12"Peygamberler: onlara dedi ki: "Biz de sizin gibi, insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah,nimetini kullarından dilediğine ihsan eder. Allah'ın izni olmaksızın, bizim size bir hüccet getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır. Hem biz niçin Allah'a güvenip dayanmayalım ki; bize dosdoğru yollan O göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler". Bil ki Allahü teâlâ, Kâfirlerin nübüvvet konusunu tenkid için ileri sürdükleri şüpheleri nakledince, peygamberlerin, o şüphelere verdikleri cevapları da nakletmiştir. Birinci Şüphe, kâfirlerin, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı şudur: Peygamberler, durumun böyle olduğunu kabul etmişler, ama beşer olma bakımından ortada olan eşitliğin, peygamberlik makamının bazı insanlara verilmesine manî olmadığını, çünkü bunun, Allahü teâlâ'nın kullarından dilediğine verdiği bir makam olduğunu, durum böyle olunca da bu şüphenin düşeceğini açıklamışlardır. Nübüvvetin Vehbî Veya Kesbî Olduğu Münakaşası Bil ki bu makamda ince ve kıymetli şöyle bir bahis vardır; Bazı İslam feylesofları şöyle demişlerdir: İnsan gerek ruhu, gerek bedeni bakımından, bazı kıymetli, yüce ve kutsî özellikler taşımadığı müddetçe, o kimsede peygamberlik sıfatının tahakkuk etmesi aklen imkânsızdır. Ehl-i sünnet ve'l cemaattan olan Zahirîler, peygamberliğin, Allah'ın dilediği kullarına hibe ettiği bir bağış olduğunu, bunun tahakkuk etmesinin, peygamber olan şahsın diğer insanlardan daha çok ruhi işrâk (aydınlanma) ve kudsî kuvvet sahibi olmasına dayanmadığını iddia etmişler ve bu ayeti delil getirerek, "Allahü teâlâ, nübüvvetin tahakkukunun sırf kendisinin bir lütfü ve bağışı olduğunu beyân etmiştir" demişlerdir. Bu konudaki söz, çetrefilli, derin ve incedir. Birinci görüştekiler, Zahirîlere şöyle cevap vermişlerdir: "O peygamberler, tevazu gösterdikleri için, kendilerinin ruhî ve bedenî faziletlerinden (üstünlüklerinden) bahsetmemiş, sadece, "Fakat Allah nimetini (nübüvvetini), kullarından dilediğine ihsan eder" demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, bu nübüvvet nimetlerini, ancak, bu seçimi haklı kılacak faziletlere sahib kimselere nasib ettiği malumdur. Nitekim Hak teâlâ, "Allah. Peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (Enam, 124) buyurmuştur. İkinci Şüphe: Onların, "selefimizin dinimiz üzerinde mutabakat sağlamış olması, bunun hak olduğuna delalet eder. Çünkü büyük bir kalabalık tarafından görülmeyen (yanlışlığın), bir tek adam tarafından görülmesi uzak bir ihtimaldir" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı, birinci şüpheye verilen cevabın aynıdır. Çünkü hak ile batılı, doğru ile yalanı birbirinden ayırdetme kabiliyeti, Allah'ın bir lütfü ve fazlıdır. Binâenaleyh Allah'ın kullarından bazısına bunu lütfedip, büyük bir kalabalığı bundan mahrum etmesi uzak bir ihtimal değildir. Kâfirlerin Keyfî Olarak Mucizeler İstemeleri Üçüncü Şüphe ise, onların, "Biz, getirdiğin bu mucizelere razı olmuyor, daha kuvvetli ve kesin mucizeler istiyoruz" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı peygamberlerin, "Allah'ın izni olmaksızın bizim size bir hüccet getirmemize imkan yoktur" şeklindeki sözüdür. Bu cevabı şöyle izah ederiz: "Bizim getirdiğimiz ve tutunduğumuz mucizeler, kesin bir hüccet, ezici bir bürhan ve tam bir delildir. Sizin istediğiniz şeyler ise, fazladan olan bazı işlerdir. Bu hususta hüküm, Allah'a aittir. Binâenaleyh eğer O, bunları yaratır ve verirse, bu O'nun bir lütfudur. Yok eğer yaratmaz ise, adalet de O'na aittir. Çünkü yeterli mucize (delil) ortaya çıktıktan sonra, O'nun aleyhine hükmedilemez " Resullerin Sebat ve Metanetleri Daha sonra Allahü teâlâ o peygamberlerinin bütün bunların peşisıra, "Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" dediklerini haber vermiştir. Görünen odur ki, o peygamberler kâfirlerin şüphelerine karşı bu cevapları verince, kavimleri onları akılsızlıkla itham edip onları korkutmak istemişlerdir. İşte bu anda peygamberler (aleyhisselâm). "Biz sizin korkutmanızdan çekinmeyiz ve tehdidlerinize aldırmayız, Çünkü biz, Allah'a tevekkül etmişiz ve O'nun lütfuna sırtımızı dayamışız" demişlerdir. Belki de Hak Subhânehû ve Teâlâ o peygamberlere, kâfirlerin, kendilerine hiçbir kötülük ve belâ getiremiyeceklerini vahyetmiştir. Böylece bir vahiy olmasa bile, peygamberlerin, kavimlerinin sefihliklerine (akılsızlıklarına) iltifat etmemiş olmaları da uzak bir ihtimal değilidir. Çünkü peygamberlerin ruhları ilahî bilgilerle ve gayb âleminin ışıklarıyla aydınlanmıştır. Ruh, ne zaman böyle sıfatlara (özelliklere) sahib olursa, maddî (dünyevî) hallere pek az aldırır, sıkıntılı veya sevinçli, bolluk veya darlık hallerinde, bu şeylere pek değer vermezler, işte bu sebebten ötürü, Allah'a tevekkül etmiş. Allah'ın lutfuna sarılmış, arzu ve isteklerini Allah'ın dışında kalan herşeyden kesip, sadece Allah'a bağlamışlardır. Ayetteki "Hem biz niçin Allah'a güvenip dayanmayalım ki? Bize dosdoğru yolları O göstermiştir" ifadesi de, geçen ifâdede" kastedilen mananın, söylediğimiz mana olduğuna delâlet eder, yani, "Allahü teâlâ bu ruhî dereceleri, rabbanî, ilâhî bilgileri bize nasîb edince, Allah'a güvenmememiz bize nasıl yakışır? Aksine bize yakışan O'na tevekkül edip, işlerimizin olması içip ancak O'na güvenmemizdir. Çünkü kulluk şerefini elde edip, ihlas ve mükaşefe makamına ulaşan kimsenin, ister mülkü, ister milki, ister ruhu, ister cismi olsun. herhangi bir iş hususunda Hak'dan başkasına güvenip dayanması çirkin bir iş olur" demektir. Bu ayet Allah Teaâlâ'nın, kendisine kulluk etmede ihlaslı olan dostlarını. düşmanlarının hile ve tuzaklarından koruduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra o peygamberler "Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz" çünkü sabır, ferahlığın anahtarı ve hayırların doğuşunun vesilesidir. Hakk mutlaka gâlib ve kahir, batıl da mutlaka mağlûb ve makhûr olur" demişlerdir. Daha sonra da, tekrar 'Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir. Bu tevekkülün tekrar zikredilmesinin hikmeti şudur: Peygamberler, "Hem biz niçin Allah'a (tevekkül etmeyelim), güvenip dayanmayalım ki..." ifadeleri ile, kendileri için Allah'a tevekkülün gerekli olduğunu belirtmişlerdir. Daha sonra, kendileri ile ilgili şeyleri tamamlayınca, kendilerine uyan kimselere de bunu emrederek, "Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir ki, bu ifâde iyiyi ve güzeli emreden kimsenin, ancak o şeyi önce kendisi yaparsa tesirli olacağını gösterir. Şeyh (âlim) Ebu Hamid el-Gazali (r.h)'nin sözleri arasında özeti şöyle olan güzel bir bölüm gördüm: İnsan ya nakıs (noksan), ya kâmil olur. Yahut da bu iki durumdan uzak olur. İnsanın nakıs olması, ya zâtı bakımından olur, fakat başkasının halini noksanlaştırmaya çalışmaz, ya zâtı bakımından nakıs olur, bununla birlikte başkasını da nakıs hâle getirmeye uğraşır. Birincisi dâil (sapmış), ikincisi ise hem dâil (sapmış), hem mudil (saptırmış)tır. Kâmil olan insan da, ya kâmil olur fakat başkasını kâmil hale getiremez, ki bunlar evliyâullahdır; yahut hem kâmil olur, hem de nakıs olanları kâmil hale getirebilir ki bunlar da peygamberlerdir. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" (51) buyurmuştur. Gerek kemiyet (sayı), gerekse keyfiyet (kalite) bakımından noksanlık ve kemâl dereceleri ile saptırma ve kemâle erdirme dereceleri nihayetsiz olduğuna göre, hiç şüphesiz velayet ve hayat dereceleri de, kemâle ve noksanlığa göre sınırsızdır. O halde veli, başkasını mükemmelleştirmeye gücü olmayan kimse; nebî ise başkasını mükemmelleştiren (kemâle erdirebilen) kâmil insan demektir. Hem sonra ruhânî-nefsânî kuvvet bazan, iki noksan insanı kemale erdirmeye yeterli olur, bazan da bundan daha güçlü olur ve on kişiyi,yüz kişiyi kemâle erdirmeye yeterli olur. Bazan bu kuvvet, çok güçlü ve kahir olur, güneşin dünyaya tesiri gibi tesir eder ve âlemdekilerin çoğunun ruhunu cehalet makamından marifet makamına, dünyayı istemekten ahireti istemeye çevirir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhu gibi ki O, peygamber olarak gönderildiğinde âlem, çoğu "müşebibihe" olan yahudiler, Hulûliye mezhebine mensub olan Hıristiyan ve mecûsilerle dopdoluydu. Bunların yollarının çirkinliği ise açıktır. Yine alem putperestlerle de doluydu. Bunların dinlerinin zayıf olduğunu açıklamaya lüzum yoktur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed'in davası ortaya çıkınca, O'nun ruhunun kuvveti, bütün ruhlara üstün geldi. Böylece de alemde kilerin çoğu şirkten tevhide, tecsîmden (Allah'ın cisim olduğunu söylemekten) tenzihe (onun böyle olmadığını söylemeye) ve dünyayı istemeye batmaktan da ahirete yönelmeye koyuldular. İşte bu makamdan, insana nübüvvet ve risâlet makamı açılır. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Ayetteki; "Hem biz niçin Allah a güvenip dayanmayalım ki" ifâdesi, onların kendilerinin kemâle erdiğine; işin sonunda söyfedikleri, 'Tevekkül edenler, yalnız Allah a tevekkül etsinler" ifâdesi de, onların kâmil olan ruhlarının, nakıs ruhları kemâle erdirmede tesirli olduğuna bir işarettir. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın lafızlarında saklı yüce sırlardır. Kim Kur'ân ilimleri ile meşgul oduğu halde, bunlardan gafil olursa, Kur'ân'ın ilimlerinin sırlarından mahrum olmuş olur. Ayetle ilgili bir başka izah da şudur: Ayetteki. "Bizim size bir hücce: getirmemize imkan yoktur. Mü 'minler ancak Allah'a gü venip dayanmalıdır' ifâdes ile, "Başka mucize isteyen kimselerin, o mucizelerin gerçekleşmesi için, mucizelere değil Allah'a tevekkül etmeleri gerekir. Binâenaleyh Allah isterse, onları ortaya kor. isterse koymaz" manası kastedilmiştir. Ayetin sonundaki, "Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" ifadesi ile de, kâfirlerin serlerini ve beyinsiz işlerini defetme hususunda Allah'a tevekkül etme emredilmiştir. Mananın böyle olmas halinde, ayette bir tekrar söz konusu olmaz. Çünkü, "yalnız Allah'a tevekkül etsinler" ifâdesi, iki değişik maksaddan ötürü, iki ayrı yerde gelmiştir. Hem birincisinin, tevekkülü başlatma, ikincisinin de onu devam ettirme ve sürdürmeye çabalamak manasına olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 12 ﴿