10"Peygamberleri de şöyle demişti: "Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamak ve size muayyen bir zamana kadar mühlet vermek için (sizi hak dine) davet etmekte olan Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" Onlar da, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi, atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin" demişlerdi ". Bil ki bu kâfirler, peygamberlerine: "Biz, sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" (ibrahim, 9) dedikleri zaman, peygamberleri onlara: "Siz, Allah hakkında, Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı, canlarınızın, ruhlarınızın, rızıklarınızın ve bütün menfaatlerinizin yaratcısı, var edicisi oluşu hakkında mı şüphe ediyorsunuz? Biz sizi, sadece bu Mün'im'e, nimetler veren bu İlâh'a ibadete davet ediyor ve O'ndan başkasına ibadetten men ediyoruz. Bütün bu hususlar, doğruluğuna sarih aklın da delâlet ettiği şeylerdir. Öyleyse siz daha nasıl, "Biz, sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" diyorsunuz" demişlerdir. Ayetin bu tertibi, son derece güzeldir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" ifâdesi, istifham-ı inkârîdir (yani bu olacak şey mi? Şüphe etmeyiniz manasındadır). Cenâb-ı Hak bu hususu zikrettikten sonra, bunun peşisıra, "Gökleri ve yeri yaratan" diyerek, irâde sahibi yaratıcının varlığına delâlet eden hususları zikretmiştir. Biz bu kitapta göklerin ve yerin varlığının, bir Hakîm, irâde sahibi yaratıcı'ya muhtaç oluşuna, nasıl delâlet ettiğini tekrar tekrar ve çeçitli tarzlarda anlatmıştık. Binâenaleyh, onları burada tekrarlamayacağız. Keşşaf sahibi, "İstifham hemzesi zarfın (fi harf-i cerrinin) başına gelmiştir. Çünkü söz, şüpheyle alakalı değil, ancak, Allah'ın varlığından şüphe edilme ihtimali bulunmadığı hakkındadır" demiştir. Ben de derim ki: Bazı alimler insanın fıtratının, ince delillere vakıf olmadan önce de, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına şehâdet ettiklerini ve insanın ilk yaratılış fıtratının, buna şehâdet ettiğine aşağıdaki pekçok şeyin de delâlet ettiğini söylerler: 1) Akıllı kimselerden birisi şöyle demiştir: Kim bir çocuğun yüzüne bir tokat atarsa, bu tokat irade sahibi bir yaratıcının varlığına; teklifin mevcudiyetine, ceza yurdunun, âhiretin bulunduğuna ve peygamberin varlığına delâlet eder. Bunun irâde sahibi bir yaratıcının varlığına delâlet etmesine gelince, bu şöyledir: Çünkü akıllı bir çocuk, yüzüne bir tokat indiği zaman bağırır ve "Bana vuran kim?" der. Bu, ancak onun fıtratının, o tokadın, hiç yok iken meydana geldiği için, meydana gelişinin, onu yapan (vuran) bir failden dolayı ve onu varlık âlemine sokan (var eden) bir İrâde sahibinden dolayı olması gerektiğine delâlet ettiğini gösterir. Aslî (yaratılış) fıtratı, bu tokat hadisesinin, son derece önemsiz ve az olmasına rağmen bir faile muhtaç olduğuna şehâdet edince, âlemin bütün hâdiselerinin, bir faile muhtaç olduğuna, öncelikle şehâdet eder. Bunun, mükellefiyetin mevcut olması gerektiğine delâlet edişi de şöyledir: O çocuk, bağırıp çağırıp, "O adam beni niçin dövdü?" der. İşte bu da, onun fıtratının, insanın fiillerinin emir ve yasaklar dâiresine girdiğini, mükellefiyet şemsiyesi altında olduğunu ve insanın, istediği ve arzu ettiği herşeyi yapmak için yaratılmadığını gösterir. Bunun, âhiretin mutlaka olacağına delâlet etmesi de şöyledir: O çocuk-tokada karşılık, bir cezanın verilmesini ister ve bu cezayı istemesi, elde etmesi mümkün olduğu müddetçe, bunun peşini bırakmaz. Binâenaleyh asli fıtrat, o azıcık bir şeye karşılık mutlaka bir cezanın gerekli olduğuna şehâdet edince, bütün amellere karşı da bir cezanın gerekli olduğuna haydi haydi şahadet eder. Bunun, peygamberliğin bulunduğuna delâlet etmesi ise şöyledir: İnsanlar, suç ne kadar olursa olsun, suç nisbetinde, bunu işleyene bir cezanın gerektiğini kendilerine anlatacak birisine muhtaçtırlar. İşte peygamber de, bu işleri yapabilen ve insanlara o hükümleri açıklayabilen kimse demektir. Böylece, akıl fıtratının da, insan için mutlaka bu dört şeyin olacağına hükmettiği sabit olur. 2) Bunun yaratıcının varlığını ikrar (kabul) etmeye dikkat çekmesi açıktır. Çünkü fıtrat, çeşitli nakışlarla süslü, hikmete ve maslahata uygun güzel tertib ile bina edilmiş bir evin varlığının, ona bu nakışları veren, onu yapabilen ve hakîm olan bir ustası olmaksızın meydana gelmesinin imkansız olduğunu bilir. Gerek ulvî ve gerek süflî âlemdeki hikmetlerin bu küçücük evde bulunan hikmetli işlerden daha çok olduğu malumdur. Binâenaleyh insanın fıtratı, o nakışların, bir nakışçıya, o evin bir ustaya muhtaç olduğuna şahadet edince, bu âlemin, hakim, hür ve irade sahibi bir faile (yaratıcıya) muhtaç olduğuna haydi haydi şahadet eder. 3) İnsan, çok şiddetli bir skıntıya ve güçlü bir belaya düştüğünde ve ona göre, hiç kimsenin kendisine yardım etme ümidi kalmadığında, asıl fıtratının ve yaratılışının neticesi olarak; kendisini bu beladan kurtaracak, o bela bağlarından ve ağlarından çıkaracak bir varlığa yalvarır yakarır. İşte bu da, ancak fıtratın, bir yaratıcı ve yöneticiye ihtiyaç hissedildiğine şehâdet etmesinden başka birşey değildir. 4) Varlıklar, ya bir müessire ihtiyaç duymamış olurlar, ya duymuş olurlar. Eğer ihtiyaç duymamış ise, o zaman bu, zatı gereği vâcib olan bir varlık demektir. Çünkü zâtı gereği vâcib olan, başkasına muhtaç olmayan varlık demektir. Eğer bir varlık bir müessirden (kendisi var etme hususunda tesirli olan bir varlıktan) müstağni olmamış ise, bu muhtaç bir varlık demektir. Muhtaç olanın da, mutlaka ihtiyaç duymuş olduğu bir varlığın olması gerekir. O varlık da, hür ve irâde sahibi olan, o yaratıcıdır. İnsan İhtiyatlı Olan Yolu Seçmelidir 5) Hür ve irade sahibi, mükellef kıtan bir ilahın varlığını ve âhiretin varlığını kabul etmek, en ihtiyatlı olan yoldur. Binâenaleyh bu ihtiyatlı yolu seçmek gerekir. Bunun şöyle dört mertebesi vardır: a) Böyle bir ilahın varlığını kabul etmek en ihtiyatlı olandır. Çünkü faraza böyle bir ilah olmazsa, O'nun varlığını ikrar ve kabul etmenin bir zararı olmaz. Ama böyle bir ilah varsa, O'nu inkâr etmek en büyük bir zarar olur. b) Onun fâil-i muhtar olduğunu kabul etmek... Çünkü eğer o fail, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat,iradesiz, otomatik olarak yaratan bir varlık) ise, O'nun hür ve irade sahibi olduğunu kabul etmenin bir zararı olmaz. Fakat O, hür ve irade sahibi bir varlık ise, O'nun böyle olduğunu inkâr etmek en büyük bir zarar olur. c) O'nun kullarını mükellef tuttuğunu kabul etmek. Çünkü eğer O, kullarından hiçbirini hiç birşeyle mükellef tutmamış ise, O'nun kullarını mükellef tuttuğuna inanmanın bir zararı olmaz. Ama eğer mükellef tutmuş olduğu halde, böyle olduğuna inanılmaz ise, bu en büyük zarar olur. d) Ahiretin varlığını kabul etmek... Faraza, gerçekjâhiret diye birşeyin olmadığı şeklinde ise, âhiret var diye inanmada bir zarar yoktur. Çünkü bu inanç, sadece maddî lezzetlerin elden çıkarılmasına sebeb olur. Maddî lezzetler ise zaten az, eksik ve önemsizdir. Yok eğer ahiretin varlığı gerçek ise, onu inkâr etmede en büyük zarar vardır. Böylece bu hususları kabul etmenin, daha ihtiyatlı bir yol olduğu ortaya çıkar. Binâenaleyh bunlara inanmak gerekir. Zira, akıl da açıkça, insanın, mümkün olduğu kadar kendisinden zararları gidermesinin gerektiğine hükmeder. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Allah, göklerin ve yerin yaratıcısı oluşunu bir ilahın varlığına delil getirince, rahmet, kerem ve cömertlik vasıflarının en mükemmeli ile o ilahı (kendisini) tavsif etmiş ve bunu şu iki şekilde beyân etmiştir: 1) "Günahlarınızdan bağışlamak için., (hak dine) sizi davet eder." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Eğer birisi ifâdesindeki min edatının getirilmesinin sebebi nedir?" derse buna şöyle cevap verilir: "Bu, kâfirlere, hitap edilirken böyle kullanılır. Mesela min zünübikum (günahlarınızdan bir kısmım) (Nün, 4 ve Ahkâf, 31) ayetlerinde de böyledir. Cenâb-ı Hak, mü'minlere hitab ederken de zunûbekûm (günahlarınızı) (Saf, 12) buyurmuştur. İstikra (iyice araştırma) da, bunu gösterir," Keşşaf sahibi sonra da şöyle der: "Sanki bu, iki hitabı birbirinden fark yapmak ve ahirette bu iki fırkayı birbiriyle aynı tutmamak içindir." "Allah bu ifâde ile, kâfirler ile kendisi arasında olan hakları bağışlayacağını kastetmiş, onlarla insanlar arasındaki haksızlıkları bağışlamayacağını beyan buyurmuştur" da denilmiştir. Bu da Keşşaf sahibi'nin sözüdür. Vahidi, "Basît"inde şöyle der: Ebu Ubeyde, bu min edatının zâid olduğunu söylerken; Sibeveyh "zâid" sözünün, Allah'ın kelamı için kullanılmasını hoş karşılamamıştır. Biz, bu kelimenin zâîd olmadığını söylediğimizde, iki izah yapabiliriz: a) Bu min ile, ba'ziyyet (bir kısım) manası kastedilir, ama burada mecazî olarak, günahların tamamı manası kastedilmiştir. b) Buradaki min bedeliyye (yani) manasınadır. Buna göre, mana "sizi mağfiret için, yani günahlarınızı bağışlamak için" şeklindedir. Böylece min günahlara bedel olarak "mağfiret" manasını ihtiva ettiği için getirilmiştir. Kâdî şöyle der: "Ebu Bekr el-Esamm, bu edatın, ba'ziyyet (kısmîlik) manasını ifâde ettiğini söylemiştir. Buna göre mana, "Siz tevbe ettiğinizde, Allah sizin büyük günahlarınızdan bağışlar. Ama küçük günahlara gelince, onları bağışlamaya hacet yoktur. Çünkü onlar zaten bağışlanmış olur" şeklindedir." Kâdî şöyle der: "Ben bu izahı akıldan uzak görüyorum. Çünkü kâfirlerin küçük günahları ancak tevbe ile affedilmesi hususunda, büyük günahları gibidir. Küçük günahların affedilmesi meselesi, onların mükâfastlarının, cezalarından daha fazla olması bakımından, mü'min ve muvahhidler için bağışlanır. Fakat hiçbir mükâfaatı bulunmayan kimselerin, hiçbir günahı küçük de olmaz, affedilmez de..." O, daha sonra sözüne devamla, "Bu hususta bir başka izah da şudur: "Kâfir tevbe ederken ve Allah'a yönelirken bazı günahlarını unutabilir. Binâenaleyh o günahlardan bağışlanan, ancak onun tevbe ettikleridir" der. Alimlerin bu husustaki görüşlerinin tamamı bundan ibarettir. Ben derim ki: Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, tevbe etmeksizin mü'minlerin günahlarını affedebileceğine delâlet eder. Bunun delili ayetteki; "Günahlarınızı bağışlamak... için davet ediyor" ifadesidir. Cenâb-ı Hak bu ifâde ile, ehl-i imanın, tevbe şart olmaksızın günahlarının bazısını bağışlayacağını vaadetmiştir. Binâenaleyh bazı günahları tevbesiz olarak mutlak olarak bağışlaması gerekir. Bu "bazı günahlar" küfür değildir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, küfrü ancak tevbe ile ve imana girmekle bağışlayacağına dâir icmâ oluşmuştur. Dolayısıyla tevbesiz olarak bağışlayacağı o bir kısım günahların, küfrün dışında kalan günahlar olması gerekir Ayetteki Min Edatı Hakkında Çeşitli İzahlar İmdi, eğer, "Ebu Ubeyde'nin dediği gibi, ayetteki min edatının zâid olduğu niçin ileri sürülmesin? Yahut da biz deriz ki: Buradaki "bazı" ifadesi ile, Vahidî'nin dediği gibi "hepsi" manası murad edilmiştir. Yine Vahidî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla, günahların sevablarla (iyi işlerle) değiştirilmesi kastedilmiştir. Yahut deriz ki: Keşşaf sahibi'nin de dediği gibi bununla hitab bakımından mü'minin kâfirden ayırdedilmesi kastedilmiştir. Yahut, Esamm'ın dediği gibi, deriz ki: Bununla, bu bağışlamanın büyük günahlara has olduğu manası kastedilmiştir. Yahut da, Kâdî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla iman ederken, kâfirin hatırına getirdiği günahları kastedilmiştir" denilirse; biz deriz ki: Bütün bu izahların hepsi zayıftır. Ayetteki min edatının zâîd olduğu görüşüne gelince, bu, Allah'ın kelamında bulunan bir kelimenin yersiz olduğunu söylemeye götürür. Zaruret olmadıkça, insanın bu manayı alması caiz değildir. Vâhidi'nin; "Bu min edatı ile, "hepsi" manası kastedilmiştir" şeklindeki görüşü, Ebu Ubeyde'nin görüşünden farksızdır. Çünkü ifâdesinden elde edilen mana "Allahü teâlâ, sizin günahlarınızı bağışlar" şeklinde olur ki, Ebu Ubeyde'den nakledilen de bunun aynısıdır. Nakledildiğine göre Sibeveyh bu izahı kabul etmemiştir. Vahidî'nin: "Bununla, günahların sevablarla değiştirilmesi kastedilmiştir" şeklindeki görüşüne gelince, min edatının "bedel" manasına gelmesi Arapça'da söz konusu değildir. Keşşaf sahibi'nin, "Bununla, şerefi göstermek için, mü'mine yapılan hitabın, kâfire yapılan hitapdan ayrı olması kastedilmiştir" şeklindeki görüşüne gelince, bu büyüklenme kabilinden olmuş olur. Çünkü bu "bazılık" manası eğer varsa. böyle bir cevabı zikretmeye hacet yok. Yok eğer böyle birşey söz konusu değil ise. cevap yanlış olur. Esamm'ın görüşünün yanlış olduğunun izahı daha önce geçmişti. Kâdî'nin görüşüne de şöyle cevap veririz: "Kâfir müslüman olduğunda bütün günahları bağışlanır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Günahtan "tevbe eden, o günahı işlememiş bir kimse gibi olur" İbn Mace, Zühd, 30 (2/1420) buyurmuştur Binâenaleyh bunların yaptıkları bütün bu izahların, birer zorlama ve yersiz izah olduğu sabit olur. Onların aksine, bu ifade ile bizim kastettiğimiz husus kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bazı günahları tevbesiz olarak bağışlayacağını bildirmiştir. Küfre gelince, bu da günahlardandır, ama Allahü teâlâ onu ancak tevbe ile bağışlar. Allahü teâlâ'nın, iman etmesi şartı ile bir kâfirin büyük günahlarını, o tevbe etmeksizin bağışlayacağı sabit olduğuna göre, bunun mü'min için tahakkuk etmesi daha evlâdır. Hazırlıksız olarak hatırıma gelen şeyler, bunlardan ibarettir. Allah, işin gerçeğini en iyi bilendir. 2) Allahü teâlâ'nın bu ayette vaadettiği şeylerden birisi de"Size muayyen bir zamana kadar mühlet vermek için" buyruğunun ifâde ettiği husustur. Bununla ilgili şu iki izah yapılabilir: a) "Siz, eğer iman ederseniz, Allah ölümünüzü belli bir zamana kadar erteler, aksi halde peşin olarak, kökünüzü kazıyacak bir azab verir." b) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu "O sizi, öleceğiniz zamana kadar dünyada, güzel ve hoş şeylerle faydalandırır" demektir." Eğer, "Allahü teâlâ, "Ecelleri geldiği zaman artık bir saat geri de kalmazlar, öne de geçemezler" (Yunus, 59) buyurmamış mıdır? Öyle ise nasıl burada da, "Sizi muayyen bir zaman kadar mühlet vermek için" buyurmuştur?" denilirse, biz de deriz ki "Bu meseleyi, En'âm süresindeki ayetinin tefsirinde ele almıştık." Beşer Olmaları Sebebiyle Resullere İtiraz Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberler bütün bunları kâfirlere anlatınca, onları "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi, atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin" dediklerini nakletmiştir. Bil ki bu ifâde, şu üç çeşit şüpheyi ihtiva etmektedir: Birinci Şüphe: İnsanların şahısları, insanlık mahiyeti açısından birbirine eşittir. Binâenaleyh şahıslar arasındaki farkın, bu dereceye ulaşması imkansız olur. Bu fark da, insanlardan birisinin, Allah katından gönderilmiş, gaybtan haberdâr, melekler . Kâfirler şöyle diyorlardı: "Eğer sen bu ilâhî, kıymetli ve yüce haller hususunda bizden farklı isen, yeme, içme, def-i hacet ve cinsî münasebet gibi şeylere ihtiyaç duyma şeklindeki, âdi ve değersiz hallerde de bizden farklı olmalıydın." Bu şüphe onların, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz" şeklindeki sözlerinden anlaşılmaktadır. Taklid Ve Gelenekten İleri Gelen Şüphe İkinci Şüphe: Onlar atalarını, alimlerini, ileri gelenlerini, putlara ibadet etme hususunda ittifak etmiş ve mutabakat sağlamış bir durumda bulmuşlardı. Onlar şöyle demişlerdi: "O öncekiler, çokluklarına ve keskin zekâlarına rağmen, bu dinin bâtıl olduğunu anlayamamışlar da, şu bir tek adam mı bu dinin fâsid ve batıl olduğunu anlamış...!?" Halk, çoğu kez, alim bir kimse öncekilerden birisinin sözünün zayıf ve tutarsız olduğunu açıkladığında, "Senin sözünün doğruluğu ancak, o öncekiler şu anda mevcud olsalardı o zaman ortaya çıkardı. Ama ölülerle münazara etmek kolay!" derler. Bu, ancak ahmakların ve beyinsizlerin söyleyeceği birşeydir ki, kâfirler böyle söylemişlerdir. Bu şüphe ayette, "Siz, bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz" ifâdesinden anlaşılmaktadır. Üçüncü Şüphe: Onlar şöyle derler: "Mucize, asla doğruluğa delil olmaz!1 Onlar mucizenin doğruluğa delil olduğunu kabul etseler bile, o peygamberferin getirdiği mucizeleri tenkid etmiş, bunun alışılagelmiş şeylerden olduğunu, beşer takati dışında kalan mucizelerden olmadığını iddia etmişlerdir. İşte bu şüpheye de ayetteki. "Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin " ifadesi ile işaret edilmiştir. Bu ayetin, benim gücümün yettiği nisbette tefsiri işte budur. Allah en iyi bilendir.  | 
	
﴾ 10 ﴿