13

" (Allah), geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun enirine boyun eğmişlerdir. Bunların herbirinde aklını kullanacak kimseler için elbette ayetler vardır. Sizin için yerde çeşitli renklerle yarattığı neler varsa (onları da size musahhar kılmıştır). Bunların herbirinde, öğüt alacak kimseler için elbette birer ayet vardır".

Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Hareketi Başlatan İlk Prensip Allah'dır

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette, "bahsettiğimiz o soruya" şu iki bakımdan cevap vermiştir:

Birinci Cevab: Bu süflî âlemde (yeryüzünde) meydana gelen hadiseler, bazı feleklerle ve yıldızlarla ilgili birtakım teşkilât ve münasebetlere izafe edilmişlerdir. Ama o feleklerin ve yıldızların hareket ve münasebetleri için birtakım sebebler gerekir. O hareketlerin sebebleri ise, ya yıldızların ve feleklerin kendileridir, yahut da kendileri dışında bazı şeylerdir. Birincisi şu iki bakımdan batıldır:

a) Cisimler, birbirine benzerdir. Binâenaleyh eğer "cisim olma", sıfatın (meselâ hareketin) illeti olsaydı, o zaman her cismin mutlaka o sıfatla mevsûf olması gerekirdi ki bu imkansızdır.

b) Eğer cismin kendisi, mesela o hareket sıfatının meydana gelmesinin illeti : saydı, o zaman o cismin kendisi devam ettiği, bulunduğu sürece o hareketin de devam etmesi gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman cismin, hiçbir değişikliğe uğramadan aynı hal üzere kalması gerekirdi. Bu ise, cismin hep hareketsiz olmasını gerektirir, hareketli olmasına manî olurdu. Binâenaleyh maddenin (cismin) zatı gereği (madde oluşundan dolayı) hareket ettiğini ileri sürmenin, o maddenin, zâtı gereği sakin (hareketsiz) olmasını gerektireceği sabit olmuş olur. Varlığı yokluğuna götüren şey ise batıldır. Böylece cismin, cisim olduğu için, hareketli olmasının imkansız olduğu sabit olur. Geriye, onun başka bir sebebten ötürü hareketli olması ihtimali kalır. O başka sebeb de, ya onun içine sirayet eden, yahut da ondan ayrı bir şey olur. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü bahsedilen konu, başka cisimlere değil de o cisme, mesela o kuvvetin verilmesi ile ilgilidir.

Böylece felek ve yıldızların maddelerini hareket ettirenin, onlardan ayrı ve başka birşey olduğu kesinleşir. Onlardan ayrı ve başka olan o şey, eğer cisim yahut cisimle ilgili birşey olursa, ilk taksim (ihtimaller) yine karşımıza çıkar. Yok eğer o şey, cisim yahut cisimle ilgili birşey olmaz ise, bu durumda, ya mûcib-i bizzat (mecbur) olur. Yahut da hür ve irâde sahibi bir fail olur. Birinci ihtimal batıldır. Çünkü mûcib-i bizzat olan şeyin, bütün cisimlerle alâka ve irtibatı aynıdır. Binâenaleyh bu takdirde bazı cisimlerin, o belli bazı tesirleri kabul etmesi, diğer bazılarından daha evla olamaz. Bu ihtimal batıl olunca, felekleri ve yıldızları hareket ettirenin, cisim olmaktan ve cisimle alâkalı bir şey olmaktan münezzeh, hür ve irade sahibi; herşeye kadir bir fail olduğu sabit olur. Böyle olan ise Allahü teâlâ'dır.

Velhasıl diyebiliriz ki: Eğer biz, bu süflî alemdeki (yeryüzündeki) hadiselerin, (tabiî olayların), bazı felekî ve kevkebî (yıldızlarla ilgili) hareketlere varıp dayandığını, onlardan dolayı olduğunu söylesek bile, o felekî ve kevkebî hareketlerin başka felek ve yıldızlara nisbet edilmesi mümkin değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Teselsül ise imkânsızdır. Öyleyse bu hareketleri yaratanın ve idare edenin Allahü teâlâ olması gerekir. Yeryüzündeki hadise ve hareketler, feleki hareketlere varıp dayandığında, fele ki hareketlerin de Allah'ın yaratması, takdiri ve var etmesi ile olduğu sabit olunca, bu, bütün herşeyin Allah'dan olduğunu, O'nun yaratması ve var etmesi ile olduğunu itiraf etmek olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı" ayetinden kastedilen budur. Bu, "Eğer yeryüzündeki (tabiî) olaylar, gece ve gündüzün birbirini takib etmesi, güneş ve ayın hareketlerinden dolayı ise, teselsülü sona erdirmek (teselsüle düşmemek) için mutlaka bütün bu şeylerin meydana gelişlerinin, Allah'ın yaratması ve musahhar kılması ile olmuş olması gerekir" demektir.

Bu nokta, bu delil tamamlanınca, Cenâb-ı Hak bu ayeti "Bunların herbirinde aklını kullanacak bir zümre için elbette ayetler vardır" buyurarak hitâma erdirmiştir. Bu, "Aklı olan herkes, teselsülün bâtıl olduğunu, işin sonunda mutlaka, herşeye kadir, nûr ve irade sahibi bir faile varıp dayandığını anlar" demektir. İşte iki cevaptan birinin izahı böyledir.

Tabiat Fikrini İptal

İkinci Cevap: Şöyle deriz: Biz tabiatın, feleklerin ve yıldızların tesirinden ötürü, bitki ve hayvanların meydana gelmelerinin caiz (mümkin) olmayacağına delit giriyoruz. Bu böyledir. Çünkü tabiatın, feleklerin, yıldızların, güneşin ve ayın tesiri, bütün cisimler için aynıdır. Fakat buna rağmen görüyoruz ki, üzümün cismi üzüm olduğunda kabuğu ayrı bir karakter, çekirdeği ayrı bir karakter, etli kısmı üçüncü bir karakter, suyu ise dördüncü bir karakterdedir. Hatta biz, meselâ gülde tek bir yaprağın münden bir yüzünün son derece sarı, öteki yüzünün ise son derece kırmızı olduğunu görüyoruz. Halbuki o yaprak ince ve şeffaftır. Yine biz, o yıldız ve feleklerin, bu ince ve şeffaf yaprağın her iki görünümüne nisbet ve tesirinin aynı olduğunu zarurî olarak biliyoruz. Bir tek maddedeki bir tabiat (özellik), ancak bir fiil, bir tesir icra edebilir. Baksana onlar şöyle demişlerdir: Basit şekil küredir. Çünkü aynı maddede, aynı tabiatın tesirinin birbirine benzer olması gerekir. Bütün tarafları birbirine benzeyen şekil ise küredir. Hem biz, bir mum yakıp diktiğimizde, eğer o mum, her tarafından beş arşınlık bir mesafeyi aydınlatır ise, bu tesirin, her tarafta aynı olması gerekir. Çünkü tesir eden aydınlatma karakterinin (özelliğinin), her yöne nisbet ve tesirinin aynı olması gerekir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, biz deriz ki: Bellidir ki güneşin, ayın, yıldızın, feleğin ve tabiatın o şeffaf ve ince yaprağın her iki yüzündeki etkisi aynı brandadır. Yine bellidir ki, tek bir tesirli özelliğin nisbeti, tek olduğu zaman, onun mam ve neticesi de tek ve aynıdır. Halbuki gül yaprağı misalindeki netice aynı olmamıştır. Çünkü o yaprağın bir yüzü son derece sarı, öbür yüzü ise son derece tamimdir. Binâenaleyh bu, o sıfat, renk ve hallerin meydana gelişinde tesirli olanın, o tabiat olmayıp, aksine, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olduğuna kesinkes hükmetmeyi gerektirir. O fâil-i muhtar da Allah Subhânehû ve Teâlâ olup, "Sizin için yerde çeşitli renklerle yarattığı neler varsa (onları da size müsahhar kılmıştır)" ayetinden kastedilen mana budur.

Bil ki, bu hüccetin dayanağı, mûcib-i bizzat (zatı ve tabiatı icabı müessir) olanın şeye nisbetinin aynı olması gerektiği hususu olunca; duyu organlarımız da bu maddelerin farklı sıfatlar ve birbirinden farklı durumlarda bulunduğuna delâlet edince, bunlarda müessir olanın, zâtı gereği mûcib bir şey olmayıp, tam aksine hür sahibi bir fâil-i muhtar olduğu ortaya çıkmış olur ki, bu delilin izahının tamamı cur. Böylece de, birinci ayeti, "tefekkür edecek kimseler için"; ikinci ayeti, kullanacak kimseler için" ve üçüncü ayeti de, "öğüt alacak kimseler için" ifadesiyle bitirenin, bu nefis hikmetlere ve apaçık delillere dikkat çeken zât olduğu olmuş olur. Gerek dinî gerekse dünyevî hususlardaki lütfundan dolayı hamd, Allah'a mahsustur.

İkinci Mesele

İbn Amir, (......) kelimelerini mübtedâ, müsahharâtun kelimesini de, haber olarak merfû okurken, Asım'ın ravisi Hafs, sadece Ve'n-nücûmu kelimesini lâ, müsahharâtun kelimesini de haber olarak merfu okunmuştur. Bu kıraati,sevkeden husus, "teshir" lafzını tekrar etmemektir. Çünkü Araplar, "Sehhartu hâzâ'ş-şey'e müsahharen" demezler. Buna şu şekilde cevap verilir: "Bunun manası şudur: "Allahü teâlâ, bütün bunları, kendi kudret ve irâdesi altında müsahhar olarak bütün bunları bize müsahhar ve amade kılmıştır..." İşte, doğru olan söz de budur. Buna göre ifâdenin takdiri, "Bütün bunlar, Allah'ın kudret, emir ve müsaadesi altında müsahhar olarak, onları insanlar için amade kılmış ve onların fayda ve maslahatlarına muvafık kılmıştır" şeklindedir. Böyle olması halinde, faydadan halî olan bir tekrar gerekmemiş olur. Allah en iyisini bilendir. Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalmıştır.

Teshirin Mânası

Birinci Soru: "Teshir" "hükmetmek ve zorlamak" demektir. Bu ise ancak, hükmedilmesi mümkün olan kadir zata yaraşır (yani âkiller hakkında geçerlidir). Amma gece, gündüz, cansızlar, güneş ve ay hakkında bu hakimiyyet nasıl geçerli olur?

Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

a) Allahü teâlâ bütün bu şeyleri, kulların maslahatlarına uygun olarak ayni tarz üzere idare edince, bunlar inkıyâd eden ve boyun eğen bir köleye benzetilmiş olurlar. İşte bu manadan dolayı, bu tür tedbir hakkında teshir lafzı kullanılmıştır.

b) Bu, ancak hey'et âlimlerinin, gök bilimcilerin metot ve görüşlerine göre doğru olur. Çünkü onlar şöyle derler: Güneşin ve ayın tabiî hareketi, batıdan doğuya doğru olan bir harekettir. Halbuki Allahü teâlâ, bu yıldızları, en büyük feleğin hareketi vasıtasıyla doğudan batıya doğru takdir etmiş olur. İşte böylece bu hareket mecburî olmuş olur. Bu sebepten dolayı da, bunlar hakkında "teshir" kelimesi kullanılmıştır.

İkinci Soru: Gece ve gündüzün meydana gelişleri ancak, güneşin hareketleri sebebiyle olunca, gece ve gündüzün zikredilmiş olması, güneşin zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz.

Cevap: Gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin hareketi sebebiyle olmayıp, aksine onların meydana gelişleri, hareketinin, ancak Allahü teâlâ'nın hareket ettirmesiyle olduğuna işarette bulunduğumuz en büyük feleğin hareketi sebebiyledir. Ama güneşin hareketi ise, günün meydana gelmesinin değil, gecenin meydana gelmesinin illetidir.

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, biemrih "O'nun emrine..." ifâdesi ne anlama gelir? Halbuki, "teshir"de müessir olan, emiri değil, kudretidir.

Cevap: Bu ayet, felekler ve yıldızların cansız olup olmadıklarına (göre manalandırılabilen) bir ayettir. Müslümanların ekserisi, onların cansız oldukları kanaatindedirler. Binâenaleyh, hiç şüphesiz ki bu ayette geçen "emr" kelimesini, "yaratıp takdir etmek" manasına hamletmişlerdir. "Emr" lafzı'nin şan,iş ve durum manasında kullanılması, oldukça çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "Ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir..." (Nahl. 40) buyurmuştur. Bazıları da, bunların cansız olmadıkları kanaatindedirler. Binâenaleyh işte bu durumda, ayetteki "emr" kelimesinin, Allah'ın izni ve müsaadesi, mükellef kılması manasına hamledilmesi uygun düşer. Allah en iyisini bilendir.

Denizin Âmâde Kılınması

13 ﴿