10"Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksik, neyi fazla yapacağını bilir. O'nun nezdinde her şey bir ölçü iledir. O, görünmeyeni de, görüneni de bilendir. Çok büyüktür, her şeyden yücedir. Sizden, sözünü gizleyen de, açıkça söyleyen de, gece (karanlığında) gizlenen de, gündüz yoluna giden de, (O'nun ilminde) birdir". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetin, önceki ayetlerle ilgi ve münasebeti ile ilgili birkaç izah şekli vardır: 1) Allahü teâlâ o kâfirlerin, Hazret-i Peygamber'in getirdiğinden başka mucizeler getirmesini istediklerini nakledince, bu ayette de, kendisinin herşeyi bildiğini, binâenaleyh onların doğruyu bulmak ve gerçekten açıklanmasını istemek için mi; yoksa işi yokuşa sürüp, inadlaşmak için mi başka mucize istediklerini; bu mucizeler zuhur ettiği zaman bunlardan yararlanacaklar mı, yoksa ısrarlarını ve kibirlerini mi artıracaklar. Bütün bunları Hallerinden bilir. Eğer Allahü teâlâ, onların bu mucizeyi, doğruya ulaşmak, hakikâtin beyân edilmesini taleb etmek ve daha çok yararlanmak gayesi ile istediklerini bilse idi, yani durum böyle olsaydı, o mucizeleri verir, onları bundan muhrum bırakmazdı. -akat Allah onların bunu sırf inad için istediklerini bildiği için, onları bundan mahrum Dirakmıştır ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerinde ifâde edildiği gibidir: "(Müşrikler): Ona, Rabbisinden, bir mucize indirilse ya" derler. Deki: "Gayb, ancak Allah'ındır. Bekleyin (görürsünüz)" (Yûnus,20). "O'na Rabbisinden ayetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "O, ayetler ancak Allah nezd'indendir" (Ankebut, 50) 2) Ayetin, daha önceki kısımla münasebeti şudur: Allahü teâlâ, ba'sin (ölümden sonra dirilişin) inkârı hususunda, "Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan, onların şu sözüdür" (Rad, 5) buyurmuştu. Çünkü onlar canlıların bedenlerinin parçaları, cesetlerin dağılması ve ufanması zamanında birbirine karıştığı ve birbirinden ayrılması mümkün olmadığı için, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, nerşeyi bilmeyen birisinin, bunları birbirinden ayırdedemeyeceğini, ama her şeyi bilen zatın bütün bunları birbirinden ayırdedebileceğini beyân buyurmuştur. Daha sonra ise, her dışının neye gebe olduğunu ve rahîmlerin neyi zayi edip neyi artıracağır bildiğini beyan ederek, kendisinin bütün herşeyi bildiğine istidlal etmişir. 3) Bu ayet, kendinden önceki, "Senden iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler (Rad, 6) ifâdesi ile ilgilidir. Buna göre ayetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ herşeyi bilir Binâenaleyh azabı da, faydalı olduğunu bildiği kimse için indirir." Allah, en iyi bilendir. İkinci Mesele Ayetteki, ifâdesindeki mâ edatları, ya ism-i mevsuldürler, ya da mâ-i masdariyyedirler. İsm-i mevsul oluşlarına göre mana: "Allah her dişinin gebe olduğu çocuğun, hangi cinsten, yani erkek mi, dişi mi, tam mı yoksa noksan mı, güzel mi, yoksa çirkin mi; uzun mu, yoksa kısa mı olacağını ve mevcut ve ileride ortaya çıkacak hallerini bilir" şeklinde olur. Rahimlerin Zayi Ettiği veya Artırdığı Şey Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rahimlerin neyi zayi edeceğini (bilir)" buyurmuştur. Gayd masdarı, fiili müteaddi veya lazım sayılsın "noksanlık manasınadır. Arapça'da, "Su eksildi ve ben suyu eksilttim" manasında, denilir. Hak teâlâ'nın, "su (çekildi, eksildi)" (Hûd, 44) ayeti de bu manayadır. Tefsir edilen ayette ise "Rahimlerin neyi zayi ettiğini bilir" kastedilmiştir. Fakat "hu" zamiri mahzuftur. Cenâb-ı Hak, daha sonra "neyi artıracağım da (bilir)" yani, "rahimlerin neyi fazla yapacağını da bilir" demiştir. Nitekim sen, "Ondan, hakkım olanı aldım, şu kadar da fazladan aldım" dersin. "ilaveten dokuz yıl daha kaldılar" ayeti de, bu manayadır. Alimler, rahimlerin neyi artırıp eksilttiği, fazla veya eksik yaptığı hususunda şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir: 1) Doğacak çocuğun sayısı hususunda... Çünkü rahim, bazan bir, bazan iki, bazan üç, bozan dört çocuğa gebe olur. Rivayet edildiğine göre, Şüreyh, anasının karnındaki dört çocuktan birisi idi. 2) Çocuk bazan eksik, bazan tam olarak doğar. 3) Çocuğun ana karnındaki müddeti, bazan dokuz ay, bazan daha fazla dur. Ebu Hanife'ye göre bu müddet, iki seneye kadar; imam Şafiî'ye göre, dört: İmam Malik'e göre beş seneye kadar uzayabilir. Rivayet olunduğuna göre, Dahhâk iki senede doğmuştur. Herem b. Heyyan da, annesinin karnında dört yıl kaldığı için, sanki ihtiyarlamıştır. Bundan ötürü ona Herem (ihtiyar) denilmiştir. 4) Kan hususunda. Çünkü kan (nifas kanı) bazan çok, bazan az olur. 5) Allahü teâlâ, çocuk tam teşekkül etmeden, düşük olarak doğması sebebi ile, rahimin noksan yaptığı işi ve tam doğması sebebi ile de, fazla olarak yaptığı işi bilir. 6) Allahü teâlâ, hayız kanının zuhur etmesi ile, noksantaşan şeyi bilir. Çünkü hamilelik esnasında kan gelirse, rahimdeki çocuk zayıtnoksan olur. Meydana gelen bu noksanlık kadar, bu noksanlığın telafisi için, hamilelik müddeti uzayabilir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hamilelik müddeti esnasında bir gün dahi (hayız) kanı aksa, hamilelik müddeti, bunu telâfi edebilmek için ve iş normal olsun diye, bir gün artar." 7) Hayz kanı, kadının karnında (rahminde) toplanan bir fazlalıktır. Onun damarları bu fazlalıklarla dolunca taşar, dışarı çıkar ve bu fazlalıklar o damarların içinden dışarı akar. Bu maddeler akınca, bu damarlar bir kez daha bu maddelerle dolup tasar. Bütün bunlar, biz, mâ kelimesinin ism-i mevsûl olduğunu söylememiz halindedir. Ama biz mâ'nın masdariyye olduğunu söylersek, bu durumda mana şöyle olur: "Allahü teâlâ, her dişinin hamile kaldığı (şeyi) bilir. Yine, rahimlerin eksilttiğini de bilir. Rahimlerdeki o şeyin gerek fazlalaşması, gerek eksilmesi, gerek vakitleri, gerekse halleri hususunda hiçbir şey ona gizli kalmaz." Her Şey Ölçü İledir Cenâb-ı Hakk'ın "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir" buyruğunun manası şudur: "Herşey bir ölçü ve sınır, had iledir ki, o sının ne aşabilir, ne de ondan geri kalabilir." Bu, "şüphesiz ki biz her şeyi bir takdir ile yarattık" (Kamer, 49) ayeti ile Furkan sûresinin başındaki, "O her şeyin mukadderatını tayin etmiştir",3) ayetinde olduğu gibidir. Bil ki, ayetteki "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir" buyruğundaki "nezdinde oluş", bilme manasında olabilir. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, her şeyin kemmiyetini ve keyfiyyetini açık ve mufassal bir biçimde bilir" şeklinde olur. Durum böyle olunca, bu malûmatta bir değişikliğin meydana gelmesi imkânsız olur. Yine ayetteki indehû "nezdindedir" ifâdesinden muradın, Allah, "her hadis" varlığa ezelî meşîeti ve sermedî iradesiyle, belli bir vakit ve muayyen bir hal tahsis edip vermiştir" şeklinde bir mana olması da muhtemeldir. İslâm filozoflarına göre Allahü teâlâ, küllî şeyler (eşya) vaz edip onlara kuvvet ve özellikler yerleştirdi ve onları hususî ölçülerle takdir edilmiş olan hareketlerinden, belli cüz'î haller ve mukadder hususî münâsebetler ortaya çıkacak bir biçimde hareketlendirmiş, tahrik etmiştir. Bu ayetin muhtevasına, kulların fiilleri, halleri ve düşünceleri de dahildir. Bu, Mu'tezile'nin görüşünün batıl ve yanlış olduğunu gösteren en kuvvetli delillerdendir. Âlimu'l-gayb Veş-Şehâde Ne Demektir? Sonra, Cenâb-ı Hak,,görünmeyeni de görüneni de bilendir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Allahü teâlâ bununla, insanlara göre "gayb" olan şeyleri müşahede edip bildikleri her şeyi bilmekte olduğunu beyan etmektedir"der.Vahidî de: "Buna göre, buradaki "gayb" kelimesi "gâib" manasına (kaybolan, gâib olan) manası kasdedilen bir masdardır. Şehâde kelimesiyle de "şâhid" manası murad edilmiştir" demiştir. Alimler, "gâib" ve "şâhid' ile neyin kasdedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "Gâib, malûm olan, şâhid de mevcûd olandır" demişlerdir. Bazıları da: "Gâib, hislerden, idrâkten uzak olan; şahit ise, hazır ve mevcut olandır" demiştir. Diğer bazıları ise: "Gâib, insanların bilmediği; şâhid de bildiği şeylerdir" demişlerdir. Biz de diyoruz ki: Malûmat, iki kısımdır: Ma'dûmat (bulunmayanlar) ve mevcudat (bulunanlar). Ma'dûmata gelince, onlardan bazısının vücûd bulması imkânsız iken, bazılarının ise vücud bulması imkânsız değildir. Mevcudat da iki kısımdır: 1) Yok olması imkânsız olan mevcudat; 2) Yok olması imkânsız olmayan mevcudat. İşte, bu dört kısımdan her birinin, kendine has hüküm ve özellikleri vardır ve hepsi de, Allah'ın malûmudur. Aynı zamanda hocam olan babam, Ebu'l-Kasım Ensarî vasıtasıyla İmamul-Haremeyn 'in (Allah hepsine rahmet eylesin) şu sözünü nakletmişti: "Allah'ın, sonsuz malûmatı ve bilgisi vardır. Yine, Allah'ın, bu malûmatlardan her biri hakkında, yine sonsuz başka malûmatları da vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, cevher-ferdin (atomun) halinden, onun bedel yoluyla, nihayetsiz mekânlarda bulunabileceğini ve keza bedel yoluyla, nihayetsiz sayıdaki sıfatlarla da mevsûf olabileceğini bilir. Allahü teâlâ, her hali ve durumu, tafsilatlı olarak bilir." İşte bütün bu kısımlar, "O, görünmeyeni de, görüneni de bilendir" ifâdesinin kapsamına dahil olmaktadır. El-Kebiru'l-Müteâl Vasıfları Sonra, Cenâb-ı Hak, bunun peşinden el-Kebir "Çok büyüktür" ismini getirmiştir, Allahü teâlâ yücedir; O'nun, cüsse, cisim ve miktar bakımından büyük olması imkânsızdır. Binâenaleyh, ilahi kudret ve ölçüler açısından büyük olması.Daha sonra Cenâb-ı Hak kendisini el-Müteâl "her şeyden yücedir" diye vasfetmiştir. O, kendisi için caiz olmayan ve düsünülemeyen her şeyden münezzehtir. Bu, Allahü teâlâ'nın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (noksanlıklardan) münezzeh olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ayet-i kerime, Allah'ın kâmil bir ilim ve tam bir kudret ile mevsûf olduğuna, kendisine yakışmayan her şeyden beri olduğuna delâlet eder. Bu da O'nun, kâfirlerin inkâr ettiği "ba's"e, istedikleri mucizeleri getirmeye ve acele ettikleri o azabı vermeye kadir olduğunu gösterir. Ama O, bir kavim için ilahî meşîetine göre; başka bir kavim için de maslahattan dolayı bu azabı geciktirir. İbn Kesir, bu müteâl sıfatını, vakıf ve vasıl halinde aslına uygun olarak yâ ile, (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat âlimleri de, tahfif gayesiyle, her iki durumda da yâ'nın hazfiyle okumuşlardır. Allah'ın İlminin Genişliği Sonra Allahü teâlâ, kendisinin her şeyi bilmekte olduğunu tekid etmek için "Sizden, sözünü gizleyen de, açıkça söyleyen de, gece (karanlığında) gizlenen de, gündüz yoluna giden de, (O'nun ilminde) birdir" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki sevfiun kelimesi, iki kişiyi gerektirir: Meselâ sen, Zeyd ve Amr eşittir" dersin. Sonra, bu kelimeyle ilgili iki izah vardır: 1) Sevâûn kelimesi masdardır eşit olan, eşitlik sahibi" manasındadır. Nitekim sen, aynı manada olmak üzere, zû adlin (adalet sahibi) yerine "Zeyd ve Amr, çok adildir" dersin. 2) Bunun, ism-i fâit olarak müstevî anlamında olması da muhtemeldir. Bu duruma göre burada bir takdir yapmaya gerek yoktur. Fakat Sîbeveyh, demeyi hoş karşılamamıştır. Çünkü ism-i failler nekire (belirsiz) oldukları zaman mübtedâ olmazlar. Ama bir kimse, "Aksine bu mana daha uygundur; çünkü, sözü bu manaya hamletmek, aslın hilâfına olan bir takdirde bulunma zaruretini ortadan kaldırmaktadır" diyebilir. İkinci Mesele Âyetteki (......) kelimeleriyle alâkalı iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Arapça'da "falan şeyi gizledim, onu gizliyorum-gizlemek; o da gizlendi" "Falanca falancadan gizlendi, saklandı" denilir. deyimine gelince, Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu deyim, gündüzün, açıkça kendi yolunda giden kimse" anlamındadır. Arapça'da, "Onun yolu boşaldı, açıldı" denilir. Ezheri de şöyle der: "Araplar yani "Deve, açıktan, arazide istediği yere çekip gitti" denilir. Bunu anladığın zaman, bil ki ayetin manası, "İnsan, ister karanlıklar içinde gizlenmiş olsun, isterse açıkça yollara düşmüş olsun; Allahü teâlâ bütün bu durumların hepsini ihata etmiş olarak bilir" şeklindedir. İbn Abbas: "Bu, Allah kalbferin gizlediğini ve lisanların açıkça söylediğini bilir" manasındadır derken, Mücahid: "Allah, gecenin karanlıkları içinde kötülüklere yönelen kimseyi de bilir, yine gündüzün ortasında peşipeşine bunları işleyen kimseyi de bilir" demektedir. İkinci Görüş: Bu görüşü Vahidi, Ahfeş ve Kutrub'dan nakletmiştir. Buna göre bunlar, zahir ve aşikâr olan; "sarib" ise gizlice saktı olan anlamındadır. Bu manada Arapça'da "falan şeyi ortaya çıkardım, onu izhâr ettim" denilir. Yine "falan şeyi ortaya çıkardım" manasında denilir. Mezar soyguncusuna da, müstahfi denilir. "Sarib" kelimesi de, "gizlenen" anlamındadır. Giren kimseyede, "serib" denilir. Vahşi hayvanlar inlerine girdiği zaman denilir" demişlerdir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu izah, tügat bakımından daha doğrudur. Ama tercihe şayan olan, birinci görüştür. Çünkü, müfessirlerin ekserisi, birinci görüşte, mutabıktırlar. Bir de, leyl (gece) kelimesi gizlenmeye, gündüz kelimesi ortaya çıkmaya ve görünmeye delâlet eder. İnsandan Ayrılmayan Melekler |
﴾ 10 ﴿