64Bir zamanlar Musa, yardımcısı gence şöyle demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar gideceğim, yahut uzun zamanlar geçireceğim." Bunun üzerine O ikisi bu iki denizin arasının birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unuttular. (Balık) denizde bir deliğe doğru yolunu tutup gitmişti. Musa, genç yardımcısına "Kuşluk (Sabah) yemeğimizi çıkar. Yolculuğumuzdan yemin olsun ki yorulduk' dediği zaman, genç "(Başımıza geleni) gördün mü? Kayaya sığındığımız vakit balığı (orada) unutmuşum. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. O, şaşılacak bir suretle, denize atlayıp, yolunu tuttu ve gitti" dedi. Musa, "İşte bizim aradığımız da o idi" dedi ve İzleri üstüne gerisin geri döndüler". Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın bu sûrede anlattığı üçüncü kıssanın başlangıcıdır. Çünkü Musa (aleyhisselâm), kendisinden ilim öğrenmek için Hızır (aleyhisselâm)'ı aramaya gitti. Bu, her nekadar başlıbaşına bir kıssa ise de, ilk iki kıssada anlatılan hususları destekler. Bu kıssanın, mallarının ve taraftarlarının çokluğu ile müslüman fakirlere karşı övünen o kâfirleri reddetmesi hususunda taşıdığı mana şudur: Musa (aleyhisselâm) onca ilmine, ameline, yüce makamına ve son derece şerefli olmasını sağlayacak şeylerin şahsında toplanmış olmasına rağmen, ilim elde etmek için Hızır (aleyhisselâm)'a gitmiş ve tevazu göstermiştir. Bu, tevazünün, tekebbürden hayırlı olduğuna delalet eder." Bu kıssanın, Ashab-ı Kehf kıssasını desteklemesi de şu bakımdandır: Yahudiler, Mekke kâfirlerine, "eğer, Muhammed, size bu hadiseyi haber verirse, o Peygamberdir; aksi halde hayır" demişlerdir. Halbuki bu, önemli bir şey değildir, çünkü onun Allah katından gönderilmiş bir peygamber olmasından, onun bütün kıssaları bilmesi sonucu gerekmez. Bu tıpkı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın da Allah katından gönderilmiş sadık bir peygamber olmasından, Allah'ın, Hazret-i Musa'ya, ilim alması Hızır (aleyhisselâm)'a gitmesini emretmesine mani olmaması gibidir. Binâenaleyh, bütün bu anlattıklarımızdan, bu kıssanın başlıbaşına bir hadise olduğu, ama bununla beraber ilk iki kıssada anlatılan şeyi ortaya koyma hususunda da faydalı bir kıssa olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu Kıssadaki Hazret-i Musa'nın Kimliği Âlimlerin ekserisi, bu ayette zikredilen Musa'nın, Tevrat'ın ve birçok mucizelerin sahibi olan Musa ibn İmrân olduğu görüşündedirler. Said İbn Cübeyr den rivayet edildiğine göre o, İbn Abbas'a şöyle demişti: "Ka'b'ın karısının oğlu Nevfâ, Hızır'ın, Musa İbn İmrân'ın değil de, Musa ibn Mîşâ İbn Yusuf İbn Ya'kûb'un iddia ediyor. Onun, Musa İbn İmrân'dan önce geçmiş bir peygamber olduğu söyleniyor." Bunun üzerine İbn Abbas; "Yalan söylemiş Allah'ın düşmanı bil ki, Yusuf (aleyhisselâm)'un iki oğlu vardı. Efrayim ve Musa. Efrayim'in oğlu Nûn, Nûn'un oğlu da Yûşa İbn Nûn'dur. Bu da, Musa'nın arkadaşı ve vefatından sonra da veliahdıdır" der. Musa'nın oğluna gelince, ona, Musa ibn İmran'dan önce peygamberliğin geldiği söylenilmiştir. Tevrat'a inananlar ise, bu ilmi öğrenmek için taleb edenin, o olduğunu; Hızır'ın da, gemiyi yaran, çocuğu öldüren ve duvarı doğrultan olduğunu iddia etmektedir. Onun yanında da Musa İbn Musa vardı. Bu yahudilerin çoğunluğunun görüşüdür. Kaffal, bizim görüşümüzün doğruluğuna dair şu şekilde hüccet getirmiştir: "Ayette bahsedilen Musa, kendisine Tevrat verilen Musa'dır. Çünkü Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerim'de bu ismi zikrettiği her yerde, Tevrat'ın sahibi olan Musa'yı kastetmiştir. Binâenaleyh, bu ismin mutlak olarak zikredilmesi halinde, ona, yani Tevrat sahibi Musa'ya hamledilmesi gerekir. Cenâb-ı Hak şayet bu isimle, ondan başkasını murat etmiş olsaydı, o zaman bu ismi, onları birbirinden ayırdedecek ve şüpheyi ortadan kaldıracak bir sıfatla zikredip anlatması gerekirdi. Bu tıpkı şuna benzer: Örfte meşhur olan duruma göre, Ebu Hanife isminden, o belli zat (müçtehid) Ebu Hanife anlaşılır. Binâenaleyh, biz bu ismi zikreder de, onunla başkasını kastedersek, onu, Ebu Hanife ed-Dineverî diye bir kayıtla kayıtlamamız gerekir." "Burada bahsedilen Musa ile Tevrat sahibi olan Musa kastedilmem iştir" diyenler de şu şekilde hüccet getirmişlerdir: "Cenâb-ı Hak ona Tevrâtı indirip" onunla vasıtasız olarak konuşup, o da hasmına (Firavun'a) benzeri, büyük peygamberlerin çoğuna nasib olmamış olan büyük ve kesin mucizelerle hüccet getirince, artık bu merhaleden sonra Cenâb-ı Hakk'ın, ilim öğrenmek için onu bir başka yere göndermesi uzak bir ihtimaldir." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Pekçok ilimde kâmil olan bir alemin, bazı şeyleri bilememesi ve onları kendisinden daha aşağı kimselerden öğrenme ihtiyacını hissetmesi uzak bir hal olmayıp aksine bilinen maruf bir şeydir. Hazret-i Musa'nın Beraberindeki Genç Alimler, "Musa'nın yardımcısı gencin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: 1) Ekseri ulemâ, bunun Yuşa İbn Nûn olduğu kanaatindedirler. Kaffal'ın Süfyân İbn Uyeyne'den. onun da Amr İbn Dinar'dan, onun Said İbn Cübeyr'den, onun İbn Abbas'tan, İbn Abbas'ın Ebu Hureyre'den, Ebu Hureyre'nin Ubeyy İbn Ka'b'tan, onun da Hazret-i Peygamber'den rivayetine göre Hazret-i Peygamber, o genç adamın Yuşa İbn Nûn olduğunu söylemiştir. 2) Bu genç adam, Yuşa'nın kardeşidir, bu yolculukta Hazret-i Musa'ya arkadaşlık etmiştir. 3) Amr İbn Ubeyd, Hasan el-Basrl'nin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir zamanlar Musa, yardımcısı gence şöyle demişti: ... kadar gideceğim" ayetindeki "fetâ genç adam" kelimesine, Musa'nın kölesi manasını verdiğini rivayet etmiştir. Kaffal şöyle der: "Dil, buna müsaittir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sizden biriniz," benim kölem, benim cariyem" demesin; o, "yiğidim, benim kızım" desin' Müslim, elfaz, 13 (4/1764). buyurmuştur. Bu da, onların, köleye "fetâ"; cariyeye de, "fetât" dediklerini gösterir. Hazret-i Musa'nın Seyahatinin Sebebi 1) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Musa'ya levhalar verilip ve Cenâb-ı Hakda onunla vasıtasız olarak konuşunca, Hazret-i Musa, "Benden daha üstünü ve daha bilgini var mıdır?" dedi. Bunun üzerine, adalarda oturan bir Allah kuludur ki, ismi da Hızır'dır, denildi. 2) Bir başka rivayete göreyse Hazret-i Musa'ya bunca ilmi verilince, o yeryüzünde kendisinin bir mislinin olmadığını zannetti. Bunun üzerine, deniz kenarında olduğu bir sırada Cebrail (aleyhisselâm) ona gelerek şöyle dedi: "Ey Musa, şu denize doğru uçan ve gagasıyla oraya vuran, sonra da yükselen şu küçük kuşa bir bak. İşte sen, o kuşun gagasıyla denizden alıp taşıdığından daha az bir ilme sahipsin." Usûl alimleri, şöyle demişlerdir: Bu rivayet zayıftır. Çünkü, peygamberlerin, Allah'ın malûmatının sonsuz olduğunu; mahlûkatın bilgisinin ise, sınırlı olması gerektiğini bilmeleri gerekir. Sonlu ve sınırlı olan her şeyin üzerine başka bilgilerin ilâve edilmesi mümkündür. Binâenaleyh, her ilim derecesinin üstünde, mutlaka başka bir ilim mertebesi vardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır" .Yusuf. 76) buyurmuştur. Bu mukaddimeler bilinen şeyler olduğuna göre insanın, 'benden daha bilgin kimse yoktur" diye kesin hüküm vermesi, cidden uzak bir ihtimaldir. Hele hele Musa (aleyhisselâm) eşyanın hakikatine dair onca ilminin, kendini beğenme, hayrete kapılma ve olduğundan fazla büyüklenme gibi kötü huylardan son derece uzak bir kimse iken. 3) Rivayet olunduğuna göre Musa (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'a "Senin hangi kulun sana daha sevimlidir?" diye sorduğunda, Cenâb-ı Hak, "Beni hatırlayan ve beni hiç unutmayan kulum" buyurdu. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm), hangi kulun daha hükmeder diye sorduğunda, Cenâb-ı Hak, "Hak ile hükmedip, hevasına uymayan" dedi. Yine, Hazret-i Musa, "Hangi kulun daha bilgindir!" diye sorduğunda, Cenâb-ı Hak, "insanların ilmini, kendi ilmine katmayı arzulayan; böylece de bu sayede, kendisini hidayete ileten veyahutta kendisini bir uçurumdan kurtaran bir kelimeyi elde etmiş olan" diye buyurur. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm), "Eğer kulların arasında benden daha bilgini varsa, onun bana göster" deyince de, Cenâb-ı Hak, "senden daha bilgini, Hızır'dır "Onu nerede bulabilirim?" diye sorunca, "Sahilde bir kayanın yanında" diye cevap verildi. Hazret-i Musa, "Ya Rabbi, ben onu nasıl bulabilirim?" diye sorunca da, Cenâb-ı Hak, "Sen bilene bir öncelik de buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Musa onu nerede kaybedersen, işte o oradadır" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Musa genç arkadaşına, "Balığı kaybettiğin an, bana haber ver" diye tenbihte bulundu. Derken, çekip gittiler.. Musa (aleyhisselâm), uyudu. Bu esnada balık harekete geçerek, denize sıçradı. Kuşluk vakti olduğunda, Hazret-i Musa balığı istedi; bunun üzerine yardımcısı onun denize düştüğünü söyledi. Bunun üzerine oradan geriye dönerek, balığın denize sıçradığı mahalle geldiler. Derken elbisesine bürünmüş bir adam. Musa (aleyhisselâm) kendisine selâm verdi ve, "Senin yanında güven içindeyim!" dedi ve ona, kendisini tanıttı. Bunun üzerine o, "Ey Musa, ben Allah'ın bana öğrettiği; fakat senin bilmediğin bir ilme; sen de, Allah'ın sana öğrettiği fakat benim bilemediğim bir ilme sahipsin" dedi. Derken, gemiye bindiklerinde, bir serçe geldi ve geminin kenarına kondu. Suyu gagalamaya başladı. Bunun üzerine Hızır, "Benim ve senin ilminin, Allah'ın ilmi yanındaki miktarı, bu serçenin gagasıyla denizden aldığı miktar kadardır" dedi. Ben de derim ki: O serçenin o sudan aldığı o azıcık miktarın, o denizin suyunun tamamına nısbati, sonlu ulan şeyin yine sonlu olan şeye nisbetidir. Halbu ki bütün mahlûkatın bilgilerinin Allah'ın bilgilerine nisbeti ise, sonlu olan şeyin sonsuz olan şeye nisbetidir. Binâenaleyh, bu iki nisbet birbirinden ne kadar da farklı! İşlerin hakikatini ancak Allah bilir. Biz yine tefsire dönelim. Ayet-i kerimedeki "gideceğim" ifadesine gelince, Zeccâc şöyle demiştir: 'Bunun manası, "ayrılmayacağım" demek değildir. Çünkü, şayet bu anlamda olsaydı, Hazret-i Musa, herhangi bir yere gitmemiş ve orada çakılıp kalmış olurdu." Ben derim ki: Buna şu şekilde cevap verilebilir: Bir şeyden zeval", onu bırakmak ve ondan ayrılmak demektir. Nitekim Arapça'da, "Terketti, bıraktı" anlamında beğenme, hayrete kapılma ve olduğundan fazla büyüklenme gibi kötü huylardan son derece uzak bir kimse iken. "Falanca, cömertlik konusundaki âdetini, eski yolunu bıraktı" denilir. Buna göre, lâ ebrahu tabiri "yürümeyi, gitmeyi bırakmam "yani, bu işi bırakmam" demektir. Ben derim ki: Cumhura göre meşhur olan şudur: Hak teâlâ'ın, lâ ebrahu tabirinin manası Bırakmayacağım" şeklindedir. Araplar aynı manada üzere ve derler. Kaffâl şöyle der: "Alimler, Arapların şeklindeki sözlerinin aslının, tıpkı (......) kelimesinin astını zeval dan alması gibi, berâh (ayrılmak) kelimesinden olduğunu söylemişlerdir. Nitekim (Devam etti - devam ediyor) ve (öldü - ölüyor) denilmesi gibi, (ayrıldı - ayrılıyor) denilir. Ancak ne var ki, bu ifade de kullanılan(......) kullanılışıdır. Buna göre ifadesinin manası "Kalıyorum" demek olur. Çünkü, bu kelimenin kökü olan berâh kelimesi, olumsuzluk ifade eder. Binâenaleyh (......) ifadesi, olumsuzluğu nefyetmiştir. Böylece de mana, müsbete dönüşmüştür. Bu sebeple, (......) ve (......) kelimeleri, bir işe devam etmeyi ve sebatı ifade ederler. Buna göre şayet, "Hak teâlâ'nın (......) ifadesi manasına olursa o zaman mutlaka bir haber gerekir" denilirse, biz deriz ki: Haber hazfedilmiştir. Çünkü, haberin hazfıne, hem hal ile ilgili bir karîne; hem de sözle ilgili bir karîne, emare vardır. Hal ile ilgili karîneye gelince, bu onun, yolculuk halinde olmasıdır. Sözle ilgili karîneye gelince, onun, "İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar" ifadesi, muayyen bir mesafeyi gösteren bir ifade olup, bu da onun, gideceği yeri gösterir. Buna göre mana, "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar yürüyeceğim" şeklinde olur. Mananın şöyle olması da muhtemeldir: "Ben oraya varmadıkça, şu halimi, yani hareketimi bırakmam, ondan ayrılmayıp yürümemi sürdürürüm." Bu, senin tıpkı, ebrahu'l-mekâne" "Buradan ayrılmam" demen gibidir. İki denizin birleştiği yere gelince, Hazret-i Musa ile Hızır (aleyhisselâm)'ın karşılaşmaları va'dedilen ve belirlenen yer ofup, burası, Fars deniziyle Rum denizinin doğu yakasından birleştikleri yerdir, mültekâlarıdır. Burasının başka bir yer olduğu da söylenmiştir. Ayette bu iki denizi tayin edip belirtecek herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Binâenaleyh, sahih bir haberle bir şey doğru olarak ortaya konulursa, kabul edilecek olan şey işte odur. Aksi halde, susmak daha evlâdır. Bazı kimseler de şöyle demiştir: İki deniz, Musa ile Hızır (aleyhisselâm)'dır. Çünkü onlar da adeta iki ilim denizi gibiydiler. Bu kelime, mim'in kesresiyle micm'â şeklinde okunmuştur. Ayetteki "Yahut uzun zamanlar geçireceğim" "Uzun zaman yürüyeceğim" demektir. Hukub kelimesinin, seksen yıllık bir süre olduğu ileri sürülmüştür ki, biz bu kelime hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, (Nebe.23) ayetinin tefsirinde, gerekli açıklamayı yaptık. Netice olarak diyebiliriz ki: Allah (c.c), Hazret-i Musa'ya, bu âlim kişinin halini bildirdi, ama onun nerede bulunduğunu ve yerini bildirmedi. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm), "O iki denizin birleşip tekbir deniz haline geldiği yere kadar yürüyeceğim"; yahut, "Bu âlimi buluncaya kadar, uzun bir süre bu işe devam edeceğim" dedi ki bu Hazret-i Musa'nın, ilmi elde etmek amacıyla, bu yolculuğundaki büyük sıkıntı ve güçlüklere katlanacağını kendi kendine telkin ettiğinin ve bu hale konsantre olduğunun bir ifadesidir. Bu da, ilmi elde etmek isteyen kimsenin, tek bir mesele öğrenmek için bile doğudan batıya yolculuk etmesi gerektiğinde, bu yolu mutlaka katetmesi gerektiğine dikkat çekmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine o ikisi, bu iki denizin arasının birleştiği yere ulaşınca" buyurmuştur. Bu, "o ikisi, o iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gittiler" demektir. Beynehümâ kelimesindeki hüma zamirinin neye râci olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır: a) Bu ifade, "iki denizin birleştiği yer" anlamındadır. Böyle olması halinde bu sanki, Hazret-i Musa'nın, "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar gideceğim" şeklindeki sözüne bir işaret olmuş olur ki, bu da, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa'nın bu sözünü tahakkuk ettirdiğini gösterir. b) Mana, "Musa ve kendisini kastettiği arkadaşının (Hızır'ın) birleştikleri yere varınca" şeklindedir. Çünkü, balığın unutulduğu o yer, Hızır (aleyhisselâm)'ın oturduğu veyahutta onun oturduğu yere yakın olan bir yerdir. İşte bu manadan dolayı, Musa ve genç arkadaşı, balığı hatırladıktan sonra, geri döndüklerinde, Musa (aleyhisselâm) oraya gelmiş oldu. Bu, güzel bir manadır. Ama müfessirler, birinci görüşü benimsemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "balıklarını unuttular" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Rivayetler, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa'ya bu âlimin yerinin, iki denizin birleştiği yer olduğunu beyân ettiğine; ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, balığın dirilmesinin, o âlimin oturduğu yerin alâmeti kıldığına delâlet etmektedir. Bu tıpkı, bir insanı arayan bir kimsenin durumuna benzer. Böylece o kimseye, "onun yeri ftey şehrinin falanca mahallesidir. Binâenaleyh o mahalleye vardığında, birilerine onun evini sor, o seni nereye götürürse ona tâbi ol; işte o zaman sen o adamı bulmuş ve ona ulaşmış olursun, denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir. Hazret-i Musa'ya sanki, "Onun yeri, iki denizin birleştiği yerdir. Binâenaleyh, sen oraya vardığında batığın dirildiğini ve denize sıçradığını göreceksin" denilmiştir. Binâenaleyh, bu noktada ona, "İşte yeri orasıdır" denilmiş olması muhtemel olduğu gibi, ona, "O balığın gittiği yöne doğru git, işte onu orada bulacaksın" denilmiş olması da muhtemeldir. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Hazret-i Musa ve yardımcısı genç o iki denizin birleştiği yere vardıklarında, balık denize sıçradı ve yüzmeye başladı. Balığın nasıl sıçradığı hususunda da bir takım rivayetler vardır. Denildiğine göre, genç adam, tuzlu olduğu için o balığı yıkıyordu. Bu esnada balık sıçradı ve yüzdü. Yine rivayete göre Yûşa, orada abdest alıyordu. Derken o tuzlu balığın üzerine su değdi. Balık hemen canlandı ve denize sıçradı. Yine şu da denilmiştir: Orada, cennet çeşmelerinden bir pınar fışkırdı, o gözenin su damlacıkları balığa ulaştı, bunun üzerine balık canlandı ve denize sıçradı. İşte balıkla ilgili söz de bundan ibarettir. Bu Mucizenin Unutulmasının İzahı İkinci bahis: Ayetteki "balıklarım unuttular" ifadesinden, "O ikisi, yani Hazret-i Musa le genç adam, bu hususî özel halle, maksatlarına ulaşacakları hususunda nasıl istidlalde bulunacaklarını unuttular" manası kastedilmiştir. Bana göre şayet, "O tuzlu balığın canlı hale dönüşmesi, acayip bir durumdur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu acayip halin tahakkukunu, onların maksatlarına ulaşmalarının bir emaresi kılınca, du hususun unutulabileceği nasıl düşünülebilir?" denilirse, deriz ki: Alimler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Yüşâ, Hazret-i Musa'dan, daha nice büyük mucizeler Tiüşahedeetmişti. Binâenaleyh, ona göre bu mucize o kadar büyük bir mucize değildi. Bu sebeple de, onu unutmuştu." Buna göre burada verilecek başka bir cevap da şudur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kendisinin ilmini gözünde büyütünce, onun ilmin ancak Allah'ın öğretmesi ve kalblerde muhafaza etmesi ile tahakkuk edeceğine dikkat çekmek için, arkadaşının kalbinden bir zarurî yani unutulmaması gereken bilgiyi, silip izâle etti. Ayet-i kerimedeki "(balık) denizde bir deliğe doğru .olunu tutup gitmişti" ifadesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) İfadenin takdiri, "Denize akıp gitti" şeklinde olup, ancak ne var ki, ayetteki fetteheze ifadesi, serebe (kayıp gitti) yerine ikame edilmiştir. (sereben) kelimesi, "gitmek" anlamındadır. Bir başka ayette geçen "gündüz yoluna giden"(Ra'd, 10) ifadesi de bu manadadır. b) Allahü teâlâ, denizdeki suyun hareketini engelledi ve onu, balık oraya girinceye bir kemer (tak) ve bir tünel, menfez haline getirdi." (......) Yani, "Musa ve genç arkadaş, belirlenen o yere ulaştıklarında -ki bu da onların, adıgecen unutmadan dolayı tekrar o kaya parçasının yanına varmalarıdır-, çok yol yürüyüp yorgun düşüp acıktıkları için "Musa yardımcısı gence: "Kuşluk (sabah) yemeğimizi çıkar. Yemin olsun ki, bu yolculuk bizi bayağı yordu" dedi. Bunun üzerine genç adam da, "(Başımıza geleni) gördün mü? Kayaya sığındığımız vakit" dedi. Eraeyte ifadesindeki hemze, istifham hemzesidir ve bu fiil asıl manası olan "görme" anlamındadır. Bu ifade, insanlar arasında bilinen (kullanılan) şekli ile yer almıştır. Çünkü bir insanın başına, dikkate değer bir iş geldiğinde, "Başıma geleni gördün mü" der. İşte ayette de bu manayadır. O genç adam, "Kayaya sığındığımız vakit başıma geleni gördün mü" demiştir. Buna göre, fiilin mef'ûlü hazfedilmiştir. Çünkü, "daha sonra gelen, "Balığı unutmuşum" cümlesi, bu mef'ûle işaret etmektedir. Daha sonra o, "Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu" demiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu, ma'tûf ile ma'tûfun aleyh (birbiri üzerine atfedilen iki şeyin) arasına girmiş, bir cümle-i mu'tanza olup, takdiri "Balığı orada unutmuşum. O, şaşılacak bir şekilde denize atlayıp, yolunu tuttu ve gitti" şeklindedir. Araya bu ara cümlesinin girmesinin sebebi ise, bu unutmanın özrü ve illeti sadedinde olmasından ötürüdür. İkinci bahis: Ka'bi, "Onu söylemeni bana ancak şeytan unutturdu" ifadesi unutmayı Allah'ın yaratmadığına ve irade etmediğine delalet eder. Aksi halde bunun burada şeytana değil Allah'a nisbet edilmesi gerekirdi. Çünkü eğer unutmayı Allah yaratmış olsaydı, unutmanın meydana gelmesinde, şeytanın hiçbir tesiri olmamış olurdu" demiştir. Kâdi ise şöyle der: "Ayette bahsedilen "nisyan" (unutma) ile, insanın kalbinin, şeytanın işi olan vesveselerle meşgul (dolu) olması manasınadır, yoksa hatırlamanın zıddı olan unutma manasına değildir. Çünkü bu unutma, ancak Allah tarafından yaratılabilir" demiştir. Üçüncü Bahis: Ayetteki ifadesi, deki hû zamirinden bedel olup, takdiri "Onu yani onu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu" şeklindedir. Daha sonra gelen, "O şaşılacak bir surette denize atlayıp, yolunu tuttu ve gitti" cümlesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) Acebâ lafzı, mahzûf bir masdarın sıfatı olup, "Şaşılacak bir yol tutuşla" takdirindedir. Bu işin şaşılacak bir şey olması ise, o balığın gencin zenbilinden (torbasından) sağ olarak çıkıp, onların haberi olmadan denize atlamasıdır. 2) Bundan maksad, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Allahü teâlâ'nın denizin suyunu, o balık için bir tünel ve kemer gibi kılıp (balığın onun içinden denize -almasıdır). 3) Bu sözün (cümlenin), "O, denize atlayıp yolunu tuttu ve gitti" ifadesinde tamamlandığı daha sonra (yeni bir cümleye başlayarak) acebâ denildiği de söylenmiştir. Bundan maksad, gencin gördüğü o hayret verici işten ve balığı unutmasından ötürü şaşakalmış olmasıdır. Yine bu "aceben" (hayret) sözün, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ait olup, gencin sözü olmadığı da söylenmiştir. Nakıs Fiilin Sonunda Yânın Hazfi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Musa, 'İşte bizim aradığımız o idi" dedi" buyurmuştur. Yani, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Bizim aradığımız işte o idi. Çünkü o, bizim aradığımız şeyi elde etmemizin bir işareti idi" dedi. Aradıkları şey ise Hızır (aleyhisselâm) ile karşılaşmaktı. Nebği kelimesinin aslı, (......)dir. Kesre'den anlaşıldığı için ve kolay okunsun diye, yâ harfi hazfedilmiştir. Normal olan, bunu hazfedilmemesidir. Çünkü Vaplar, normalde isimlerin sonundaki bu gibi yâ'ları hazfederler. Bu ise fiildir. Fakat zayıf bir kurala göre, bazı durumlarda hazfi mümkündür. Çünkü bu yâ, kendisinden sonra gelen, sakin harften ötürü hazfedilir. Meselâ (......) demen gibidir. Şu halde, kendinden sonra sakin harf olduğunda hazfedilebilince, o sakin harf olmadan da hazfedilebilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve izleri üstüne gerisin geri döndüler" buyurmuştur. Buradaki "Kasasan" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: a) Bu kelime, "hal" yerinde kullanılmış bir masdardır, "onlar, izlerini takib eden kimseler olarak (yani (......) geri döndüler" demektir, b) Bu kelime, fiilin mef'ul-ü mutlaktdır. Çünkü irtedde fiili, burada (izini takib etti, izledi) manasınadır. Velhasıl, o ikisi, aradıkları o alim zâtın oturduğu yeri seçmiş olduklarını anlayınca, geri döndüler ve ona vardılar." Allah en iyi bilendir. |
﴾ 64 ﴿