4

"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O. yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Her Ümmete Peygamber Gönderilmesi

Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, "Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, çıkarman için onu sana indirdik" (ibrahim, 1) buyurunca, bu, bu büyük makamın kendisine verilmesi bakımından hem peygamber için bir lütuf, hem de kendilerine, onları inkâr karanlıklarından kurtarıp imanın nuruna ulaştıran bir peygamberin gönderilmiş olması açısından da insanlara ve mahlûkata bir lütuf olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu ayette, işte bu iki bakımdan, nimet ve ihsanını tamamlayacak olan şeyi zikretmiştir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbetle bunun bir lütuf olmasına gelince, Allahü teâlâ: "Ey Muhammed,, diğer peygamberler sadece kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Sen ise, bütün mahlûkata peygamber olarak gönderildin Binâenaleyh, bu in'âm, senin hakkında daha mükemmel ve daha üstün olmuş olur" şeklinde beyan buyurmuştur.

Bunun, bütün mahlûkata nisbetle bir ikram olmasına gelince, Allahü teâlâ bunda, her kavme, ancak o kavmin lisanıyla konuşan bir peygamber gönderdiğini beyan ederek açıklamıştır. Zira durum her ne zaman böyle olursa, onların, o şerîatin sırlarını anlamaları, onun özüne vakıf olmaları daha kolay; yanlıştan ve hatadan uzaklaşmaları da, o nisbette müyesser olur. İşte, ayetin kendinden önceki ifadelerle münasebetle' budur.

İkinci Mesele

Bazı kimseler bu ayet-i kerime ile, dillerin tevkîfı değil de ıstılahî oldukları hususunda istidlal etmiş ve şöyle demiştir Çünkü tevkîfîlik ancak, peygamberler göndermek ile meydana gelir. Bu ayet-i kerime ise, bütün peygamberlerin ancak, kendi kavimlerinin lisânı ile gönderilmiş olduğuna delâlet eder. Bu da, dillerr peygamberlerin gönderilmesinden önce bulunmasını iktizâ eder. Durum böyle olunca, bu dillerin tevkif (vahy) ile meydana gelmesi imkânsız olur. Böylece de, dillerin, ıstılahi olarak meydana gelmesi vacib olur.

Üçüncü Mesele

Yahudilerden, kendilerine İseviyye denilen bir grup, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ın Resulü olduğunu, ama diğer bütün toplumlara değil de, sadece Araplâra gönderilmiş olduğunu iddia etmişler ve iki bakımdan ayete tutunmuşlardır:

1) Kur'ân, Arapça ile nazil olduğuna göre, içinde bulunan fesahat sebebiyle onun bir mucize olduğunu ancak Araplar bilebilir. Bu durumda da Kur'ân, ancak Araplara bir hüccet olmuş olur. Arap olmayanlar için bir hüccet olmaz.

2) Onlar şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın "Biz hiçbir peygamberi ke kavminin dilinden başkasıyla göndermedik" buyruğundaki "lisân"dan murad, Arapça'dır. Bu da şöyle denilmiş olmasını gerektirir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için Araplardan başka kavim yoktur. Bu da, O'nun sadece Araplara gönderilmiş olduğuna delâlet eder.

Buna şöyle cevap verilir: Ayetteki (kavmini) kelimesi ile "Onun beldesinin halkı, ahalisi" manasının murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Binâenaleyh kavmihi kelimesinden maksat, onun davet kapsamına giren kimseler değildir. Onun davetinin umumî ve bütün insanlara şamil olduğunun delili, "De ki: "Ey insanlar şüphesiz ben, Allah'ın sizin hepinize, hatta, ins ve cin âlemine göndere:-peygamberim" (Araf, 158) ayetidir. Çünkü, meydan okuma, yani tehaddi insanla'a karşı olduğu gibi, aynı zamanda cinlere karşı da vaki olmuştur. Bunun delili, "Andolsun, ins ve cin, şu Kur'ân'ın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine benzerini getiremezler" (İsra, 88) ayetidir.

Dördüncü Mesele

Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, dalâlet ve hidayetin Allah'dan olduğuna, "Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür" ayetini delil getirmişlerdir. Ayetin bu hususa delâleti açıktır. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bunu, şu rivayet de tekid eder: Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer(radıyallahü anh) bir grup insan içinde karşı karşıya geldiler ve seslerini yükselttiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Bu nedir, noluyor?" dedi: Ordakilerden birisi: "Ya Resûllallah, Hazret-i Ebu Bekir, "hasenat Allah'dandır, seyyiât kendimizdendir" diyor; Hazret-i Ömer de: "ikisi de Allah'dandır" diyor. Bazı kimseler, Hazret-i Ebu Bekir'e, bazısı da Hazret-i Ömer'e tâbi oldular" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir'in söylediğini araştırıp öğrendi. Sonra onun söylediğinden memmun olmadı. Bu, yüzünden anlaşılıyordu. Sonra Hazret-i Ömer'e yöneldi; onun söylediğini de araştırıp öğrendi. Bunun üzerine, yüzünde bir memnuniyet belirtisi hasıl oldu. Sonra da şöyle buyurdu: "İsrafil (aleyhisselâm), Cebrail ile Mikâil arasında nasıl hükmetmişse, ben sizin aranızda öyle hüküm vereyim: Cebrail, ey Ömer, aynen senin söylediğin gibi; Mikaîl de, ey Ebu Bekir, senin söylediğin gibi söylemişti. Bunun üzerine İsrafil, bütün kaderin, onun hayrının ve şerrinin Allah'dan olduğuna hükmetti. İşte, benim, sizin aranızdaki hükmüm bu."

Mu'tezile'nin Bu Ayeti Te'vili

Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetin zahirî manası üzere icra edilip anlaşılması mümkün değildir. Bu, birkaç şekilde izah edilebilir:

1) Allahü teâlâ, "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın" buyurmuştur. Bu, "Biz, her peygamberi kavminin lisanıyla gönderdik ki, onlara bu mükellefiyetleri kendi lisanlanyla beyan etsin. Binâenaleyh, onların bu beyânı anlamaları daha kolay, maksat ve gayeyi anlamaları ve idrakleri daha mükemmel olur" demektir, Bu söz, eğer Allah'ın peygamber göndermekten maksadı, mükellefler için imanın meydana gelmesi olursa, ancak sahih ve doğru olmuş olur. Ama eğer Allah'ın bundan maksadı onları saptırmak ve onlarda küfrü yaratmak olursa, o zaman bu söz o maksada uygun olmaz.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara, "Sizde, küfrü ve dalâleti yaratan Allah'dır" dediği zaman, onların, "Öyle ise, senin beyân ve açıklamanın faydası nedir? Gönderilmendeki maksat nedir? Allah'ın bizde yaratmış olduğu küfrü kendimizden gidermemiz mümkün müdür?" deme hakkı doğardı. Bu durumda, nübüvvetin tebliğ ve çağrısı batıl olmuş, peygamberlerin gönderilmesi de boşuna olmuş olurdu.

3) Küfür, Allah'ın yaratması ve meşietiyle meydana gelirse, o zaman küfre râm olmanın da vacib olması gerekir. Çünkü Allah'ın kazasına rıza, vâcibtir. Bu, akıllı olan bir kimsenin söyleyeceği bir şey değildir.

4) Biz, daha önce bu ayetten önceki, "insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için" ifadesinin, "adl" görüşüne delâlet ettiğini, yine bu ayetin sonunda bulunan, "O, yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesinin de aynı şeye delâlet ettiğine dair deliller getirmiştik. Binâenaleyh, küfrü ve kabih fiiller yaratan ve bunları murad eden, daha nasıl hakîm olabilir? İşte bu izahlarla, ayetteki. "Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür" ifadesinin, "Allah kulda küfrü yaratır" manasına hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olur. Bundan dolayı, ayetin teviline yönelmek gerekir. Biz, bu teviller hususunda, Bakara sûresinde (Bakara, 26) ayetinin tefsirinde geniş açıklamalarda bulunmuştuk.

Bunların bir kısmını tekrarlamakta bir sakınca yoktur:

a) " İdlâlden murad, o kimsenin kâfir olup dalâlette bulunduğuna hükmetmektir. Nitekim, "Falanca, falancanın kâfir ve sapık olduğuna hükmetti" manasında denilir.

b) "İdlâl" onları cennet yolundan cehennem yoluna götürmekten ibaret; "hidâyet" de cennet yoluna irşâd etmekten ibaret olabilir.

c) Allahü teâlâ, sapmış olanı dalâleti üzerinde bırakıp, ona müdahele için, sank onu saptırmış gibi olmuştur. Yine, hidâyete ermiş olana da, lütuflarıyla yardım ettıç için, sanki onu hidayete erdiren kendisi olmuş gibidir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir "İdlâlden murâd, Allah'ın, kulu tamamen kendi haline bırakması ve lütuflarını ondar esirgemesidir. Hidayetten murad, Allah'ın muvaffakiyet vermesi ve lutfetmesidir

Razi'nin Mutezileye Cevabı

Mutezile'nin ilk önce söyledikleri, "Ayetteki, "Onlara apaçık anlatsın" ifâdesi Allah'ın onları saptırmış olmasına uygun düşmez" şeklindeki sözlerine şöyle diyerek cevap veririz: Ferrâ şöyle demiştir: "Bir fiilden sonra bir başka fiil zikredildiği zaman eğer ikinci fiil, birinci fiile benzer (müşâkil) ise, onu ona atfedersin. Eğer, müşâkeleî bulunmuyorsa, onu yeni bir cümle yapar ve merfû yaparsın. Bunun bir benzeri. "Dilerler ki Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürsünler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz (Tevbe, 32) buyruğudur. Buradaki (......) ifadesi ref mahallindedir. Başkası caiz değildir. Çünkü (......) denilmesi güzel olmaz. Binâenaleyh, ikinci cümle birinci cümlenin mevkiinde olmadığına göre atıf yapılamaz. Yine, bunun bir benzeri: "Size apaçık gösterelim diye.. sizi.... rahimlerde durduruyoruz" (Hacc, 5) ayetidir. Arapların şu sözü de bu kabildendir: "Seni ziyaret etmek istedim; fakat, yağmur beni alıkoyuyor." Son fiil, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı, merfû olarak getirilmiş olup; kendisinden önceki mansûb fiile atfedilmemiştir. Şairin şu beyti de bunun gibidir:

"Onu (şiiri) beyan edip açıklamak ister, (fakat) onu anlaşılmaz hale getirir." Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Allahü teâlâ bu ayette, önce (......) buyurmuş, sonra da (......) buyurarak, yudıllü fiilini merfû olarak zikretmiştir. Bu, o fiilin, müste'nef olarak, kendisinden öncesine atfedilmeksizin zikredildiğine delâlet eder. Ben derim ki: Mana bakımından bu sözün izahı şudur: Allahü teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, bu şeriatları o kavmine beyân edip anlatması, kavminin alıştığı ve bildiği lisanla olsun diye, ancak kavimlerinin lisanlanyla gönderdik." Allah bundan sonra, "İş böyle olmakla beraber, Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidâyet eder" demiştir. Bu ifâdenin gayesi, beyânın kuvvetli olmasının, mutlaka hidayetin meydana gelmesini gerektirmeyeceğine, binâenaleyh, çoğu zaman beyân ve izah kuvvetli olduğu halde, hidayetin tahakkuk etmediğine, yine çoğu zaman, beyân zayıf olduğu halde hidayetin tahakkuk edebileceğine bir işarette bulunmaktır. Durum ancak böyledir; çünkü, hidâyet ve dalâlet, sadece Allah tarafından meydana gelir.

Mutezile'nin, "Dalâlet eğer Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, peygambere kâfir, "Senin beyânının ve davetinin hikmet ve faydası nedir?" diyebilirdi" şeklindeki ikinci sözlerine mukabil biz deriz ki: Buna şu durum mauarızdır: Hasmımız olan Mu'tezile'nin kendisinin de bu ayetlerin, o kimsenin sapık olduğunu haber verdiğini kabul etmesi de buna aykırıdr. Zira kâfir o muarıza şöyle diyebilir: "Senin ilâhın benim kâfir olduğumu haber verdiğine göre, eğer ben inanırsam, senin ilahın yalancı olmuş olur. Ben, senin ilahını yalancı kılmaya ve O'nun ilmini cehalete çevirmeye muktedir miyim? Buna gücüm yetmediğine göre, nasıl bana bu imanı emredersin?" diyebileceğini kabul etmektedir. Muarızımızın bize karşı getirmiş olduğu bu sorunun kendisi aleyhine de varid olduğu sabittir.

Mutezile'nin, "Buna göre, küfre razı olmak, vacib olmalıdır. Çünkü Allah'ın kaza ve kaderine rızâ, vacibtir. Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vacibtir" şeklindeki üçüncü görüşüne gelince, biz şöyle deriz:

Size göre, kulun, Allah'ı yalanlamaya ve O'nun ilmini cehalete dönüştürmeye çalışması vacibtir. Bu ise, sizin bizi ilzam etmek için ileri sürdüğünüzden daha şiddetli bir biçimde imkânsız olan bir ilzamdır. Çünkü Allahü teâlâ, o kimsenin kâfir olduğunu ve onun küfrünü bildiğini haber verdiğine göre, o kimsenin küfrünü gidermek, Allah'ın ilmini cehalete, doğru haberini yalana çevirmeyi iktizâ eder.

Mutezile'nin, "Bundan önceki, "Bütün insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa... çıkarman için" (ibrahim, 1) ayeti, Mutezile'nin görüşünün doğruluğuna delâlet eder" şeklindeki dördüncü iddialarına karşı deriz ki: Biz, ayetteki "Rablerinin izniyle" ifadesinin, ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna delâlet ettiğini anlatmıştık.

Mutezile'nin "Allahü teâlâ kendisini, ayetin sonunda hakim olarak vasfetmiştir. Bu, O'nun, küfrü yaratmasına ve irade etmesine aykırıdır" şeklindeki beşinci görüşüne karşı biz de deriz ki: Allahü teâlâ, kendisini burada, "azîz" diye de vasfetmiştir. Azîz, gâlib ve kahir olan demektir. Binâenaleyh, meydana gelmeyeceği halde kâfirden iman etmesini isterse, ya da onlardan küfür amelini irâde ederse, aziz ve galib olduğu için, bunlar hasıl olur. Böylece, Mutezilenin yapmış olduğu izahların zayıf olduğu sabit olur. Yine onların yaptıkları üç tevilin batıl olduğu bu kitapta tekrar tekrar anlatılmıştı. Binâenaleyh, yeniden anlatmaya gerek yoktur.

Daha Önceki Kısımla Münasebet

4 ﴿