21"Kim bu çarçabuk geçen (dünyayı) dilerse, biz de burada dilediğimize, dileyeceğimizi çarçabuk veririz. Sonra da onu cehenneme sokarız. O, oraya kınanmış ve koğulmuş olarak varır. Kim de mü'min olarak ahireti diler ve onun için bir gayret ile çalışırsa, işte onların gayretleri meşkûr ve makbul olur. Onlardan herbirine, onlara da bunlara da, Rabbinîn atasından, peş peşe veririz. Rabbinin atası, menedilmiş değildir. Baksana biz, onların bazısını bazısına nasıl üstün kıldık? Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Faninin Peşinde Olanlar Kaffal (r.h) şöyle der: "Bu ayet, Hak teâlâ'nın, "Herkesin amelini kendi boynuna doladık" (İsra, 13) ayetinin manasına dâhil olup, "Dünyadaki kemâl (olgunluk), iki kısımdır: Birinci Kısım: Yaptığı ile dünyayı, dünya menfaatlerini ve dünyevi liderlikleri elde etmeyi isteyenlerdir ki, bunlar liderliklerinin (makam ve mevkilerinin) elden kaçması korkusu ile, peygamberlere inkiyâd etmekten, boyun eğmekten ve onların davet ettikleri şeyleri kabulden geri duran kimselerdir, işte bunlar kendi amellerini, kendileri için uğursuz kılmıştır. Çünkü bunlar Allah'ın hükmü altındadırlar. Dolayısıyla Allahü teâlâ onlara dünyada, onların istediği gibi değil de, kendi istediği gibi belli bir miktar dünyalık verir. Bunların neticesi, cehenneme girmektir. Bu kimse oraya, cehennemin sıcaklığından dolayı, hor, hakir, zelil, perişan ve Allah'ın rahmetinden koğulmuş olarak girer" demektir. Ayetin lafzında birkaç incelik vardır: Birincisi: İkâb (ilahi ceza), devamlı ve menfaat şaibesinden tamamen uzak olmak şartı ile, hor ve hakirlikle içice, mahza zarar demektir. O halde ayetteki, "Sonra da onu cehenneme sokarız" cümlesi bu büyük zarara; "mezmûm (kınanmış) olarak" kelimesi, hor ve hakir kılmaya,' medhûren (koğulmuş olarak)" kelimesi de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılıp koğulmaya bir işaret olur. İşte bunlar, o zararın, menfaat ve rahmet şaibesinden tamamen uzak, rahat ve kurtuluşa dönüşme ihtimali olmayan, devamlı bir azab olduğunu gösterir. İstidrac Tehlikesi İkincisi: Bazı câhil kimseler, dünyada maddî bir mutluluk elde ettiklerinde ona aldanarak, bunun kendisinin Allah katında iyi bir kimse olmasından ileri geldiğini sanır. Allahü teâlâ ise, dünyevi mutluluk ile, kendisinin o kimseden razı olduğuna istidlal edilmesinin yanlış olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü bir dünyalık elde edilebilir, ama o neticede bazan Allah'ın azabına, hor ve hakir kılmasına sebeb olur. Binâenaleyh böyle bir insanın amelleri, ondan ayrılmaması ve onu en şiddetli bir azaba sevkedici olması hususunda, kötülük kuşuna (kötü talihe, uğursuzluğa) benzer. Üçüncüsü: Ayetteki, "Dilediğimize" ifadesi, dünyalık elde etmenin herkes için değil de, dünyayı elde etme uğruna dinden yüz çevirmiş pek çok kâfir ve sapık kimseler için gerçekleşeceğine; sonra bu kimselerin hem dinden, hem dünyadan mahrum bırakılacaklarına delalet eder. Bu ifadede, dünyaları uğruna dinlerini terkeden o kâfir ve sapıklar için, büyük bir tehdid-i ilâhi vardır. Çünkü çoğu kez onların ellerinden dünyalıkları da gider ve böylece onlar, iyi yaptıklarını zannettikleri halde, iş bakımından en büyük zarara uğrayanlar ve dünya hayatındaki bütün gayretleri boşa giden kimseler olurlar. Beka İsteyenler İkinci Kısım: Bu, ayette, "Kim de mü'min olarak ahireti diler ve onun için bir gayret ile çalışırsa..." ifadesi ile anlatılanlardır. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, bunda üç şart koşmuştur: Birinci Şart, o kimsenin, yaptığı şeylerle, ahireti, yani ahiret sevabını istemesidir. Dolayısıyla eğer bu irade ve niyet olmazsa, "Gerçekten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur"(Necm,39) ayetinden ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ameller niyetlere göredir" Buhâri'nin ilk hadisi. hadis-i şerifinden ötürü, o amellerden istifade edilmez. Bir de amellerin maksadı, kalbi marifetullah ve muhabbetullah ile aydınlatmaktır. Bu ise ancak insanın, yaptığı ameller ile, Allah'a kulluğa ve itaata niyet etmiş olması halinde olur. İkinci Şart, o kimsenin ahiret için gayret etmesidir. Bu da, sayesinde ahiret sevabını elde etmek için yapılan amelin, kendisi ile ahiret mükafaatının elde edilebileceği amellerden olmasıdır. Bu ise, ancak o amellerin Allah'a yaklaştıran ve O'nun için itaat olan amellerden olmasıyla mümkün olur. Pek çok insan batıl amellerle Allah'a yaklaşmaya çalışır. Mesela müşrikler, putlara ibadet etmek suretiyle Allah'a yaklaşacaklarını sanırlar. Onların bu hususta iki izah yolları vardır: 1) Onlar şöyle derler: "Alemin ilahı, bizden birinin kendisine kulluğunu ve hizmetini ortaya koyabilmesinden çok çok yüce ve büyüktür. Böyle bir kulluk mertebesi bizim için söz konusu değildir. Bizim mertebemizin son noktası, Allah'ın kullarından O'na yakın olanlara ibadet etmektir. Mesela, herhangi bir yıldıza veya bir meleğe ibadet etmemiz gibi... Sonra bu melek ve yıldızlar da, yine Allah'a ibadet etmektedirler." Binâenaleyh böyle düşünen bu kâfirler, işte bu yolla Allah'a yaklaşmak isterler. Fakat bu yol aslında ve özünde bozuk olduğu için, şüphe yok ki bu yoldan bir fayda elde edilmez. 2) Onlar, "Biz bu putlarımızı ve heykellerimizi, peygamberlerin ve velilerin şeklinde yapıyoruz. Bunlara ibadetten maksadımız, o peygamberlerin ve velilerin, Allah katında bizim için şefaatçi olmalarıdır" derler. Bu yol da bozuktur. Yine Hindlilerin bazan kendilerini öldürerek, bazan yakarak Allah'a yaklaştıklarına ve böyle yapmakla Allah'a son derece saygı göstermiş olduklarına inandıkları nakledilmiştir. Fakat yol, aslında bozuk olduğu için, bundan da istifade olunamaz. Kendi batıl inançları ve fasit görüşleri ve doğruluk ve sadakat prensibinden sapmış amelleriyle Allah'a yaklaşmak isteyen bütün batıl fırkalar hakkında durum aynıdır. Makbuliyet Şartları Üçüncü Şart, "mü'min olarak" ifadesidir. Bu da muteber bir şarttır. Çünkü iyi amellerin mükâfaatı gerektirmesinin şartı, öncelikle imanın mevcut olmasıdır. Çünkü şart bulunmadığı zaman, meşrut (ona bağlı şey) de bulunmaz. Daha sonra Cenâb-ı Allah, eğer bu şartlar bulunursa, o amelin makbul, o gayretin meşkûr olduğunu haber vermiştir. Bil ki şükür, şu üç şeyin toplamından ibarettir: a) İnsanın, o işi yapmak sureti ile kendisinin muhsin (iyi bir iş yapmış) olduğuna inanması. b) Onun sözle övülmesi. c) Onun, şükreden (teşekkür eden) nazarında, büyük bir iş yaptığını gösteren şeyleri yapmasıdır. Allahü teâlâ, kendisine itaat edenlere, bu üç şeye göre muamelede bulunur. Çünkü O, o insanların, bu ameller hususunda "muhsin" olduklarını bilir; onlara medh-ü senada bulunur ve onlara, kendi katında büyük değerleri olduğunu gösteren muamelelerle muamele eder. Bu üç şeyin toplamı mevcud olunca, onlar, yaptıkları taatlara karşılık, Allah tarafından teşekkür edilmiş (meşkur) kimseler olurlar. Ben Mu'tezile'nin kitaplarında şunu gördüm: Cafer bin Harb'in yanında ehl-i sünnetten birisi bulunmuş ve "Bizim, imanın Allah'ın yaratmasıyta meydana geldiğine dair delilimiz, Allah'a, bu imandan dolayı şükretmemizdir. Eğer iman O'nun yaratmasıyla olmamış olsaydı, O'na bundan dolayı şükretmemiz söz konusu olmazdı. Çünkü insanın, başkasının yapmadığı bir şeye karşı teşekkürde bulunması ve onu medh-ü sena etmesi çirkin bir iştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Onlar, yapmadıkları şeylerle övülmeyi isterler"(Âl-i İmran, 188) buyurmuştur" dedi. Oradakiler buna cevap veremediler. O esnada yanlarına, Sümâme b. el-Eşres girdi ve şöyle dedi: "Biz, Allah'ı ancak bize imkan, akıl verdiği ve kitaplar indirip, delillerini ortaya koyduğu için medh-ü sena eder ve O'na şükrederiz. Allahü teâlâ da bize iman ettiğimiz için, teşekkür eder, bizi över. Nitekim O, "işte onların gayretleri meşkur ve makbul olur" buyurmuştur." Bunun üzerine Ca'fer b. Harb gülerek: "Mesele önce zorlaştı ama, sonra kolaylaştı" dedi. Bil ki bizim, "Kudret ile dâi'nin (sebebin) toplamı bir şeyin olmasını gerektirir" şeklindeki sözümüz açıktır. Çünkü imanın meydana gelmesini tam olarak gerektiren sebebi bahşeden Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh şükrü hakeden de O'dur. Kul için, iman tahakkuk edip ve iman da tam bir saadeti gerektirince, kul da meşkur (teşekküre tayık) olmuş olur. Binâenaleyh bu iki şey arasında bir zıdlık yoktur. İkinci Mesele Bil ki, birşeyi yapan, o şeyi yapmak suretiyle, ya dünyevî iyilik ve menfaatlarını, yahut âhiret iyiliklerini, yahut her ikisini elde etmeyi ister, yahut da hiçbirini elde etmeye niyet etmiş olmaz. İşte bu doğru bir taksimattır. O kimsenin, bununla, sırf dünyevî şeyleri, yahut sırf âhiret iyiliğini elde etmeyi kastetmesinin hükmünü, Allahü teâlâ bu ayette zikretmiştir. Üçüncü kısma gelince, bu, üç kısma ayrılır: Çünkü o kimse, âhireti ya râcih, (ağır basan), yahut mercûh (geri planda ) olarak ister; yahut da, her iki istek denk olur. Birinci derecede âhireti istemek demek olan birinci kısma gelince, böyle bir amelin Allah katında makbul ölüp olmayacağı, üzerinde düşünülecek bir konudur. Onun makbul olmadığı da söylenebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadis-i kudsî'de Cenâb-ı Hakk'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "sen ortaklardan müstağnî ve bert olanların en müstağnîsiyim. Kim, işlediği bir amelde başkasını :radıyallahü anhk kılarsa, onu, o ortak koştuğu şeyle başbaşa bırakırım." İbn Mâce, Zühd, 21 (2/1405-1406; Müslim, Zühd, 46 (4/2289). Hem sonra, bir şeyi yapmaya sevkeden ve ona götüren şeyde, Allah'ın rızasını taleb etmenin müstakil ve yeterli bir sebep olduğu da söylenebilir, böyle olmadığı da söylenebilir. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, bu sevk ve götürmede, başka birşeyin tesirinin olması imkânsızdır. Çünkü hüküm (netice), tam ve mükemmel bir sebebe dayanmış olarak meydana geldiğinde, onda başka birşeyin de tesirinin ve katkısının bulunması imkânsız olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu durumda, o fiile sevkeden ve götüren şey, o şeylerin toplamı olmuş olur. Halbuki bu toplam, Allah'ın rızasını taleb değildir. Çünkü iki şeyden meydana gelen bir toplamın, bu iki şeyden her birinden başka (farklı) birşey olmuş olması gerekir. Binâenaleyh bu kısım, işi yapmaya sevkeden şeyin, (saikin) Allah'ın rızasını talebten başka bir şey olduğu kısma iltihak etmiş olur. Binâenaleyh bunun makbul olmaması gerekir. Şöyle de denilebilir: Ahireti istemek, dünyayı istemekten üstün olunca, bu iki şey birbiriyle nötürleşir, geriye kalan fazlalık, âhireti tafeb etmeye mahsus bir sebep olmuş olur. Bundan dolayı, bunun makbul olması gerekir. Fakat dünya ve âhireti isteme arzusu denk olduğunda, yahut dünya arzusu daha fazla olduğunda, âlimler böyle bir amelin makbul olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat bu, her halükârda tamamen âhiret isteğinden halî, kendisinde sırf dünya arzusu hakim olan amellerden daha hayırlıdır. Dördüncü kışıma gelince, şöyle denilebilir: İnsan, bu fiile, hiçbir saik (sebeb) olmaksızın yönelmiştir. Bu, "yapabilen kimseden bir fiilin sâdır olması bir sebebe dayanır mı dayanmaz mı?" meselesine dayanan bir kısımdır. Fiilin mutlaka bir sebebe dayandığını söyleyenler, bu kısmın olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Fiilin mutlaka bir sebebe dayanması gerekmediğini söyleyenler ise şöyle demişlerdir: "Bu fiil, abes olduğundan ötürü zahiren haram olduğu için, bunun b'âtına (uhrevî şeylere) bir tesiri yoktur." Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, külten "Onlardan herbirine" yani "iki kısımdan herbirine" buyurmuştur. Buradaki tenvin, muzafun ileyhten bedeldir. Cenâb-ı Hak, "Onlara da, bunlara da Rabbinin atasından peşpeşe veririz" buyurmuştur. Yani, "Allahü teâlâ, her iki kısma da mallar verir ve mallar çocuklar ve dünyada izzet, zinet sebebi olan şeyler vermek suretiyle, onlara bol bol rızık verir. Çünkü Allah'ın vergisi, bağışı, atası, mü'min-kâfir herkes için boldur." Çünkü herkes, şimdi amel yurdu olan dünyadadır. Binâenaleyh herkesin, her türlü mazeret kapısını kapatmak gerekir. Herkese, salâhının (uygun halinin) gerektirdiği kadarıyla dünya metâı vermek gerekir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, atasının (vergi ve bağışlarının) menedilmiş olmadığını beyân buyurmuştur. Arapça'da, "menetmek" manasına fiili kullanılır. Seninle, başkası arasına giren herşey, seni ondan alıkoymuş, menetmiş demektir. Dünya ve Ahiret Mertebeler! Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Baksana, biz onların bazısını bazısına nasıl üstün kıldık" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki görüş vardır: Birinci Görüş: Buna göre mana, "Bizim, her iki gruba da, dünyada iken, mubah olan şeyleri vermemize bak. Biz, nasıl onların bazısını bazısına üstün kılmış ve o mubahı bir mü'mine verirken, bir diğerine vermemişiz; yine bir kâfire verirken, bir diğerine vermemişiz" şeklindedir. Cenâb-ı Allah, bu farklı kılışın hikmetini, "Dünya hayatında, onların geçimlerini bile aralarında (onlar değil), biz taksim ettik. Kimini, derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki, bir kısmı, bir kısmını işçi tutsun (çalıştırsın)..."(Zuhruf,32) ve "Size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için (Allah), kiminizi derecelerle, kiminizin üstüne çıkardı"(Enam. 165) buyurarak beyân etmiştir. Allahü teâlâ sonra da, "Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür" buyurmuştur. Bu, "insanların, dünya menfaatları (mal-mülk-makam) bakımından birbirinden üstünlüğü gözle görülür. Âhiret menfaatları dereceleri bakımından üstün olanların üstünlükleri ise daha büyüktür, daha yücedir. Çünkü âhiret dereceleri bakımından üstün olanların üstünlüğü dünya dereceleri bakımından üstün olanların üstünlüğüne oranla, âhiretin dünyaya oranı gibidir. Binâenaleyh insan dünya üstünlüğünü elde etmeye alabildiğine çalıştığına göre, âhiret üstünlüğünü elde etme gayret ve arzusunun daha kuvvetli olması öncelikle gerekir. İkinci Görüş: Bu üstün kılma ile, âhiretin dünyadan daha yüce ve daha üstün olması kastedilmiştir. Buna göre mana, "Mü'minler cennete, kâfirler cehenneme girerler. Böylece de mü'minlerin, kâfirlerden üstün oldukları ortaya çıkar" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, "Ogün, cennetliklerin eğlenip duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok güzeldir" (Furkan, 24) ayetidir. Şirkin Cezası |
﴾ 21 ﴿