13

"O, size korku ve ümid salarak şimşeği gösteren ve ağır bulutlan peydah edendir. Gök gürültüsü hamd ile, melekler de O'nun korkusu ile O'nu testik ederler. O, yıldırımlar gönderip, onunla kimi dilerse çarpar öldürür. Halbuk onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar. O, kudret ve azabında çetindir".

Bil ki Allahü teâlâ, kullarını, geriye çevrilmesi mümkün olmayan şeyi başlarına getirmekle tehdid edince, bunun peşinden bu ayeti getirmiştir. Bu ayet, şu üç şeyi ihtiva etmektedir:

a) Allah'ın kudret ve hikmetinin delillerini.

b) Bunlar, bazı bakımlardan nimet ve ihsana benzerler.

c) Bazı bakımlardan da azaba ve kahra benzerler.

Bil ki Allahü teâlâ burada şu dört şeyden bahsetmiştir.

Şimşeğin Varlığındaki Hikmet

Birincisi, şimşektir. Bu, ayetteki, size korku ve salarak şimşeği gösterendir" ifâdesi ile anlatılmaktadır. Bu ifade ile ilgili birkaç manto vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ayetteki, "havf" ve "tan kelimelerinin mansub oluşu hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1) Bunlar mef'ûl-ün leh olamazlar. Çünkü bunlar, mu'allel olan fiilin failinin işi değildirler. Bunların başına ya bir muzaf takdir edilerek, meşe "Korku ve ümid salmayı istediği için" denilerek, yahut da, bunlar "korkutmak ve ümid ettirmek için" manasında ancak mef'ûlün leh olabilirler.

2) Bunlar, "berk" (şimşek) kelimesinden hat olarak mansubturlar. Bu durumda, şimşeğin bizzat kendisi korku ve ümid olmuş olur. Buna göre bunların takdiri ya, "korku ve ümit sahibi" şeklinde olur, yahut da, "korkutarak, ve ümid vererek" şeklinde olmuş olur.

3) Bu iki kelime, muhatabların 'hafi olarak mansubtur, yani "onlar korkarak ve ümid ederek" demektir.

İkinci Mesele

Şimşeğin korku ve ümid oluşu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Şimşek çaktığında, yıldırım düşmesinden korkulur ve yağmur yağması ümid edilir. Nitekim şâir el-Mütenebbi "Yağmur yüklü siyah bulutlar gibi bir delikanlı. Ondan hem korkulur, hem de ümit beklenir. Tıpkı, buluttan hem hayat umulması, hem de yıldırımlarından korkulması gibi" demiştir.

2) Mesela yolcu ve torbasında hurma ile kuru üzüm bulunan bir kimse gibi, yağmurun yağmasında zararı olanlar, yağmurdan korkar; yağmurun yağmasında faydası olanlar da onu ümid edip beklerler.

3) Dünyada gerçekleşen herşey, kimilerine göre en hayırlı, kimilerine göre de en şerli şeylerdir. İşte yağmur da, ister zaman, ister mekan cihetinden olsun, ona tam o zaman muhtaç olanlar için en hayırlı, yağmurdan zarar görecek kimseler için de en şerli birşey olur.

Üçüncü Mesele

Bil ki, şimşeğin meydana gelmesi, Allah'ın kudretine delâlet eden, enteresan bir delildir. Bunu şöyle izah ederiz:

Bulutların, birtakım sıvı ve nemli parçalar ile, kuru ve yaktcı parçalardan meydana gelmiş cisimler olduğunda şüphe yoktur. Yine Bulutun galib özelliğinin, o sıvı parçaları olduğunda şüphe yoktur. Su, soğuk ve nemli; ateş ise kuru ve yakıcı bir maddedir. Taban tabana zıd olan iki şeyden birinin diğerinden meydana gelmesi, aklın kabul edeceği birşey değildir. Binâenaleyh zıddı zıddan meydana getirecek; hür ve irade sahibi bir failin mutlaka olması gerekir.

Buna göre şayet, "Niçin şöyle demlemesin: Rüzgar, bulutun kütlesinin içine girmiş ve soğuk da bulutun dış yüzeyini kaplamıştır. Böylece bulutun dış yüzeyi âdeta donmuştur. Sonra bu rüzgar, bulutu zorlayarak paramparça etmiştir. Böylece bu şiddetli parçalanmadan, sert bir hareket meydana gelmiştir. Bu sert hareket, ısınmayı doğurur ki, iste şimşek budur" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Söylediğiniz henjey, aklın hilafınadır. Bu hususu, birkaç şekilde izah edibitiriz:

a) Eğer durum böyle olsaydı, "her nerede ve her ne zaman bir şimşek meydana gelirse, mutlaka bir gök gürültüsü de meydana gelir. Gök gürültüsü ise, o bulutun parçalanmasından meydana gelen sestir" denilmesi gerekirdi. Halbuki durumun böyle olmadığı malumdur. Çünkü çoğu kez, peşisıra bir gök gürlemesi olmaksızın şimşek çakabilir.

b) Bu hareketin çok kuvvetli olması sebebiyle, meydana gelen ısınma, bulutur soğukluğunu gerektiren, o sıvı özelliğinin zıddıdır. Bu kuvvetli zıd mevcud olduğuna göre, bulutta daha nasıl o kuru ve yakıcı özellik bulunabiliyor? Aksine biz diyoruz ki, büyük ateşler bile, üzerine su döküldüğünde söner. Halbuki bulutun tamam aslında sudur. O halde, o bulutta daha nasıl, zayıf da olsa bir ateş şulesi meydana gelebiliyor?

c) Size göre, ateşin rengi yoktur. O halde, farzet ki o bulutun parçaları sebebiyle meydana gelen mevcut kuvvetten dolayı bir ateş meydana geliyor. Fakat ateşin o kırmızı rengi nereden peydah oluyor? Böylece, onların ileri sürdüğü sebebin zayi' olduğu ve sırf su olmasına rağmen bulutun kütlesinde meydana gelen ateşin ancak hakîm ve kadir bir kudret sayesinde olabileceği anlaşılır.

Bulutun Oluşması

İkincisi, ayetteki "(O) ağır bulutlan peydah edendir" buyruğu ile anlatılan husustur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Sehâb, cins ismi olup, müfredi, "sehâbetün" (bir bulut)dur. "Sikâl" ise, "sakıyletün" (ağır) kelimesinin çoğuludur. Çünkü sen tıpkı, (......) dediğin gibi, "Ağır bulut ve ağır bulutlar" da dersin." Bulutların ağır oluşu, taşıdıkları sudan dolayıdır.

Bil ki bu da, Allah'ın kudret ve hikmetinin delillerindendir. Çünkü bulutun o sıvı cüzlerinin, ya hava boşluğunda meydana geldiği, yahut da yeryüzünden yükseldikleri söylenebilir. Binâenaleyh eğer birincisi olursa, onların o boşlukta meydana gelmelerinin, hakîm ve kadir bir var edicinin onları var etmesi ile olması gerekir ki, elde etmek istediğimiz netice budur. Yok eğer ikinci ihtimal, yani onların yeryüzünden yükselmiş olmaları ihtimali söz konusu olursa, bu hususta, "O sıvı parçacıkları soğuk hava tabakasına ulaştıklarında donarlar ve böylece ağırlaşırlar, daha sonra da yeryüzüne düşerler" denilmesine gelince, biz deriz ki: "Bu, yanlıştır. Çünkü yağmurlar farklı farklıdırlar. Bazan damlalar büyük, bazan küçük; bazan birbirine yakın, bazan uzak; yağmurun uzun zaman yağmasında olduğu gibi bazan uzun süreli, bazan kısa süreli olur. Binâenaleyh yeryüzünün ve buharları ısıtan güneşin karekteri ayrı (değişmez) olmasına rağmen yağmurların değişik şekillerde olması, mutlaka hür ve irade sahibi bir yaratıcının tahsisi ile (bu özellikleri onlara vermesi) ile olmalıdır. Hem sonra tecrübeler de, duâ ve niyazın, yağmurun yağmasında büyük bir tesirin olduğuna delalet etmektedir. İşte bundan ötürü yağmur namazı meşru kılınmıştır

Binâenaleyh yağmurun yağmasında müessir olanın, tabiat ve onun özelliği değil, hür ve irade sahibi bir failin kudreti olduğunu anlıyoruz.

Gök Gürlemesf

Üçüncüsü, bu ayette zikredilen "ra'd" (gök gürültüsü)dür. Cenâb-ı Hak, "Gök gürültüsü hamd ile, melekler de O'nun korkusu ile O'nu tesbih ederler" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu görüşler söylenmiştir:

1) Ra'd, bir meleğin adıdır. Gök gürültüsü ile işitilen ses ise, o meleğin Cenâb-ı Hakk'ı tesbih edişinin sesidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir yahûdi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, gök gürültüsünün ne olduğunu sormuş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ra'd, elinde ateşten mızrak bulunan ve onlarla bulutlan Allah'ın dilediği yere sürüp götüren, bulutlar üzerinde görevli bir melektir" Tirmizi, tefsir, 14 (5/294); Müsned 1/274. buyurdu. Bunun üzerine onlar, "O halde, duyduğumuz o ses ne?" dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O da, onun bulutlan sürmesidir " buyurdu. Hasan 'nin, "O, Allah'ın yarattığı bir vardıktır, ama bir melek değildir" dediği rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre, "ra'd", bulutlar üzerinde görevli olan melektir, gök gürültüsü de, onun Allah'ı tesbih edişidir. O sese de, "ra'd" denmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu husus da bunu tekid eder: İbn Abbas, bir gök gürültüsü duyduğunda, "Ey Ra'd, senin tesbih ettiğin Allah'ı, ben de tesbih ederim" derdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah ağır bulutlan yarattı. Onlar, en güzel bir şekilde konuşur, en güzel bir biçimde gülerler, onların konuşması, gök gürültüsü; gülmesi de şimşektir." Müsned, 5/435.

Bil ki bu, uzak bir ihtimal değildir, çünkü ehl-i sünnete göre, hayatın bulunması için, mutlaka bir bünye şart değildir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, bulutun parçalarında hayatı, ilmi, kudreti ve konuşmayı yaratması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre duyulan ses, bulutun bir işidir. Hem bu, nasıl uzak görülebilir ki? "Semender" Matbu nüshada böyle ise de, doğrusu Semenderdir. Bu: "küçük bir kurtçuk olup ateşi söndüren bir sıvı salgılar. Bu sebepten ateşte yanmadığı söylenir." (Müncid), ateşten; kurbağanın soğuk sudan; büyük kurtçukların, uzun zaman beklemiş kardan meydana geldiklerini görmekteyiz. Hem, Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) zamanında dağların; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da çakıl taşlarının Allah'ı tesbih etmeleri akıldan uzak görülmediğine göre, bulutların tesbihi nasıl uzak görülebilir?

Bu görüşe göre, ister bir melek olsun, ister başka birşey olsun, "ra'd" denen şey hakkında iki görüş vardır:

1- O, bir melek değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu kelime üzerine 'Ve melekler" diye, melekleri atfetmiştir. Halbuki ma'tûf, matufun aleyhden başka bir şeydir.

2- Bunun, melekler cinsinden olması da uzak bir ihtimal değildir. Hak teâlâ'nın "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mîkâil'e düşman olursa" (Bakara, 96) ve "Biz, peygamberlerden, senden, Nûh'dan, İbrahim'den misâk almıştık" (Ahzab. 7), ayetlerinde de olduğu gibi, Cenâb-ı Hak "ra'd"i, şerefini göstermek için ayrıca bizzat zikretmiştir.

2) Ra'd, o belli (gök gürültüsü) sesin adıdır. Bununla beraber "o ses", Allahü teâlâ'yı tesbih eder. Çünkü tesbih, takdis ve benzeri şeyler ancak, Allahü teâlâ'yı takdis ve tenzih manasında olan bir lafzın bulunmasıdır. Binâenaleyh o sesin meydana gelmesi, noksanlıktan ve mümkin bir varlık olmaktan münezzeh olan bir zâtın mevcudiyetine delil olunca, gerçekte bu bir tesbih olmuş olur ki, " Hiçbirşey hâriç olmaksızın, herşey O'nu hamd ile tesbih eder" (isra, 44) ayetinin anlattığı mana da budur.

3) Ra'd'in tesbih etmesinin manası, onu (gök gürültüsünü) duyan insanların Allah'ı tesbih etmeleridir. İşte bu sebebten ötürü, insanların bu tesbihi gök gürültüsüne (ra'd'a) nisbet edilmiştir.

4) Sûfilere göre "ra'd", meleklerin sesleri; "berk" (şimşek) ise, kalelerinin ve gönüllerinin sıcak nefesleri; yağmur da, onların gözyaşlarıdır.

Semavî-Rûhanî Varlıklar

Eğer, "Ra'd ne demektir?" denilirse, deriz ki: Bu hususta geniş izahı, (Bakara, 19) ayetinin tefsirinde yapmıştık.

Cenab-ı Allah, "Melekler de O'nun korkusu ile (onu tesbih ederler)" buyurmuştur. Bil ki bazı müfessirler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu "melekler" ile, "Ra'd"in yardımcısı olan melekleri kastetmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Ra'd adlı o meleğe, yardımcılar vermiştir. O halde, bu ifadenin manası, "O melekler de, Allah korkusu ve haşyetinden ötürü, Allah'ı tesbih ederler" şeklindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "O melekler, Allah'dan korkarlar, ama insanların korkusu gibi değil, çünkü onlardan hiçbiri, sağında ve solunda kimin olduğunu bilemez ve onları, yeme, içme ve başka birşey Allah'a ibadetten alıkoyamaz."

Bil ki muhakkik feylesoflar "Bu ulvî neticeler, ancak semavî ve ruhanî bir güç ile tamamlanır. Binâenaleyh bulutların, kendilerini idare eden belli bir semavî ruhu vardır. Rüzgar ve benzeri diğer gök hadiselerinin durumu da aynıdır" demişlerdir ki bu, "Ra'd, Allah'ın bir meleğinin adıdır ve o, Allah'ı tesbih eder" diye naklettiğimiz görüşün aynısıdır. O halde, işte bu ibare ile müfessirlenn ifade ettikleri görüş, muhakkiklerin feylesoflardan naklettikleri şeyin aynısdır. O halde bunu inkâr etmek, aklı olana nasıl yakışır?

Yıldırım Hakkında

Dördüncüsü; Bu ayette zikredilen delillerin dördüncüsü, Hak Teâla'nın ıteî ""O, yıldırımlar gönderip, onunla kimi dilerse çarpar öldürür" ayeti ile ifâde ettiği şeydir. Bil ki, "savâik"in manasını daha önce, Bakara suresinde, (Bakara, 19) zikretmiştik. Müfessirler bu ayetin, Âmir b. et-Tufeyl ile, Lebîd b. Rabi'a'nın kardeşi Erbet b. Rabia hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir: Bu ikisi, mahkemeleşmek için diye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş, ama aslında onu öldürmeyi planlamışlardı. Erbet b. Rabî'a "Rabbimizi bize anlat. O bakırdan mı, yoksa demirden midir?" demişti. Geriye dönünce, üzerine bir yıldırım düşmüş.onu yakmıştı. Allah, Âmir'e de, tıpkı bir deve hastalığı gibi bir hastalık vermiş, o da Benû Selûl'den bir kadının evinde ölmüştü.

Bil ki "yıldırım" işi, gerçekten enteresandır. Çünküobazan buluttan çıkar. Buluttan indiği zaman ekseriya denize dalar ve denizin derinliklerindeki balıklan yakar. Feylesoflar, onun kuvvetini anlatmada mübalağa etmişlerdir. Bunun Allah'ın kudretine delil getirilişinin izahı şöyledir: "Ateş, sıcak ve kurudur. Onun tabiat ve karakteri bulutun tabiat ve karakterine zıddır. Binâenaleyh sıcaklık ve kuruluk bakımından bulutun tabiatının, alıştığımız ve bildiğimiz ateşin tabiatından daha zayıf olması gerekir. Fakat durum böyle değildir. Çünkü o (yıldırım), bu dünyanın ateşinden daha kuvvetlidir. Binâenaleyh onun, bu özelliğe sahib oluşunun, mutlaka bir fâil-i muhtarın, bu özelliği ona vermesi ile olması gerekir.

Mücadelenin Buradaki Manası

Bil ki Allahü teâlâ bu dört delili zikredince, "Halbuki onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar" buyurmuştur. Allah Tealâ, "Allah, her dişinin neye gebe olacağını bilir" (Ra'da, 8) buyurarak ilminin kemalini beyân etmiş idi. Bu ayette de, kudretinin kemâlini beyan etmiştir. "Onlar ise Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar " yani "O kâfirler ise, bu delillerin ortaya çıkmasına rağmen, Allah hakkında hâlâ mücâdele ediyorlar" demektir. Bu, birkaç manaya gelebilir:

1) Bundan maksat, "Rabbimizi bize anlat, O, bakırdan mı, demirden mi?" diyen kâfirin sözüne reddir.

2) Bununla, o kâfirlerin, öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri kabul etmeme hususundaki mücâdelelerini reddetme manası kastedilmiştir.

3) Bununla, onların (Kur'an'dan) başka mucize istemeleri reddedilmiştir.

4) Bununla, onların (çarçabuk) başlarına kökünü kazıma azabının gelmesini istemeleri reddedilmiştir.

Bu ifadenin başındaki "vâv" (ve) edatı ile ilgili olarak şu iki görüş belirtilmiştir:

a) Bu, vâv-ı haliyyedir ve ifâdenin manası, "Yıldırım, Allah'ın dilediği kimselere onlar Allah hakkında mücâdele ederken, çarpar öldürür" şeklindedir. Çünkü Erbet Allah hakkında mücâdele ettiği zaman, yıldırım çarpıp onu öldürmüştür.

b) Bu, vâv-ı isti'nâfiyedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki o delilleri zikrettikten sonra, "Onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar" demiştir.

Şedîdü'l-Mihâl

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O, kudret ve azabında çetindir" buyurmuştur. "Mihâl" kelimesi ile ilgili bazı izahlar yapılmıştır: İbn Kuteybe şöyle demiştir: "Bunun başındaki mim harfi, zâid ilâve olup, kökü masdarıdır. Bunun bir benzeri de, "mekân" kelimesinin başındaki "mim" harfidir." Ezheri ise şöyle demiştir: "Bu görüş yanlıştır. Çünkü bir kelime, "misâl" gibi, "fi'âl" vezni üzere olur ve başında meksûr bir mim bulunursa bu mim kelimenin aslî harflerinden olur, mihâd (beşik), midâs (yatak) ve midâd, (hokka) kelimelerinde olduğu gibi. Alimler, bu kelimenin, kökünün ne olduğu hususunda şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1) Bunun, bir kimse bir başkasını yakalayıp, padişaha götürerek, onu ölümle yüz yüze getirdiğinde söylenen (......) deyiminden ve hile yollarına başvurup, bu hususta gayret gösteren kimse için söylenen (......) ifâdesinden alınma olduğu söylenmiştir. Buna göre kelimenin manası "Allahü teâlâ'nın, düşmanlarına karşı hile ve tuzağı, cezası ve ikâbı çok güçlüdür. Onları, hiç beklemedikleri bir şekilde helak eder" şeklindedir.

2) Mihâl, şiddet ve sıkıntı manasınadır. Kıtlık ve sıkıntı yıllarının da, "senetü'l-mahl" diye isimlendirilmesi bu yüzdendir. Yine aynı kökten olarak, "Falancaya mukavemet ettim, bakalım hangimiz daha şiddetli imişiz" denilir. Ebu Müslim ise, bu kelimenin, mahl masdarından, fi'âl vezninde "şiddet-kuvvet" manasında bir isim olduğunu, bu veznin karşılık ve ceza verme manasında kullanıldığını söylemiştir. Buna göre sanki mana, "Allah'ın karşılık ve ceza vermesi çok şiddetlidir" şeklinde olur.

Bu hususta müfessirlerin değişik izahları vardır: Mesela Mücahid ve Katâde. buna, "kuvveti çok çetin"; Ebu Ubeyde, "ikâbı çetin"; Hasan el-Basri, "intikamı çetin"; İbn Abbas da, "engellemesi çetin" manalarını vermişlerdir.

3) İbn Arefe şöyle demiştir: "Arapça'da, "mücâdele etti" manasında, (işi ile uğraştı) denilir. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, "mücâdelesi çok çetin olan" demektir.

ç) Bazı âlimlerin, bu ifâdeye, "kini ve öfkesi çetin" manasını verdikleri de rivayet edilmiştir. Ama çoğu alimler bunun doğru olmadığını, çünkü Allah için kinin düşünülemeyeceğini söylemişlerdir. Fakat biz, bu Tefsirimizde böylesi lafızlar Allah nakkında kullanıldığı zaman, bunların arazların (yani ifâde ettikleri sıfatların) başlangıçları (sebepleri) manasına değil, sonuçları ve neticelerine göre kullanıldıklarını söylemiştik. Binâenaleyh buradaki "kin" ile de, şu mana kastedilmiştir: "Allahü teâlâ, râdesi gizli olmakla beraber, o insana bu şerri (cezayı) ulaştırmayı irâde eder."

13 ﴿