9

"Musa, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir, hakkıyla hamde ancak O lâyıktır" demişti. Sizden evvelkilerin, Nûh, Ad ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelmiş, sayılarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği kavimlerin haberi size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık burhanlar getirmişti de, onlar ellerini ağızlarına götürüp, "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz ve sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" demişlerdi".

Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm), şükür ile meşgul olmanın dünyevi ve uhrevi hayırların artmasına vesile olacağını, küfran-ı nimetle meşgul olmanın ise, şiddetli azabı ve dünyevi-uhrevi çeşitli afetlerin meydana gelmesine sebeb olacağını açıklayınca, bunun peşisıra, şükrün faydalarının, inkârın (nankörlüğün) zararlarının ancak, şükredene ve nankörlük edene döneceğini; ibâdet edilen ve şükredilen zâtın ise, bu şükürden istifâde etmekten ve o nankörlükten dolayı zarar görmekten münezzeh olduğunu beyan buyurmuştur.

Allah'ın Müstağni Oluşu

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Musa, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir, hakkıyla hamde ancak o lâyıktır" buyurmuştur ki, bu ifâdenin maksadı, Allahü teâlâ'nın bu taatları, ma'bûd'a yönelik bir menfaatten ötürü değil, ibadet edenin kendisine yönelik faydalardan ötürü olduğunu anlatmaktır.

Bunun böyle olduğuna, ayetteki, "şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir" buyruğu delâlet etmektedir. Bu ifâde şu demektir: O, zâtı gereği vardır. Bütün sıfatları itibarı ile ve her bakımdan "vacibu'l-vücûd"dur. Çünkü eğer, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olmasaydı, varlığının yokluğuna üstün gelmesi bir müreccihe bağlı olurdu. O zaman da herşeyden müstağni olmuş olmazdı ve biz onu müstağni sayıyoruz. Bu ise bir "hulf'dür. Böylece O'nun müstağni oluşunun, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olmasını gerektirdiği sabit olmuş olur. O'nun zâtı gereği vacibu'l-vücûd olduğu sabit olunca, O'nun bütün kemâlatları bakımından vâcibu'l-vücûd olması da gerekir. Zira O'nun zâtı, bu kemâlâtın bulunması hususunda yeterli olmasaydı, O, bu kemâlâtın meydana gelmesinde başka bir sebebe muhtaç olurdu ve bu durumda da müstağni olmuş olmazdı. Halbuki biz O'nun müstağni olduğunu söylüyoruz. O zaman bu bir "hulf" olur. Böylece O'nun zâtının, bütün kemâlâtının tahakkukunda yeterli olduğu sabit olmuş olur. Böyle olunca da, O zâtı gereği hamîd olmuş olur. Çünkü hamîd, hamde müstehak olandır. Binâenaleyh, yaptığımız bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, ganî (müstağni) ve hamîd oluşunun, şükredenlerin şükrü ile artmamayı ve kâfirlerin nankörlüğü ile de noksanlaşmamayı gerektirdiği sabit olmuş olurdu. İşte bu manadan ötürü Cenâb-ı Hak, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah, ganî ve hamîddir" buyurmuştur. Bütün bu manalar, ince sırlardandır.

Bil ki ayetteki, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de, inkar etseniz" ifâdesindeki inkâr, ister küfür manasına, ister nankörlük manasına hamledilsin, mana değişmez. Çünkü Allahü teâlâ, bütün kemâlâtı ve kibriya ve celâl sıfatlarının tamamında, âlemlerden müstağnîdir.

Önceki Kavimlerden İbret Almak Gereği

Sonra Cenâb-ı Hak, "Sizden evvelkilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelmiş haberi size gelmedi mi?" buyurmuştur. Ebu Müslim el-İsfehânî "Bu ifâdenin de Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kavmine söylediği sözlerden olması muhtemeldir. Bundan maksad, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kendinden önceki kavimlerin helakini hatırlatarak kavmini korkutmasıdır. Bunun, geçmiş ümmetlerin durumlarını onlara anlatmak için Allah tarafından gelen ve ifâdesini Hazret-i Musa'nın dilinde bulan bir hitab olmasılda mümkündür ki, bundan murad da, geçmiş ümmetlerin hallerini öğrenmekle bir ibretin tahakkuk etmesidir. Her iki manaya göre de, bu maksad vardır. Fakat çoğu âlimler bunun, bizzat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine bir hitap olduğu kanaatindedirler demiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, ayette üç kavimden bahsetmiştir. Bunlar, Nûh, Ad ve Semûd kavimleridir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Onlardan sonra gelmiş. sayılarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu hususta şöyle İki ihtimal ileri sürmüştür:

1) Bu ifade, mübtedâ-haberden meydana gelmiş bir cümle-i i'tirâziyedir.

Zalimlerin Direnmesi

2) Ayetteki "Onlardan sonra gelmiş" cümlesi "Nûh, Âd ve Semûd kavimleri" ifâdesi üzerine atıftır, "Sayılarını Allah'dan başka kimse bilmez" ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır:

a) Bununla, "Onların sayılarının künhünü ancak Allah bilir. Çünkü Kur'ân'da onlardan ancak genel (mücmel) bir tarzda bahsedilmiştir. Ama esas sayıları, ömürleri, nasıl ve nice oluşları Kur'ân'da mevcud değildir" manası kastedilmiştir.

b) Bununla, "Haberleri bize hiç ulaşmamış olan birtakım kavimler kastedilmiştir. Onlar da, kendilerini (isimlerini) hiç bilmediğimiz birtakım peygamberleri yalanlamışlardır. Onları ancak Allah bilir" manası kastedilmiştir. Bu ikinci görüşü ileri sürenler, bütün nesebleri Hazret-i Âdem'e dayandıranların görüşlerini tenkid etmişlerdir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bu ayeti okuduğunda, "Nesebciler yalan söylüyor" yani, "Onlar. neseb ilmini bildiklerini iddia ediyorlar. Halbuki Allah bunun bilgisini kullarından almıştır" derdi. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da: "Adnan ile Hazret-i İsmail arasında adlarını bilmediğimiz otuz baba (nesil) vardır" dediği rivayet edilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Bunların arasında (geçen) birçok (nesilleri) de (helak ettik)" (Furkân, 38) ve "Onların içinden sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimselerde var"(Mü'min,78)ayetleridir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nesebini Ma'd b. Adnan b. Eded'den daha ileri götürmeyip şöyle dediği rivayet edilmiştir "Neseblerinizden, sılâ-i rahim yapacaklarınızı (sıla-ı rahim yapmanız gereken akrabalarınızı) öğrenin. Yıldız (ilminden de), kendisi ile yolunuzu bulacak kadannı

Kâdî şöyle demiştir: "Bu izaha göre, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'den bu zamana (günümüze) kadar geçen senelerin miktarını kesin olarak bilmek mümkün değildir. Çünkü eğer bu mümkün olursa, Hazret-i Âdem'e kadar ulaşan neseblerin bilinebilmesi de uzak olmaz.

Buna göre eğer, "Hangi görüş daha evlâdır?" denilirse, biz deriz ki:

Bence ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü ayetteki, "(Sayılarını) Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği" kaydı, onların bilinemiyeceğini ifâde etmektedir. Bu, onların zâtlarının da bilinememesini iktizâ eder. Çünkü, eğer onların zâtları, kendileri malûm olsaydı, ama ömürlerinin müddeti ve sıfatlarının niteliği de meçhul olsaydı, o zaman onların zatlarının bilinmediğini söylemek doğru olmazdı. Ayet, onların zâtlarının bilinmediğine delâlet ettiğine göre, doğruya en yakın olanı, şüphesiz ikinci görüş olur.

Ellerini Ağızlarına Götürmenin Manası

Allahü teâlâ sonra, daha önce bahsedilmiş olan bu kavimlerin, peygamberler kendilerine, apaçık burhan ve mucizeler getirdikleri zaman, bazı işler yaptıklarını nakletmiştir. Bunlardan birincisi "Onlar ellerini ağızlarına götürdüler" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bunun manasıyla alakalı iki görüşbulunmaktadır:

1) Buradaki "el" ve "ağız"dan murad, malûm olan iki uzuvdur.

2) Bunlardan murad, o iki uzvun dışındaki başka bir şeydir.. Allah bunları, mecazî olarak zikredip ifadede bir genişlik meydana getirmek dilemiştir, Birinci görüşte olanlara göre, bunun üç izahı bulunmaktadır:

Birinci İzah kelimelerindeki zamirler, kâfirlere racidir. Buna göre birkaç ihtimal söz konusudur:

a) Kâfirler, peygamberleri görmelerinden ve onların sözlerini işitmelerinden dolayı ortaya çıkan kin ve sıkıntılarından ötürü ellerini ağızlarına götürüp ısırmışlardır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "(Size karşı olan) kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar" (Al-i imran, 119) ayetidir. Bu görüş, İbn Abbas ve İbn Mesûd (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Kadî'nin tercih ettiği görüş de budur.

b) Kâfirler peygamberlerin sözlerini işittikleri zaman buna şaşakaldılar, alay edip gülüştüler. İşte bu esnada gülmekten kınlan ve elini ağzına götüren kimsenin yaptığı gibi, ellerini ağızlarına götürmüşlerdir.

c) Onlar, bununla, peygamberlere, söyledikleri sözden geri durmaları ve bunu söylememelerini işaret etme anlamına ellerini ağızlarına götürmüşler "sus" demek istemişlerdir. Bu görüş, Kelbî'den rivayet edilmiştir.

d) Onlar elleriyle, dillerine ve "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki sözlerine işaret etmişlerdir. Yani, "Sizin söylediklerinize karşılık bizim cevabımız budur! Bizden, bundan başka cevap beklemeyin!" demektir. Bu, onların, hiç tasdik etmeyeceklerini bildirmek ve bu hususta peygamberleri ümitsiz düşürmek için söyledikleri bir sözdür. Baksana, ayette "Onlar, ellerini ağızlarına götürüp, "Bizsize gönderileni inkâr ettik!" dedikleri nakledilmiştir.

İkinci İzah: Buradaki iki zamir de, peygamberlere racidir. Bunda "'i mana muhtemeldir:

1) Kâfirler, peygamberlerin ellerini tutup, onları susturmak ve sözlerini kesmek için, ağızlarına koymuşlardır.

2) Peygamberler, o kâfirlerden tamamen ümit kesince, sustular ve ellerin ağızlarına koydular. Çünkü kim bir topluluğun yanında bir söz söyler, onlar da o sözü reddederlerse, bundan dolayı da o kimse onlardan korkarsa, onlara bir daha bu söz-asla söyleyemeyeceğini göstermek için, çoğu zaman elini ağzına kor.

Üçüncü İzah: (......)'deki zamir 'kâfirlere, (......)'deki zamir de peygamberlere racidir. Buna göre iki izah bulunmaktadır:

1) Kâfirler, peygamberlerin nasihat ve öğütlerini, sözlerini işittikleri zaman, onlar yalanlayıp reddetmek gayesiyle, (kes sesini, yeter artık! dercesine) elleriyle peygamberlerin ağızlarını göstermişlerdir.

2) Kâfirleri, peygamberlerin konuşmalarını engellemek için, ellerini onlar -ağızlarına kapamışlardır. Çünkü, birisinin konuşmasını iyice engellemeye çalışan kimse, ona böyle yapar.

Ayet-i kerimedeki "el" ve "ağız" kelimelerinin mecazî manada zikredildiğ seklindeki ikinci görüşe göre bunun birkaç izahı bulunmaktadır:

Birinci İzah: Ebu Müslim el-İsfehani şöyle demiştir: "Buradaki "el"den murad peygamberlerin konuşup izhar ettikleri hüccetlerdir. Bu böyledir, çünkü, hücceti duyurmak, büyük bir in'âmda bulunmak; "in'âm"da, "nimet'de "el" olarak isimlendirilir. Meselâ, bir kimse birisine iyilik yaptığı zaman, kendisine iyilik yapılan kimse, "Falancanın bende bir eli var" der. Bazan, "el", kendisiyle pazarlık ve yapılan akid murad edilerek zikredilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların ellerinir. üstündedir" (Fetih, 10) buyurmuştur. Binâenaleyh, peygamberlerin zikrettikleri ve anlattıktan deliller, birer nimet ve birer "erdirler. Yine, onların, kavimleriyle yapmış oldukları anlaşmalar da, birer "erdir. "Yed" (el) kelimesinin, azlık ifade eden (cem'i kılleti), çoğulu eydî; çokluk ifâde eden çoğulu (cem-i kesreti) ise, eyâdfdir. Böylece, peygamberlerin beyyinelerinin ve akidlerinin, "eydî" (eller) diye isimlendirilmesinin, doğru ve uygun olduğu sabit olmuştur. Onların nasihatlan ve ahidleri sadece ağızdan çıkıp, ama kabul edilmediğinde, geldiği yere dönmüş gibi olur. Bunun bir benzeri de, "O zaman siz o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz, (hakkında) hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz" (Nûr, 15) ayetidir. Kabul etmek, ağızdan ağızla almak olunca, reddetmek de ağza geri göndermek gibi olur." İşte bu izahın anlatımında, Ebu Müslim'in sözünün tamamı budur.

İkinci İzah: Muhammed İbn Cerir, bazı alimlerden, "Onlar ellerini ağızlarına götürdüler" ifadesinin, "Onlar, cevap vermediler" manasında olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Cevap vermeyen kimse için, "elini ağzına götürdü" denilir. Araplar, birisi kendisine cevap vermeyip sustuğu zaman, "Falancaya bir hacetimi söyledim de, o da elini ağzına kapattı" demektedirler. Sonra Taberî bu görüşün zayıf olduğunu söyler ve şöyle der: "Onlar, bilakis, peygamberleri yalanlayarak cevâp verdiler. Çünkü, "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz" dediler.

Üçüncü İzah: Ayetteki "eller"den murad, Allah'ın, onlara vermiş olduğu zahirî ve batini nimetlerdir. Onlar, peygamberleri yalanladıkları zaman, bu nimetlerin, izâle ve yok edilmesine sebebiyet vermiş oldular. Buna göre, "Onlar, ellerini ağızlarına götürdüler" ifâdesinin manası, "Onlar, Allah'ın nimetlerini, ağızlarından çıkan kelimelerle, kendilerinden reddettiler" anlamındadır. Buradaki "fî" harf-i cerrinin ba (ile) manasında olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanılması mümkündür.

Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların ikincisi, onların "Biz, size gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki sözleridir. Bu, "Biz sizin, Allah'ın sizi gönderdiğini iddia ettiğiniz şeyi, yani peygamberliğinizi inkâr ediyoruz" demektir. Çünkü onlar, o peygamberlerin Allah katından gönderildiğini kabul etmiyorlardı. Bil ki, birinci mertebede onlar, peygamberlerin sözlerini kabul etmek hususunda susmuşlar ve peygamberleri, bu iddialarında susturmaya çalışmışlardır. Bu ikinci mertebede ise, açıkça, kendilerinin bu bi'seti. risâleti inkâr ettiklerini söylemişlerdir.

Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların üçüncüsü, onların şu sözleridir. "sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şüphe ve şek içindeyiz." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Buradaki fiil, nûnun idğamiyle (......) şeklinde de okunmuştur. "Murîb" kelimesi, ya şüpheye düşüren; ya da şüpheli, şüpheye bulaşmış olan manasında olup, (şüpheye düşürdü, şüpheli oldu) fiilindendir. Bunun masdarı olan "rayb", nefsin daralması, bir işe tam ısınamaması ve kani olamaması anlamındadır.

Şayet: "İkinci mertebede onlar peygamberlerin peygamberliğini İnkâr ettiklerini zikrettikleri halde, daha nasıl bundan sonra yine kendilerinin, peygamberlerin sözlerinin doğruluğu hususunda şek ve şüphe içinde bulunduklarını söylemişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:

Onlar sanki şöyle demektedirler: "Biz ya, sizin peygamberliğinizi tamamen inkâr ediyoruz; yahut ta, bunu katî ve kesin olarak söylemiyorsak bile, en azından biz, nübüvvetinizin doğruluğu hususunda da şek ve şüphe içindeyiz. Her iki durumda da, sizin nübüvvetinizi itiraf edip kabul etmemize imkân yok." En doğrusunu Allah bilir.

Önceki Kısımla Münasebet

9 ﴿