emri), Arş özerinde hükümran olmuştur" ifâdesine gelince, bil ki bununla, Cenâb-ı Hakk'ın Arş üzerine karar kılmış olması kastedilmiştir. Çünkü bu ayetin gayesi, bir yaratıcının varlığına delalet eden şeyi belirtmektir. Kendisiyle istidlal edilecek o şeyin, görülen ve bilinen bir şey olması gerekir. Halbuki, hiç kimse Allahü teâlâ'nın Arş üzerinde karar kıldığını göremez. O halde bununla daha o hususa dair nasıl istidlalde bulunulabilir? Hem, O'nun Arş üzerinde karar kılmış olduğunun müşahede edilebileceği farzedilse bile, ancak ne var ki bu, O'nun halinin mükemmel ve celâlinin de sonsuz olduğunu ihsas ettirmez; tam aksine bu O'nun bir mekâna ve bir boşluğa muhtaç olduğuna delalet eder. Hem ayrıca bu tabir, O'nun önce bu hal üzerinde olmadığına, daha sonra böyle olduğuna delâlet eder. Bu da, bir değişmeyi gerektirir. Hem, "istiva", eğri büğrü olmanın : ddıdır. Binâenaleyh, ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın önceleri eğri büğrü bir durumda ve karmakarışık bir halde olduğuna; ama daha sonra dümdüz, dimdik olduğuna delâlet eder. Bütün bu şeyler ise, Allah hakkında imkânsızdır. Böylece bu ifâdeden kastedilenin, O'nun hakimiyeti, kudreti, yönetmesi ve muhafazasıyla, cisimler alemine hükümran olması olduğu sabit olmuş olur. Yani, "Arşın üstünden yerin dibine kadar olan her şey, O'nun muhafazası ve tedbiri alanında olup, O'na muhtaçtırlar" demektir.

Güneş ve ayın halleriyle istidlalde bulunmaya gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Güneşi, ayı da teshir etmiştir ki, her biri muayyen vakte kadar cereyan eder" ayetinin ifade ettiği husustur.

Bil ki, bu söz, şu iki tür delili kapsamaktadır:

Gök Cisimlerinin Dönmelerinin Tevhide Delaleti

Birinci Çeşit Delil: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneşi, ayı da teshir etmiştir" ayetinin ifade etmiş olduğu husus olup, bunun neticesi, bu kütlelerin hareketiyle kadir ve kahir Dır yaratıcının varlığına istidlalde bulunmaya varır.

1) Bu böyledir, zira cisimler, mahiyetinin tamlığı itibariyle birbirine eşittirler. Binaenaleyh bu kütleler, hem hareket etmeye hem de durmaya kabiliyetlidirler. Öyleyse onların durma yerine devamlı hareket eder kılınmasının, mutlaka bir muhassis" tarafından olması gerekir.

2) Hem, o hareketlerin her birinin, meselâ yavaş olmak veya hızlı olmak gibi, muayyen bir duruma ayarlanmış olması da, mutlaka bir "muhassis" tarafından olmalıdır. Bu, özellikle "yavaş hareket etme"nin manasının, "durma ile karışık (yani aralıklarla yapılan) bir hareket" olduğunu söyleyenlere göre böyledir. Bu da, o Kütlelerin, bazı zamanlar hareket ettiğini, bazan da durduğunu kabul etmeyi gerektirir. Binâenaleyh, belli bir yerde hareketin olması, başka bir yerde ise hareketsizliğin bulunması, mutlaka bir müreccih sayesindedir.

3) O hareket ve sükûnların, devir ve dönüşlerinin belli bir müddete göre eşit olacak bir tarzda, muayyen miktarlarda olması, gerçekten şaşırtıcı bir durumdur; binaenaleyh bunun mutlaka bir "mukaddir" tarafından ayarlanmış olması gerekir.

4) O hareketlerin bir kısmı doğuda, bir kısmı batıda meydana gelmekte, bazıs kuzeye, bazısı da güneye doğru olmaktadır. Bütün bunlar da, ancak mükemmel bir yönetim ve son noktasına ulaşmış bir hikmetle tam ve mükemmel olurlar.

İkinci Çeşit Delil: Cenâb-ı Hakk'ın " "Her biri muayyen vakte kadar cereyan eder, akar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

1) İbn Abbas şöyle demektedir: Güneşin, her gün bir menzili bulunmak kaydıyla yüzseksen menzili bulunmaktadır, ki bu, altı ayda tamamlanır. O güneş, daha sonra yeniden, bir başka altıay zarfında onlardan birine döner. Ayın da yirmisekiz menzili vardır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "her biri muayyen vakte kadar cereyan eder buyruğu ile bu kastedilmiş olup, sözün özü şudur: Allahü teâlâ, bu yıldızların her biri için, hususî bir yöne doğru hızlı veya yavaş olmak açısından hususî bir miktar ve hareket etme gücü takdir etmiştir. Durum, her ne zaman böyle olursa, bunlar için her an ve her dakika, daha önce bulunmayan başka bir haletin bulunması gerekir.

2) Bundan maksat, güneş ile ayın, Kıyamete kadar hareket etmeleri; o geldiğinde ise, Allahü teâlâ'nın da, "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar düştüğü zaman " (Tekvîr, 1-2); "Gök yarıldiğı zaman "(İnşikâk. 1); "Gök yarıldığı zaman "(infitar, 1) ve "Güneşle ay bir araya getirildiği zaman"(Kıyame,9) buyurduğu gibi, o hareketler sons erecek, o gidişat bozulacaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "sonra ölüm zamanı: hükm-ü takdir edendir. Bir de O'nun katında malûm bir ecel vardır" (Enam,2) ayet gibidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delilleri ele alınca, "Her işi yerli yerinde o yönetir" buyurmuştur. Müfessirlerden her biri; bu ifâdeyi, âlemin hallerinden bir başka çeşidini yönetmek manasına hamletmişlerdir. Ama evlâ olan, bunu, âlemin hallerinin tamamını idare etmek manasına almaktır. Binâenaleyh O onları yaratmak-yok etmek, diriltmek-öldürmek ve zengin kılmak-fakir düşürmek suretiyle yönetir. Bu ifadenin içine, vahiy indirmesi, peygamberler gönderip kullarını mükellef tutması da dahildir. Bu tabirde, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve kudretinin mükemmel olduğuna dair çok şaşırtıcı acaip bir delil bulunmaktadır. Çünkü, bu bilinen âlem, Arşın üstünder yerin dibine kadar, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği sayısız "cins" ve "tür"lerle doludur. Bahsedilen delil ise, bunlardan her birine bir konumun, bir mahallin, bir sıfatın, bir özelliğin ve bir güzelliğin tahsis edildiğine delâlet etmektedir ki bütün bunlar ancak Allah tarafından meydana getirilmişlerdir. Allahü teâlâ hariç, bir şeyi idare etmekle meşgul olan herkesin, bir başka şeyi idare etmesi mümkün değildir. Zira Allah'ı, bir iş, başka bir işten alıkoyamaz. Aklı başında olan kimse, bu ayet hakkında iyice tefekkürde bulunduğunda, Allahü teâlâ'nın maddeler âlemini, ruhlar alemin küçüğünü idare ettiği gibi, büyüğünü de idare ettiğini, herhangi bir işin O'nu başkasından alıkoymadığını; bir şeyi yönetmesinin, başkasını yönetmesine mani olmadığını anlar ki, bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın zâtı, sıfatları, ilmi ve kudreti bakımından muhdes ve mümkin varlıklara benzemediğine delâlet eder.

Allah'ın Ayetleri Açıklaması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ayetleri, O açıklar..." buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

1) "Allahü teâlâ, ulûhiyyetine, ilim ve hikmetine delâlet eden ayetleri açıklar" demektir.

2) Bir yaratıcının varlığına delâlet eden deliller de ikiye ayrılır:

a) Felekler, ay, güneş ve yıldızlar gibi devamlı ve sürekli olan varlıklar. Bu tür delillerin izahı daha önce geçmişti.

b) Sonradan meydana gelen ve değişen hadiseler. Bunlar, hayattan sonra ölüm; zenginlikten sonra fakirlik; gençlikten sonra ihtiyarlık; ahmağın en güzel yaşayış içinde bulunması, zeki ve akıllınınsa, en güç durumda bulunması vb... Mevcudatın ve onların hallerinin bu türünün, Hakîm bir yaratıcının varlığına delâletleri, çok açık ve çok nettir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayetleri, O açıklar" buyruğu, bu alâmetlerin temyiz ve tafsîl için birbiri ardınca meydana geldiklerine bir işaret olmuş olur.

Allah'ın İnsanları Hesaba Çekmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ta ki, Rabbinize kavuşacağınızı iyice bilesiniz" buyurmuştur. Bil ki, bahsedilen bu deliller, Hakîm bir yaratıcının varlığına delâlet ettikleri gibi, haşr ve neşr ile ilgili görüşün doğruluğuna da delâlet eder. Zira, bu tür şeyleri yaratmaya, büyüklükleri ve çokluklarına rağmen onları yönetmeye kadir olan zât, hasra ve neşre haydi haydi kadir olur. Rivayet olunduğuna göre bir adam Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye: "Allahü teâlâ, bütün mahlûkatt nasıl hesaba çekecektir?" deyince, o, "Aynı anda onları rızıklandırdığı ve aynı anda onların çağrılarını duyarak icabet ettiği gibi.." cevabını vermiştir. Sözün neticesi şudur: Allahü teâlâ, her ne kadar mahlûkat bundan aciz iseler de, felekî kütleleri ve aydınlatan yıldızları o yüksek boşlukta tutması gibi; yine, o Arşın üstünden yerin dibine kadar olan varlıkları, biriyle meşgul olması, diğeriyle meşgul olmasından alıkoyamayacağı bir biçimde idare ettiği gibi, bütün mahlûkatı da, birisini hesaba çekmesi, diğerini hesaba çekmesine mani olamayacak bir biçimde hesaba çeker. Alimlerimiz içinde, bu ayette geçen lika kelimesiyle, Allah'ın görüleceği hususunda istidlalde bulunanlar bulunmaktdır. Bu meselenin izahı, bu kitapta defalarca ve zaman zaman geçmişti.

Yeryüzünün Hayata Elverişli Kılınması

2 ﴿