3"Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın, Kur'an-ı Mübin'in ayetleridir. O kâfirler, zaman zaman temenni edecekler ki: "Ah (vaktiyle) keşke müslüman olaymışlar?" Bırak onları yesinler, faydalansınlar. Onlan, emel oyalaya- dursun. Onlar sonra bilip anlayacaklar. Biz, kendilerine takdir edilmiş bilinen bir zaman gelmeden hiçbir memleketi helak etmeyiz ". Sûrenin Başındaki Tilke Kelimesinin İzahı Bil ki, buradaki tilke (bunlar) kelimesi bu sûrenin ihtiva ettiği ayetlere işaret etmektedir. Kitap ve Kur'an-ı Mübîn ile ise, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vaadettiği (gönderdiği) kitap kastedilmiştir. "Kur'an" kelimesinin, nekire (eliflamsız) gelmesi, tefhim (onun şanının yüceliğini göstermek) içindir Buna göre mana şöyle olur: "Bu ayetler, bir kitap olması ve beyan-ı ilâhîyi ifâde eden bir Kur'an olması bakımından mükemmel olan şu kitabın ayetleridir." Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirler zaman zaman, temenni edeceler ki, "Ah (vaktiyle) keşke müslüman olaymışlar" ifâdesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Rubema Kelimesi Hakkında Mufassal İzah Nâfî ve Asım, ilk kelimeyi, şeddesız olarak rubema şeklinde; diğer kıraat imamları ise şeddeli olarak rubbema şeklinde okumuşlardır. Ebû Hatim şöyle demişir: "Hicazlılar bu kelimeyi, şeddesiz olarak rubema şeklinde; Kays ve Bekiroğulları kabileleri ise, rubbemâ şeklinde şeddeli olarak kullanırlar." Ben de derim ki: "Bu kelimenin birkaç kullanılış şekli var. Çünkü rubbe kelimesindeki râ harfi hem ötreli, hem de fethalı olarak vârid olmuştur. Râ'nın ötreli olması durumunda, bâ harfi şeddeli, şeddesiz ve sakin olarak gelir. Bütün bu durumlarda da, kelime bazan mâ harfi ile, bazan da mâ harfi olmaksızın kullanılır. Yine bazan, tâ harfi ile, bazan da tâ'sız olarak kullanılır." Nitekim şâirler şöyle derler: "Beyan edip belirteyim (tesmiye edeyim): Hızlı olan çok iyi bîr hatırlama ile, pekçok delikanlının hemencecik hazlanıp lezzetlendiklerini sen nereden bileceksin ki?" Yine bu kelime, bâ harfinin sükûnu ile de kullanılır. el-Huzelî'den şu beyit nakledilmiştir: "Ey Züheyr, şayet ense köküm yaşlılık sebebiyle ağarmışsa ne gam! Zira ben nice kuvvetli birlik karşısında, kendi birliği ile mukavemet ederek saçlarımı ağartmışımdır!" Buradaki heydal kelimesi, silahlı grup manasındadır. Yine rubbe kelimesi ma harfi ile kullanıldığı zaman, bazan şeddeli bazan şeddesiz gelebilir, o zaman rubbemâ ve rubema dersin. Bazan da mâ harfi, tâ harfi ile beraber kullanılır. (Rubbetemâ) ve (rubetema) gibi.. Bütün bu ihtimaller, râ harfinin, ötüreli olmasına göredir. Bazan da râ harfi fethalı olur. O zaman, rebbe, rebbema, rebbetema denilir ki, bunu Kutrub nakletmiştir. Ebu Ali şöyle demiştir: "Harfler içinde, kendisine müenneslik harfi olan tâ'nın bitiştiği harfler vardır. Mesela gibi. Bütün bu kullanış şekillerini, Vahidî, el-Basît adlı eserinde rivayet etmiştir. Rubbe kelimesi Sibeveyh'e göre harf-i cer olup, ona şu iki durumda mâ harfi bitişir: a) Ma harfinin "şey" anlamında olmak üzere "nekire" olmasıdır. Bu şâirin, şu sözünde olduğu gibidir: "Nefislerin hoşlanmadığı bazı şeyler bulunur ki, onun da, ipin eğrilmesi gibi (kolay olan) bir çözümü vardır" Buradaki ma edatı, bir isim olup, ona delâlet eden şey ise lehu zamirinin, sıfatı ile birlikte bu ma edatma râcî olmasıdır. Çünkü mana, "Nice şeyler vardır ki, nefisler ondan hoşlanmaz" şeklindedir. Zamir mâya râcî olunca, ma isim olur, bir harf olmaz. Bu tıpkı .. ayetinde olduğu gibidir. Buradaki bihi zamiri maya râcî olunca, biz onun bir isim olduğunu anlıyoruz. Ma edatının, rubbe'den sonra olduğu zaman bazan isim olabileceğine delâlet eden şeylerden biri de rubbe kelimesinden sonra men edatının da gelebilmesidir. Şâirin şu şiirinde olduğu gibi: "Ey azıklarımızı eksilten bazı kimseler! (Bilin ki), azığımızın azlığına rağmen, o kadınlar sabah-akşam (yine de) gelip gittiler." Rubbe kelimesi men edatının başına gelip bunun da nekire olması gibi, ma kelimesinin başına da (ayrı olarak) gelir. Bu, bir şeklidir. Bir başka şekli ise, rubbe kelimesinin, bu ayette olduğu gibi, "mâ-i kâffe"nin başına gelmesidir. Nahiv âlimleri bu "mâ"ya, "kâffe" adını verirlerken, bununla o harfin kelimeye dâhii olması ile, kendisinden önceki harfi, amelinden alıkoyduğu manasını kasdederler. İşte bu alıkoyma meydana geldiği zaman rubbe kelimesinin, daha önce dahil olamadığı kelimelerin başına gelmesi mümkün olur. Baksana rubbe kelimesi tabirinde olduğu gibi, müfred isimlerin başına gelmekte, fakat fiillerin başına gelmemektedir. Fakat başına ma bitişince, bu ma harfi, bu ayette de olduğu gibi, onun fiile dahil olmasını mümkün kılar. Allah en iyisini bilendir. Rubbe Kelimesinin Bazan Azlık, Bazan da Çokluk Bildirmesi Alimler rubbe kelimesinin, azlık manasını ifâde etmek için vaz olunduğunda ittifak etmişlerdir. Azlık ifâde eden rubbe, çokluk ifâde eden kem (nice) edatının benzeri (zıddına benzeredir. Bir kimse, (......) dediği zaman, rubbema kelimesi, o falancanın bizi az ziyaret ettiğini gösterir. Zeccâc şöyle demiştir: "Kim, rubbe kelimesi ile çokluk kasdedilir, derse bu dil âlimlerinin bildiğinin aksidir." Bu durumda, buradan bir soru ortaya çıkar: Bu da şudur: Kâfirin (o zaman), müslüman olmuş olmayı arzulayacağı kesindir. Rubbe kelimesi ise zan ifade etmektedir! Yine bu temenni çokça olur ve peşpeşe yapılır. Binâenaleyh azlık ifâde eden rubbema lafzı, buraya uygun düşmez!? Buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Arapların örfü şu şekildedir: Onlar çokluk manasını kasdettikleri zaman, azlık ifâde etmek üzere kullanılan bir lafzı; katiyyeti ve kesinliği murad ettikleri zaman da, şek ve şüphe manasına kullanılan bir lafzı kullanırlardı. Bundan maksadları ise, umdukları o şeyi böylece açığa vurma ve maksatlarını tasrih etmekten müstağni durmaktır, buna gerek olmadığını ifade etmektir. Bu sebeble onlar mesaja "Ne de olsa yaptıklarıma pişman oldum" ve "Olur ki sen, yaptığına pişman olursun"derler. Halbuki pişmanlığın birçok defa vaki olduğu kesindir. Şâirin, şu sözü de böyledir:"Bazan ben, akranımı, parmak uçları sapsarı olmuş bir halde bırakırım." 2) Bu "azlık" manası, tehdidi ifâde etmede daha beliğ, daha etkilidir..Çünkü bunun manası "seni, bu fiilden alıkoyma hususunda azıcık bir pişmanlık bile sana yeter. Düşün, ya o pişmanlığın çoğu nasıl olur!" şeklindedir. 3) Azab onları öylesine meşgul eder ki, onlar bunu ancak pek az temenni ederler. Kur'an'la İstişhadın Önemi Alimler rubbe kelimesinin, bilhassa mâzî fiile dahi! Olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Arapça'da şöyle denilir: "Abdullah, bana pek az gelir." Rubbema kelimesinden sonra hemen hemen hiç muzari fiili kullanılmaz. Bazı âlimler, "Hayır, durum böyle değildir. Bunun delili, şâirin şu sözüdür: "Nefislerin hoşlanmadığı bazı şeyler bulunur ki..." demişlerdir. Bu istidlal zayıftır. Çünkü, bu beyitteki rubbe kelimesinin, isim olan ma'nın başına geldiğini açıklamıştık. Rubbe hakkındaki sözümüz şudur: Bu kelime, bir fitlin başına geldiği zaman, o fiilin mazi olması gerekir. O halde bu nerede, o nerede. Fakat ben diyorum ki: Edîb kimselerin "Bu kelimenin, muzârî fiilin başına gelmesi caiz değildir " şeklindeki sözlerini akli delil ile doğrulamak mümkün değildir. Çünkü bu hususta ancak, nakle (rivayete) ve kullanışa müracaat edilir. Onlar eğer, bu kullanışa şâmil bir beyit bulmuş olsalardı, bunun caiz ve doğru olduğunu söylerlerdi. Allah'ın sözü, en kuvvetli, en yüce ve en şerefli kelamdır. O halde onlar, bunun caiz ve doğru olduğu hususunda, bu ifâdenin bu ayette vârid oluşunu niçin delil olarak görmediler? Sonra biz diyoruz ki: Edîb kimseler bu soruya şu iki şekilde cevap vermişlerdir: 1) Onlar, Allahü teâlâ'nın verdiği haberler içinde gözlenen ve olması beklenen şey, tahakkuk etmesi açısından kesin ve olup bitmiş şey gibidir. Buna göre sanki "zaman zaman temenni ettiler" denilmektedir. 2) Ayetteki (......)'daki ma bir isim; yeveddu fiili ise onun sıfatıdır. İfadenin takdiri, "inkâr edenlerin temenni edeceği pek az şey..." şeklindedir. Zeccâc ise şöyle demiştir: "Ayet-i Kerimede, mahzûf bir kâne olduğunu ve kelamın takdirinin "O inkâr edenler, zaman zaman temenni ediyorlardı" şeklinde olduğunu iddia eden kimse, bu iddiası ile, Sibeveyh'in görüşünün dışına çıkmış olur. Baksana, ona göre, burada mahzuf bir kane fiilinin olduğunu söylemek caiz değildir. Buna göre senin, "Abdullah makbul idi" manasında, kane'yi hazfederek, demen caiz değildir. Ayetin Müfessirlerce Farklı Tefsiri Ayetin tefsirinde, müfessirlerin çeşitli görüşleri bulunmaktadır: Çünkü bunlardan her biri, "O kâfirler zaman zaman, temenni edecekler ki" ifâdesini başka bir manaya hamletmişler. En doğrusu, Zeccâc'ın söylediğidir. Çünkü o, şöyle der; "Kâfir, ne zaman, azâb hallerinden bir hal ve müslümanın durumlarından bir durum görse, "keşke müslüman olsaymışım" diye temenni eder." İşte en doğru izah budur. Bu Temenninin Ne Zaman Olacağı? İlk müfessirler, bu hususta birçok izahlar yapmışlardır. Dahhâk: "Bundan maksat ölüm esnasındaki temennidir Çünkü kâfir, ikâb alâmetlerini müşahade ettiği zaman, keşke müslüman olsaymışım diye temenni eder" demiştir. Bu halin, yüzler karardığı zaman meydana geldiği de söylenmiştir. Yine: "Aksine bu, kâfirler cehenneme girip de başlarına azâb çöktüğü zaman olur. Çünkü onlar, "Ey Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar geciktir de, senin davetine icabet edelim. Peygamberlere tâbi olalım" (ibrahim, 44) diyeceklerdir" denilmiştir. Ebu Musa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıyamet günü olup, cehennemlikler cehennemde toplandığı ve beraberlerinde de kıble ehlinden olan kimseler bulununca, kâfirler onlara "siz müslüman değil miydiniz?" derler. Onlar, "Evet!" cevabını verince, kâfirler, "Müslümanlığınız size fayda vermedi de, bizimle beraber cehenneme girdiniz, öyle mi?" derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak rahmeti ve lûtfu ile, o müslümanlara ikramda bulunur ve cehennemde, ehl-i kıbleden kim varsa onların çıkarılmasını emreder. Böylece o müslümanlar, oradan çıkarılırlar, işte o zaman, kâfirler, "keşke müslüman olaymışız!" diye temenni ederler" Kenz'ul-Ummal, 14/39555. Hazret-i Peygamber bundan sonra da, bu ayeti okur. Müfessirlerin ekserisinin görüşü, buna göredir. Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, mü'minlere merhamet etmeye devam eder ve onları cehennemden çıkarıp, peygamberler ve meleklerin şefaatiyle cennete sokar. Hatta işin sonunda, "Müslümanlardan kim varsa, hepsi cennete sokulsun!" der. İşte o zaman, kâfirler, "keşke müslüman olsaymışız!" diye arzu ederler. Kâdî şöyle demiştir: "Bu rivayetler, Cenâb-ı Hakk'ın., büyük günah sahiplerini cehennemden çıkarması ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatinin ikâbı düşürme hususunda makbul olacağı görüşüne mebnîdir, dayanmaktadır." Halbuki, Kâdi'ye göre bu iki husus, kabul edilemez. Bundan dolayı o, bu rivayeti, sözüne uygun, mezhebine muvafık bir biçimde manalandırır. O mana da şudur: "Allahü teâlâ, mü'minlerden bir grubun cennete sokulmasını, o kâfirlerin, Allah'ın o mü'minleri cennete sokmayacağını zannedecekleri bir biçimde geciktirir. Sonra da onları cennete sokar ve böylece kâfirlerin gamı ve nedametleri artar. İşte bu noktada, "keşke müslüman olsaymışız" diye temenni ederler." Kâdî, Bu rivayetler, işte bu izah ile doğru olur" demiştir. Allah, en iyisini bilendir. Ahirette Temenni Etme Meselesi Buna göre eğer, "İnsanlar Kıyamette, bu hailen temenni edebildiklerine göre, sevabı az olan mü'minin de, sevabı çok olan mü'minin derecesini temenni edebilmesi gerekir.. Ve temenni eden kimse, temenni ettiği şeyi elde edemeyince, bir sıkıntı ve elem, üzüntü içinde kalır. Bu ise, mü'minlerin ekserisinin bir keder ve üzüntü içinde olmasını gerektirir" denilirse biz deriz ki: Ahretteki insanların halleri, dünyadakilerin hallerine kıyaslanmaz. Allahü teâlâ, her birini, kendisine verdiğiyle hoşnut kılar ve Cenab-ı Hakk'ın, "Göğüslerinde kin adına ne varsa söküp atacağız" (A'raf, 43) ayetinde de buyurduğu gibi, daha fazlasını isteme arzusunu kalbferinden söküp alır. Allah en iyisini bilendir. "Bırak Kâfirleri!" Demenin Manası Cenâb-ı Hakk'ın "Bırak onlan, yesinler, faydalansınlar. Onları, emel oyalayadursun. Onlar sonra bilip anlayacaklar" ayetine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Bu, "Kâfirleri bırak. Dünyadan nasiblerini alsınlar. Onların ahlâkı budur. Onların ahirette ise, hiç nasipleri yoktur, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesine gelince, Arapça'da "Bir şeyden yüz çevirmek" denilir. Nitekim hadiste varid olduğuna göre İbnu'z-Zübeyr (radıyallahü anh), yıldırımın sesini duyduğu zaman, konuşmaktan geri durmuştur. Kisaî ve Esmâi de, "Bırakıp terkettiğin şey için, ifâdesini kullanırsın" demişlerdir. Ve şu şiir inşad olunmuştur: "Zeyneb, -sevme, bırak şunu- bütün iplerini kopardı. Ama sen, ah senin gönlünü bir alsa diye, onu uzun uzun kınayıp durdun!" Buradaki deyimi "onu bırak, ondan yüz çevir" manasındadır. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Kâfirleri, dünyadan paylarını almaları esnasındaki tûl-i emel ve arzuları, imandan ve taâtten alıkoymuş ve onları oyalamıştır. Ama onlar, ilerde görecekler, anlayacaklar.." Ehl-i sünnet âlimlerimiz, bu ayeti, Allahü teâlâ'nın, insanları imandan alı koyabileceğine ve mükellefe onun için dinen zararlı görülen şeyi yapabileceğine defil getirmişlerdir. Bunun delil oluşu şöyledir: Allahü teâlâ Peygamberine," "Bırak onlan, yesinler, faydalansınlar.. Onları, emel oyalayadursun " demiş ve o kâfirlerin, faydalanmaya yönelmeleri ve tûl-i emele dalmalarının, onları İmandan ve tâatten alıkoymasına "okmetmiştir. Sonra Allah onlara bu hususta izin vermiştir. İşte bu, bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir. Mutezile ise,"Bu bir izin ve müsaade etmek değildir. Aksine, bir tehdit ve vaîd ifâde etmektedir" demiştir. Biz de deriz ki: "Bırak onları" ifâdesinin zahiri, bir izindir. Bu hususta söylenecek en son söz şudur: Allahü teâlâ onların bu amellere yönelmelerinin, enlerinde onlara zarar verdiğine işaret etmiştir. Bu, bizim söylemiş olduğumuz, "Allah i nen onlar için zarar olduğunu açıkça beyân etmekle beraber, o şey hususunda onlara izin vermiştir" şeklindeki sözümüzle aynı anlamdadır. Tûl-i Emelin Zararı Ayet-i kerime, dünyadan lezzet alıp ondan yararlanmayı ve bunlara götürecek şeyleri tercih etmenin, tûl-i emel olduğuna ve mü'minlerin ahlâkından olmadığına delalet etmektedir. Bazılarından ise, "Dünyaya dalıp ondan faydalanmak, helak olacakların ahlâkıdır" şeklinde nakledilmiştir. Tûl-i emelin kınanmasıyla ilgili haberler pek çoktur. Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu hadis bunlardan birisidir: "Ademoğlu ihtiyarlarken, onda iki şey gençleşir (kuvvetlenir): Mal tutkusu ve tûl-i emel." Müslim. Zekât, 115 (2/724); Tirmizi, Zûhd, 28. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, onun yere üç nokta çizip, daha sonra şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu, ademoğhdur; bu, emel ve arzular, bu da ecel. Emelin önünde doksandokuz ideal ve arzu bulunur... Onlardan birisini elde etse bile, ancak ne var ki ihtiyarlık hemen onun arkasındadır. " Buhari, Rikak, 4-5. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sizin için iki şeyden korkuyorum: Tûl-i emelden ve nevanıza uymanızdan.. Çünkü tül-i emel, ahireti unutturur; hevâya uymak ise, insanı haktan çevirir." Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 3 ﴿