14

"O, denizi -oradan taze bir et yemeniz, oradan giyeceğiniz zineti çıkarmanız için- râm edendir. Gemilerin orada sulan yararak gittiklerini görüyorsun ki, bu sırf Allah'ın lütf-u kereminden nasip aramanız ve O'na şükretmeniz içindir".

Bil ki Cenâb-ı Hak, ilk mertebede, uluhiyyetin isbâtı hususunda, göklerin kütlelerini; ikinci mertebede, insanın bedeni ve ruhunu; üçüncü mertebede, hayvanların yaratılışlarının ilginçliğini, dördüncü mertebede de bitkilerin karakterlerinin ilginçliğini delil olarak zikredince, beşinci mertebede de unsurların ilginç hallerini yaratıcının varlığına delii getirip bunlardan da ilk önce, su unsuruna yer vermiştir.

Bil ki gök bilimciler şöyle demişlerdir: Yer kürenin dörtte üçü su altındadır. Bu, okyanus olup, su unsurunun da tamamıdır. Meskûn olan bu dörtte birde de yedi deniz meydana gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan sonra, "deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisinden yardım ederek (mürekkeb) olsa..." (Lokman, 27) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın insanlara "musahhar" kılmış olduğu deniz de, işte bu denizlerdir. Allah'ın bu denizleri mahlûkata musahhar kılmasının manası, O'nun, gerek üzerinde gemiler yüzdürmek, gerekse, içlerine dalmak suretiyle, onları, insanların kendilerinden yaranabileceği bir durumda var etmiş olmasıdır.

Denizlerdeki Faydalar

Bil ki, denizlerin faydalan pekçoktur. Allahü teâlâ bu ayette, bu faydalardan şu üç çeşidi zikretmiştir:

Birinci Fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "Oradan taze bir et yemeniz için..." ayetin;" ifâde ettiği husustur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbnu'l-A'rabî, bu kelimenin, hemzesiz olarak "Lahmun tariyyun" şeklinde kullanıldığını; Arabların (Taze ve hoş olmak) dediklerini söylerken, Ferrâ, bu fiili şeklinde kullanıldığını söylemiştir ki bu tıpkı (Bedbaht oldu-bedbaht olmak) denilmesi gibidir.

Bil ki tarıyyen kelimesinin ayrıca zikredilmesinin önemli bir faydası bulunmaktadır. Çünkü balığın tamamı tuzlu olsaydı, taze olmasıyla bilinecek olan Allah'ın kudreti, o zaman bu derece bilinemezdi. Bil ki, son derece acı ve tuzlu bir denizden, eti alabildiğince leziz ve tatlı olan bir canlı çıkınca, bunun tabiat gereği değil, tam aksine, zıddı zıddından çıkarıp meydana getirdiği için, Allah'ın kudret ve hikmetiyle olduğu anlaşılmış olur.

Balığın Et Sayılmaması

Ebu Hanîfe (r.h.) şöyle der: Bir kimse, et yemeyeceğine dair yemin etse de, balık eti yese, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü, balığın etine, (mutad anlamda) et denilmez. Diğerleri de şöyle demişlerdir: "O, yeminini bozmuş olur. Çünkü Allah bu ayette, onun et olduğunu açıkça belirtmiştir. Halbuki, Allah'ın izahının üstünde bir izah yoktur." Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanîfe (r.h.) bu şekilde hüküm verip, Sevrî de bu hükmü duyduğunda, bunu kabul etmeyip, Ebu Hanîfe'nin hükmünün aleyhine bu ayeti delil getirince, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî'ye birisini yollayarak, bisatı (sergisi) üzerinde namaz kılmamaya yemin eden, ama yeryüzünde namaz kılan kimsenin yeminini bozup bozmadığını sordurtunca, Süfyân "yemini bozmuş olmaz" deyince de, Süfyân'a soruyu soran o adam, "Peki Allah, "Allah yeri sizin için bir bisat (sergi) yapmıştır" (Nûh, 19) buyurmamış mıdır?" deyince de Süfyân es-Sevrî bunun Ebu Hanîfe'nin telkini ile olduğunu anlar.

Bir kimse şöyle diyebilir: Bu söz kuvvetli değildir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en son söz, "Biz aleyhine delil bulunduğu için, "bisât" kelimesi hakkında Kur'an (ayetinin) zahiriyle amel etmedik. Binâenaleyh, bundan, bir başka ayette Kur'an'ın zahiriyle amel etmeyi terketmemiz gerekmez. Bu iki misal arasındaki fark, şu iki yöndendir:

1) O kimse, seccadesi üzerinde namaz kılmayacağına dair yemin ettiğine göre, biz, şayet "el-ardu" (yeryüzü) kelimesini "bisât" lafzının anlamı içine sokacak olsak, o zaman bizim, o kimseyi namaz kılmaktan da men etmemiz gerekir. Çünkü o kimse, seccadeyle örtülmüş olan yerde namaz kıldığında, hiç şüphesiz ki yeminini bozmuş olur. Binâenaleyh, "yeryüzü" tabirinin "bisât" (sergi) lafzının manası içinde mütalâa edilmesi halinde, o kimse, seccade serilmemiş olan bir yer üzerinde namaz kılması halinde de yeminini bozmuş olur ki, bu da onun, namazdan men edilmesini gerektirir. Halbuki, böyle bir hüküm vermemiz mümkün değildir. Ama "balık etini", "lahm-et" lafzının manası içine sokmamız böyle değildir. Çünkü o kimsenin, mutlak olarak et yemekten men edilmesinde bir mahzur yoktur. Binâenaleyh fark, ortadadır.

2) Biz, dili (Arapça'yı) bilen herkesin, "bisat" kelimesinin, halis katıksız yer anlamında kullanılışının bir mecaz olduğunu bileceğini, ama "et" lafzının "balık eti" için kullanılmasının mecaz olduğunu bilemeyeceğini zarûreten bilmekteyiz. Binâenaleyh, fark ortadadır. Allah en iyi bilendir.

Ebu Hanîfe (r.h.)'nin delili ise şudur: "Yeminler, örfe dayanır. Halbuki insanların örfü, mutlak olarak et zikredildiğinde, bundan balık etinin anlaşılmadığı şeklindedir. Bunun delili ise şudur: Bir kimse çocuğuna, "Şu parayla et al" dese de, o da balık alıp gelse, bu, yadırganmaya değer bir şeydir."

Cevap: Biz, Kibâbu'l-Eymân (Yeminler Kitabı)'da, sizin bazen lafızlara, bazen de örfe itibar ettiğinizi görmekteyiz ve sizin, bu ikisi arasında, belli bir kaide ve düstur zikrettiğinizi görmedik. Bunun delili de şudur: Meselâ bir kimse, çocuğuna "şu parayla et al gel" dese, o da, "Serçe eti" getirse, bu da yadırganması gereken bir şey olur. Ama siz, o kimsenin, serçe etini yemekle yemini bozacağını söylüyorsunuz. Böylece örfün, tutarsız olduğu; Kur'ân'ın nassına müracaat etmenin ise şart ve kesin bir şey (muteayyin) olduğu sabit olur. Allah en iyisini bilendir.

Denizin Faydalarından ikincisi Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan Takacağınız zineti çıkarmanız için " ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki "hilye-süs, zinet" ile, inci ve mercan kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O iki denizden inci ve mercan çıkar" (Rahman. 22) buyurmuştur. Erkeklerin o hilyeyi giymeleriyle, onların hanımlarının giymeleri kastedilmiştir. Çünkü, o kadınlar da onlardandır. Bir de, o kadınların o birtakım zinetlerle süslenmeye yönelmeleri, kocalarından ötürüdür. O halde, sanki onlar, o erkeklerin zinetleri ve giysileri gibi olmuş olur. Alimlerimizden bazılarının, mubah olan süs eşyalarında zekâtın farz olmadığı meselesi hususunda Urve'nin Hazret-i Peygamberden rivayet ettiği, yi "Süs eşyalarında zekât yoktur. Zekât olmaz" hadisine tutunduklarını görmekteyim. Ben derim ki, bu hadis daifu'r-rivâye" (rivayeti zayıf)'dır. Doğru olması halindeyse şöyle denilebilir: Hadisteki "el-huliyyu" lafzı, başında elif-lâm bulunan bir lafızdır. Biz, usûl-ü fıkıhta, böylesi lafızların daha önce geçmiş olan belli bir şeye hamledilmeleri gerektiğini beyan etmiştik. Daha önce geçmiş olan o muayyen "zinet eşyaları" ise, Allahü teâlâ'nın Kitâb-ı Kerim'inde bahsetmiş olduğu şey yani hilye (takı)dır. Böylece bu haberin sahih olması durumunda hadisteki zinet eşyasından "inci"nin kasdedildiği, dolayısıyla incinin zekâtının farz olmadığı anlaşılır. Bu durumda da bu hadiste istidlal etmek sakıt olur. Allah en iyisini bilendir.

Mevahir Kelimesi

Üçüncü Fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "Gemilerin suları yararak gittiklerini görüyorsun ki, (bu, sırf Allah'ın) lütf-u kereminden nasip aramanız içindir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Dil âlimleri "Mahru's-sefinetl" tabirinin manasının, geminin önüyle suyu ikiye yarması anlamında olduğunu söylerken, Ferrâ'dan bunun manasının, geminin rüzgarla hareket etmesinden dolayı çıkarmış olduğu ses olduğu rivayet edilmiştir.

Bunun böyle olduğunu bilince, İbn Abbas'ın, mevâhir kelimesine "Akıp gidenler" manasını vermesinin, ancak o gemi suyu yarmadan sadece akıp gittiğinde uygun ve yerinde olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hak, "sırf Allah'ın lütf-u kereminden nasib aramanız içindir" buyurmuştur; yani, "Ticaret maksadıyla ona binmeniz ve böylece de Allah'ın fadlu kereminden kazanç talep etmeniz için;Allah'ın fadl ve ihsanını elde ettiğinizde de, muhakkak ki sizler O'na şükretmeye yönelir ve O'na şükredersiniz" demektir. Allah en iyisini bilendir.

Dağların Yere Çakılması

14 ﴿