3

"Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Çetin azabtan dolayı vay kâfirlere. Onlar dünya hayatını âhiretten üstün tutup severler, Allah'ın yolundan akkorlar. Onu eğriliğe çevirmek isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfi ve İbn Âmir, onu merfû ve mübteda, ondan sonra geleni de haber kabul ederek, ilk kelimeyi şekilde okumuşlardır. Bu kelimenin merfû okunabilmesi için, (O, Allah'dır) takdirinde düşünülmesi gerektiği de söylenmiştir. Diğer kıraat imamları ise, geçen ayetteki, "aziz" ve "hamid" kelimelerine atfederek, bunu cer ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu hususta biraz düşünmek gerekir. Çünkü bir kısım muhakkik alim, "Allah" kelimesinin, Hak teâlâ'nın alem (özel) ismi olduğunu söylerken, diğer bazıları da, bu kelimenin müştak (türemiş) bir kelime olduğunu benimsemişlerdir ki, bizce doğru görüş birincisidir. Bunun böyle olduğuna, şunlar da delâlet eder:

1) Müştak isim, kendisi için bir müştâkun minh (türediği kelime) bulunması gereken şeydir. Meselâ, "Esved" (siyah) kelimesi "kendisinde siyahlık bulunan şey"; "Nâtık" (konuşan) kelimesi de, "kendisinde konuşmanın meydana geldiği şey" demektir. Binâenaleyh eğer, "Allah" kelimesi, herhangi bir manadan iştikak etmiş (türemiş) bir isim olsaydı, o zaman onun, bir "müştâkun minhi"nin olduğu anlaşılırdı ki o takdirde bu mefhum, bizatihi (mefhum olarak) müşterekliğe mani olan bir durum ihtiva etmeyen külli bir mefhum olurdu.

Binâenaleyh eğer, "Allah" lafz-ı celâli müştak bir lafız olsaydı, o zaman, müşterek olmayı mümkün kılan bir mefhum olurdu.Eğer durum gerçekte böyle olsaydı, bizim "Lâ ilahe illallah" (Allah'dan başka ilah yoktur) şeklindeki sözümüz, tam bir tevhidi ifade etmiş olmazdı. Çünkü bu sözde müstesna olan "Allah" lafzı olup, kedisinde ortaklığın bulunmasına manî bir lafız olmamış olurdu. Ümmet, "Allah'tan başka ilah yoktur" sözümüzün, sırf tevhidi ifâde ettiğinde ittifak ettiğine göre, biz "Allah" lafzının bir alem (özel) isim olduğunu anlamış oluruz.

2) Biz, Allahü teâlâ'nın diğer sıfat ve isimlerini söylemek istediğimizde, önce "Allah" lafzını söyler, sonra bunu o sıfatlarla tavsif ederiz. Mesela,,(O, kendisinden başka ilah olmayan, rahman, rahim, melik ve kuddüs Allah'ıdır)" deriz. Bizim, bunu ters çevirip de, dememiz mümkün değildir. Binâenaleyh "Allah" lafzının, Hak teâlâ'nın zâtının alem ismi, diğer kelimelerin ise O'nun sıfatlarına delâlet eden lâfızlar olduğunu anlarız.

3) "Allah" lafzının dışındaki bütün isim ve sıfatlar, ya, "kuddüs ve selâm" gibi, Allah'ın selbî sıfatlarına; yahut, "Hâlık, Razık" gibi izafî sıfatlarına; yahut, "âlim ve kadir" gibi hakîkî sıfatlarına, yahut da üçünden meydana gelen şeylere delâlet eder. Binâenaleyh, "Allah sözü Cenâb-ı Hakk'ın husûsî zatının ismi olmasaydı, Allah'ın isimlerinin tamamı, O'nun sıfatlarına delâlet eden lafızlar olmuş olurlardı ve bu hususta, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını gösteren birşey bulunmamış olurdu ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü O, o olması bakımından hususi bir isminin olmaması, uzak bir şeydir.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun bir adaşı olduğunu bilir misin?"(Meryem, 65) ifadesi. Bundan murad, "Sen, ismi Allah olan başka bir Allah tanır mısın?" manasıdır. Bu da delâlet eder ki, "Allah" lafzı, O'nun hususi zâtının adıdır. İşte bu mukaddime zuhur edince, olması gereken güzel tertib, bunun hemen peşinden, "O, öyle Allah'dır ki vücüde getireceği her şeyi hikmeti muktezasmca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir" (Haşr, 24) ifadeleri gibi sıfatların gelmesidir. Ama bunun aksini yapıp da, meselâ, "O, takdir edendir. Var edendir, Varlıklara suret verendir. Allah'dır" denilirse, bu caiz değildir.

Merfû Kıraatin İzahı

Bu sabit olunca biz deriz ki, bu ifadeyi î şeklinde merfû okuyanlar, burada "Allahu" kelimesini mübteda, sonrasını da onun haberi yapmışlardır. Doğru olan da budur. Ama, "Allah" kelimesi, (......) kelimesine atfederek mecrur okuyanlara gelince, daha önce de açıkladığımız üzere, tertibin güzeli,,Allah'dır, yaratıcıdır" denilmesi olduğu için bu okuyuş şekli müşkildır. "Yaratandır, Allah'dır" denilmesine gelince, bu da güzel olmaz. İşte bu durumda alimler, buna verilecek cevap hususunda birkaç vecih üzere ihtilâf etmişlerdir:

1) Ebû Amr İbn el-Alâ şöyle demiştir: "Cer ile okuma, takdim ve tehir yaparak olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: "Göklerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu, hamîd, azîz olan Allah'ın yolu..."

2) Önce sıfatın zikredilip, sonra da ismin zikredilmesi; en sonunda da tekrar sıfatın getirilmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Arapça'da, "Saygı değer imam Muhammed'e, fakih olan ona uğradım" denilir ki, bu ifâde aynen Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin bir benzeridir. Bir husustaki sözün hakikati şudur: Biz daha önce, "Sırât"ın, âlim, kâdîr ve ganî olan bir zât-ı Ecell'in yolu, sıratı olduğu zaman ancak medhe ve övgüye mazhar olacağını beyan etmiştik. İşte Cenâb-ı Hak bu üç hususu (......) (ibrahim, 1) buyurarak beyan etmiştir.

Sonra, Cenâb-ı Hak bu manayı zikredince, bu aziz varlığın kim olduğu hususunda bir şüphe hasıl olmuş, bundan dolayı da, Cenâb-ı Hak, "Allah ki, göklerde ve yerde olan her şey O'nundur" ifâdesini ona atfetmiştir. Böylece de, o şüpheyi izale etmiştir.

3) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Allah" kelimesi, el-Azizi'l-Hakîm ifâdesi üzerine bir atf-ı beyândır..." Bu meselenin hakikati ise, bizim daha önce anlatıp ortaya koyduğumuz şeydir.

4) Biz bu kitabın ta başında, "Allah" kelimesinin esas vad'ı bakımından müştak bir kelime olduğunu, ancak ne var ki onun, örfte alem, yani hususî ve özel yerine geçtiğini zikretmiştik. İşte bundan dolayı her ne zaman, önce bu kelime (Allah kelimesi) zikredilir, sonra da ona diğer sıfatlar affedilirse, bu onun bir alem yani özel isim kılınmış olmasından dolayıdır. Ama bu ayete gelince, Allah kelimesi, Azîz ve Hamîd kelimelerinin sıfatı kılınınca, bu müştak bir lafız olduğuna hamledilmesi sebebiyledir; böyle olunca da haliyle sıfat olarak kalmıştır.

5) Kâfirler bazı kere, putları aziz ve hamid olmakla vasfediyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, "İnsanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegane galib, hamde layık olanın yoluna çıkarman için.." (ibrahim, 1) buyurunca, putlara tapanların zihninde, bu aziz ve hamid olanların bazan da putlar olabileceği fikri kalıvermiş bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu şüphe "Göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'ın yolu.." (ibrahim, 2) buyurmuştur.

Aziz ve Hamid olandan murad, göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'dır" demektir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur" ifadesi, Allahü teâlâ'nın, kesin olarak yükseklik cihetine, yönüne tahsis edilemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü, senin üzerinde ve olan her şeye, "semâ, gök, semâvât" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı şayat üst cihette, üst tarafta bulunsaydı, o zaman "semâ"da bulunmuş olurdu. Bu ayet ise, göklerde bulunan her şeyin O'nun mülkü olduğuna delâlet etmektedir. O zaman O'nun, kendi kendisinin mülkü olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece bu askerime Cenâb-ı Hakk'ın, üst cihette bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmiş olur.

Üçüncü Mesele

Bizim ehl-i sünnet alimlerimiz bu ayet ile, Cenâb-ı Hakk'ın kulların amellerinin yaratıcısı olduğu hususunda istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur" buyurmuştur.

Kulların amelleri de, göklerde ve yerlerde bulunmakta, oralarda meydana gelmektedir. İşte bu durumda O'nun memlûkudur manasında olmak üzere, Kulların fiillerinin Allah'a ait olduğunu söylemek vâcib olur. "Mülk" ise, "kudret" yetirmekten ibarettir; binâenaleyh, o fiillerin, Allah'ın makdûru, (yani Allah tarafından kendilerine güç, kudret yetirilen) olması gerekir. Bu fiillerin Allah'ın makdûru olduğu sabit olunca onların Allah'ın kudretiyle meydana gelmesi vâcib olur. Aksi halde kul, Allahü teâlâ'yı, makdurunu meydana getirmekten men etmiş olur ki, bu da imkânsızdır.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "hasr" manası taşımaktadır. Bunun manası şudur: "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler, ancak O'nundur; başkasının değil!." Bu da gösterir ki, Allah'dan başka bir mâlik ve bir Hâkim bulunmamaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak bunu zikredince, bunun hemen peşinden tehdidi kâfirlere yönelterek şöyle buyurdu: "Çetin azabtan dolayı tau kafirlere? Bunun anlamı ise şudur: "Onlar, göklerin ve yerin, aynı zamanda onlarda bulunan her şeyin mâliki olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp da, bir zarar ve bir fayda veremeyen; kendisi yaratılmış olup hiçbir şey yaratamayan; idrâk kabiliyetleri ve fiilleri bulunmayan nesnelere tapmaya başlayınca, işte bundan dolayı (onlara) yazıklar olsun! Sonra, böyle olan herkese yazıklar olsun!" Cenâb-ı Hak "Veyl"i bu kimselere tahsis etmiştir. Çünkü mana, "Onlar şiddetli bir azâbtan dolayı feryâd ediyor, ondan ötürü çığlıklar atıyorlar ve "Eyvah o azaba! Aman!" diyorlardı" şeklindedir.

Bunun bir benzeri de, kâfirlerin ahirette ölümü temenni edeceklerini ifâde eden (Furkan, 13) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendilerini, en büyük azabı ifâde eden "veyl" ile tehdit etmiş olduğu o kafirlerin sıfatını beyân etmiştir. Onların sıfatlarından üç çeşidi zikretmiştir.

Dünyayı Ahirete Tercih Fitnesi

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar dünya hayatım, ahiretten üstün tutup severler" ayetinin ifâde ettiği husus. Bununla ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Sen eğer dilersen, ellezine kelimesini önceki ayette geçen kâfirine kelimesinin sıfatı yaparsın, istersen onu mübtedâ yapıp, ulâike kelimesini de onun haberi kabul edersin, istersen de, "kınama" manası taşıyan mahzuf bir (......) fiilinin mef'ûlü olmak üzere); mansûb kabul edersin.

İkinci Mesele

"el-İstihbâb ". bir şeyi sevmenin peşine düşmektir. Derim ki: İnsan bazan bir şeyi sever de, fakat, o şeyi sevmesi hoşuna gitmez. Meselâ, fısk-u fücura meyleden adamın hali gibi.. Fakat bu kimse, fısk-u fücuru seviyor olmaktan hoşlanmaz. Bir şeyi sevip de, onu seviyor olmayı arzulayarak, işte bu muhabbeti sevmiş olmaya gelince, evet bu, muhabbet ve sevginin zirvesi ve nihâî noktasıdır. Binâenaleyh, "Onlar dünya hayatını... severler" ifâdesi, onların, dünya hayatına karşı duyulan muhabbetin zirvesinde bulunduklarına delâlet eder. İnsan, ahiret hayatından ve bu geçici dünyanın kusurlarından habersiz olduğu zaman böyle olabilir. Böyle olan bir kimseyse, mezmûm ve adi sıfatların en uç noktasında bulunuyor demektir. Çünkü bu hayat, kusur ve nakısaların pekçok çeşidiyle vasfedilmiştir.

Dünya Hayatının Özellikleri

a) Bu hayat sebebiyle, elemlerin, hastalıkların, gam ve kederlerin, korkuların ve hüzünlerin kapısı açılmıştır.

b) Hakikatte bu lezzetlerin sağladığı tek şey, elemleri savuşturmaktır. Ruhanî ve manevî lezzetler ise bunun aksinedir. Çünkü onlar, bizatihî lezzet ve saadettirler.

c) Bu dünya hayatının lezzetleri, inkıtâya, kesintiye ve nihayete ermeleri sebebiyle, buruktur.

d) Onlar, değersizdir, azdır. Kısaca, bu dünya hayatını, ancak onun kusurlarından gafil olan ve yine, uhrevi,manevî hayatın üstünlüklerinden habersiz bulunan kimse sevebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Halbuki ahiret daha hayırlı, daha süreklidir" buyurmuştur. İşte bu ifâde, daha önce zikretmiş olduğumuz her şeyi içine almaktadır.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "Onlar, dünya hayatını, ahiretten üstür tutup severler" buyurmuştur. Burada bir haz" bulunmakta olup, bunun takdiri şöyledir: "Onlar dünya hayatını severler ve onu, ahiret hayatına tercih ederler..." Böylece Cenâb-Hak, kendisi vasıtasıyla, sırf dünyayı sevmenin, ancak onu ahirete terci" etmenin de kendisine bitişmesinden sonra mezmûm olacağı anlaşılsın diye, bu iv vasfı birleştirmiştir. Buna göre, dünya hayatını, kendisiyle gönül faydalarına ve ahiret -hayırlarına ulaşmak için seven kimseye gelince: Bu kimse, ahiretine zarar verecek bir şeyi tercîh etmek suretiyle onu ahiretine üstün tutmadığı sürece, mezmûm ve kınanmış olamaz. Mezmûm ve kınanan sevgi ise, ancak belirtilen o sevgidir.

Allah Yolundan İnsanları Uzaklaştırma

2) Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın yolundan alıkorlar" ayetinin ifâde ettiği husus... Bil ki, dünyayı (mezmûm olan) bir sevgiyle sevip üstün tutanlar, sapmışlardır. Başkalarını Allah'ın yoluna girmekten men edenler ise, saptıranlardı, azdıranlardır. İşte, birinci safha onların dalâlette olduklarına; onların Allah yolundan saptırdıklarını gösteren bu safha ise Onların saptıran, azdıran, idlâl edenler olduklarına işaret etmektedir.

Hak Yolu Eğriltme Teşebbüsü

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu eğriliğe çevirmek isterler" ayetinin ifâde ettiği husus... Bil ki, saptırmak iki safhada olur:

Birincisi: Başkalarını saptırmaya gayret etmek ve onu, dosdoğru olan yola ve sırat-ı müstakime vasıl olmaktan alıkoymak.

İkincisi: Onun, hak yola çeşitli şekk ve şüpheler atmak için çaba göstermesi ve yapabildiği her türlü hile ve desise ile, onun durumunu takbih edip çirkin göstermeye çalışmasıdır ki bu, dalâl ve idlâlin doruk noktasıdır. İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak. "Onu eğriliğe çevirmek isterler" buyurarak işaret etmiştir.

Keşşaf sahibi: "Bu ifâdede aslolan "Onun için eğrilik isterler şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, harf-i cer hazfedilmiş ve fiil mef'ulü harf-i cer'siz almıştır" demiştir.

Dalalet Hakkında "Uzak" Sıfatının Manası

Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin hallerinin bu üç mertebesini zikredince, onlarır sıfatlarıyla ilgili olarak iüjl "İşte onlar, pek uzak bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak şu sebeplerden dolayı, sapıklığı "uzak olmak"la vasfetmiştir:

1) Biz, sapıklık derecelerinin en ilerisinin, Allahü teâlâ'nın bu derecede vasfetmiş olduğu o şey olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh bu mertebe, haktan son derece uzak olan bir mertebedir. Çünkü, meselâ siyah ve beyaz gibi, zıt olan iki şeyin şartı, onların birbirlerinden son derece 'uzak' olmalarıdır. Binâenaleyh burada da, bu tarz üzere tahakkuk eden sapıklık, haktan son derece uzak olan bir sapıklık, dalâi olmuş olur. Zira, bu sapıklıktan daha şiddetli ve daha ileri derecede bir sapıktık düşünülemez.

2) Bununla, onların sapıklık yolundan hidâyet yoluna döndürülmelerinin uzak oluşu kastedilmiştir. Zira o sapıklık, onların içine yerleşmiş, orada temerküz etmiştir.

3) Bu ayetteki "dalâl" ile, onların helak olmaları murad edilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar, sona ermeyen ve uzun süren bir helak içindedirler" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, ayetteki baîd (uzak) sözü ile, o sapıklığın süresinin uzamasını ve sona ermemesini kastetmiştir.

Dinin Her Ümmete Tebliği

3 ﴿