70

"Derken, orada kullarımızdan bir kul buldular. Biz ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik. Musa ona, "Sana öğretilen bu doğru ve faydalı ilimden, bana da öğretmen için, sana tabi olabilir miyim?" dedi. O da, "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin. Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" dedi. O da, "Allah dilerse (inşallah) beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" dedi. (Hızır da) "Bana tâbi olacaksan, (bil ki) ben sana hakkında bir açıklamada bulunmadıkça, bana hiçbirşey sorma" dedi" .

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "Derken orada kullarımızdan bir kul buldular' ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:

Hızır (aleyhisselâm) Peygamber midir?

Birinci Bahis: Ekseri âlimler, bu ayette bahsedilen o kulun, bir peygamber olduğunu söyleyerek, şu delilleri getirmişlerdir:

1)Cenâb-ı Hak, "Biz ona tarafımızdan bir rahmet verdik" buyurmuştur. Bu rahmet, nübüvvettir. Delili ise, "Rabbinin rahmetini (peygamberlik mansıbını) onlar mı paylaştırıyorlar" (Zuhruf, 32) ayeti ile "Sen, Rabbinden bir rahmet olan bu kitabın sana ilkâ (vahy) edilmesini ummuyordun" (Kasas, 86) ayetidir. Binâenaleyh bu ayetteki "rahmet" ile de, "peygamberlik" kastedilmiştir. Bu delile karşı birisi şöyle diyebilir: "Biz nübüvvetin, bir rahmet olduğunu kabul ediyoruz. Ama bundan, her rahmetin nübüvet manasına olduğu neticesi çıkmaz.

2) "Cenâb-ı Hak, burada, "Kendisine nezdimizden bir ilim öğrettik" buyurmuştur. Bu, onun ilminin insanlardan bir muallim ve mürşidin öğretmesi ve irşadı ile olmadığını gösterir. İnsanların vasıtası olmaksızın, Allah'ın kendisine ilim verdiği herkesin bildiklerini Allah'dan aldığı vahiyle bilen bir peygamber olması gerekir." Bu delil de zayıftır. Çünkü, insandaki zarurî (fıtrî) bilgilerde, Allah'dandır. Ama bunlar, insanın peygamber olmasını gerektirmez.

3) Musa (aleyhisselâm) ona "Bana öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" Halbuki bir peygamber, öğrenme hususunda, peygamber olmayana tâbi olamaz. Bu delil de tutarsızdır. Çünkü peygamber, kendisinin peygamber olması hususunda nazar-ı 'dikkate alınacak ilimleri öğrenmede başkasına tâbi olmaz. Ama diğer bilgileri öğrenmede, tâbi olabilir.

4) Ayette bahsedilen o kul, "Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" diyerek, kendisinin Musa (aleyhisselâm)'dan (ilim bakımından daha ileri olduğunu ortaya koymuş; Musa (aleyhisselâm) da, "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" diyerek, ona boyun eğmiştir. Bütün bunlar, o alim kulun, Hazret-i Musa'dan daha ileri olduğunu gösterir. Halbuki peygamber olmayan, peygamberden üstün olamaz." Bu delil de tutarsızdır. Çünkü peygamber olmayan bir kimse, peygamberlikle ilgili olmayan bazı ilimler (bilgiler) bakımından, peygamberden daha ileri olabilir. Öyle ise, bunun olamayacağını niçin söylüyorsunuz? Eğer bu delilleri ileri sürenler, "Bu, insanların peygamberden soğuyup uzaklaşmasına sebebiyet verir" derlerse, biz deriz ki: Allah ona Tevratı indirmesine ve onunla vasıtasız olarak konuşmasına rağmen, Hazret-i Musa'yı o kuldan ilim almaya göndermesi de, aynı neticeye sebeb olur. Eğer bu göndermenin, aynı neticeye sebeb olmayacağı söylenirse, ileri sürülen husus hakkında da durum böyle olur.

5) Esâmm, ayette bahsedilen bu "kurun peygamber olduğuna, onun "Ben bunu kendi reyimle yapmadım "(Kehf. 82) şeklindeki sözünü delil getirerek: "Bu, "Ben o işi, Allah'ın vahyi ile yaptım" demektir ve dolayısıyla onun peygamber olduğuna delalet eder" demiştir. Bu delil de zayıftır ve zayıflığı aşikârdır.

6) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) aradığı bu kulu bulunca, "selâmün aleyküm" dedi. O da, "Ve aleyke's selâm, ey isrâtloğullarının peygamberi" dedi. Bunun üzerine, Musa (aleyhisselâm) "Sen bunu nasıl bildin? Bunu sana kim bildirdi?" deyince, o, "Seni bana gönderen" cevabını verdi. İşte bu rivayet, o kulun vahiy ile bunu bildiğini gösterir. Vahiy ise ancak, peygamberlere olur. "Buna karşı birisi: Bunun keramet ve ilham cinsi birşey olması niçin caiz olmasın" diyebilir.

İkinci Bahis: Ekseri âlimler şöyle demişlerdir: "Bu kul, Hazret-i Hızır (aleyhisselâm) idi. Ona du isim, durduğu, bastığı her yerin, yeşillenmesinden (hazırlanmasından) ötürü verilmiştir." Cübbâî şöyle der: "Hızır (aleyhisselâm)'ın Hazret-i Musa'dan İsrâi loğu Harın a gönderilen oir peygamber olduğu hususunda rivayetler vardır. Eğer bu rivayetler doğru ise, ayette bahsedilen kulun, Hızır (aleyhisselâm) olması mümkün değildir. Hem o kulun, Hızır (aleyhisselâm) olması takdirinde, bir peygamber olması gerekir ki, bu da Hızır (aleyhisselâm)'ın, Tevrat sahibi Musa (aleyhisselâm)'dan daha üstün olmasını gerektirir. Çünkü biz, bu ayetlerde yer alan ifadelerin, o kulun Hazret-i Musa'dan üstün olduğunu ifade ettiğine ve Hazret-i Musa'nın ona boyun eğdiğini açıkladık. Fakat Hızır (aleyhisselâm)'ın Hazret-i Musa'dan daha üstün olması caiz değildir. Çünkü onun, yâ İsrâiloğullarından birisi olduğu veya olmadığı söylenebilir. Eğer onun İsrâiloğullarından olduğunu söylersek, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa'nın Firavun'a söylediğini bildirdiği, "Isrâiloğullarını benimle beraber sal, bırak" (Şuâra, 17, ifadesinden ötürü, Musa (aleyhisselâm)'nın ümmetinden olmuş olur. Ümmet ise, hal ve makam bakımından peygamberinden üstün olamaz. Yok eğer onun İsrailoğullarından olmadığını söylersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç şüphesiz ben, sizi bütün âlemlere üstün kıldım' (Bakara. 47) ayetinden ötürü, Hazret-i Musa (ve kavminden) daha üstün olması caiz olmaz. "Bu izahlar, ayette bahsedilen "Musa"nın Tevrat sahibi Hazret-i Musa olmadığını (ondan başka birisi) olduğunu söyleyenlerin görüşünü destekler.

Ledûnnî İlim

Ayetteki, "Kendisine nezdimizden bir ilim öğrettik" ifadesi, o kulda olan İlimlerin, vasıtasız olarak Allah'dan elde edilen bilgiler olduğunu gösterir. Sofiler, mükâşefe yoluyla elde edilen ilimleri "Ledünnî ilim (ilm-i ledünnî)" diye adlandırmışlardır. Allâme Ebu Hâmid el-Gazali'nin, Ledünnî ilmin isbatı hususunda bir kitapçığı var. Ben derim: Bu konuda sözün özü şöyle söylemektir: Siz, herhangi bir şeyi idrâk edip, herhangi bir hakikati tasavvur ettiğimizde, (düşündüğümüzde), o şey hakkında bir hüküm verir, bir neticeye ulaşırız ki buna "tasdik" denir; yahut da bir hüküm vermeyiz, buna da "tasavvur" denir. Bu iki kısımdan herbiri, bir kesb (kazanma) ve talep (arama) olmaksızın, mevcud nazari bir şey olur, yahut da kesb (kazanma, öğrenme) yolu ile elde edilen birşey olur. Nazarî ilimler, herhangi bir kesb ve taleb olmaksızın, gönlümüzde ve aklımızda meydana geten şeylerdir. Mesela, acıları, lezzetleri, varlığı, yokluğu tasavvur etmemiz gibi... Yahut da "olumlu ile olumsuzun yani iki zıt şeyin aynı anda bulunamayacağını, ikisinin birden yok olamayacağını; birin, ikinin yarısı olduğunu tasdik etmemiz, bilmemiz gibi... Kesbî ilimler ise, nefis cevherinde vasıtasız olarak meydana gelmeyen, aksine mutlaka sayesinde elde edildikleri bir yol ve vasıtanın olması gereken ilimlerdir. Bu yol da iki türlü olur:

a)İnsanın, birtakım bilinmeyen şeyler öğrenmek gayesiyle kullanmak üzere o nazari, bedîhî ilimleri dinleyip toplamaya çalışması. Bu yola nazar, tefekkür, tedebbür, teemmül, terevvî (inceleme) istidlal ismi verilir. İlim elde etmedeki bu yol, ancak çalışıp çabalama ile, gayretle olur, tamam hale gelir.

b)İnsanın, çeşitli riyazat ve nefis mücâhedeleri vasıtası ile, his (duyu) ve hayal kuvvetlerini (nefsini) zayıflatmaya gayret etmesi yolu. Bunlar zayıflayınca aklî kuvvet artar, akıl cevherinde ilâhi nurlar parıldamaya başlar ve herhangi bir tefekkür teemmül gayreti olmaksızın, bilgiler meydana gelir ve ilimler mükemmellesin İşte buna ilmi ledünnî" denir. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: İnsanların nefsi natıka cevheri (nefisleri), mahiyet açısından çeşit çeşittir. Bazan o nefis, müşrika (aydınlık), nurâni, ilâhi, ulvi ve bedeni cazibelerle maddi çekişmeler ile az alakalı olan bir nefis olur. Bu sebeble de, kutsi cilayı ve ilahi nurları almaya devamlı ve ileri bir kabiliyeti olur. Dolayısıyla da ona gayb âleminden gelen o nurlar tam ve mükemmel bir şekilde akar da akar. İşte ilm-i ledünnî ile kastedilen budur. Ayetteki, "Biz ona tarafımızdan bir rahmet verdik, kendisine ledünnümüzden bir ilim öğrettik" ifadesi bu manayadır. Cevherindeki saflığı ve unsurlarının aydınlığında bu derece ve mertebeye varmamış nefisler ise, bu bilgileri ve ilimleri (me'ârifi) ancak, bunları öğrenmede ve ona öğretmede çaba sarfeden bir insanın vasıtası ile öğrenebilecek olan, aptal ve noksan nefislerdir. Birinci kısım nefisler, ikinci kısma nisbetle. tıpkı güneşin çok cüz'i ışıklara, denizin çok az su akıntılarına ve en büyük ruhun (ruh-u a'zamın) da cüzi (küçük) ruhlara nisbeti gibidir. Bu, bu konuda azıcık bir dikkat çekiştir. Bunun ötesinde, bu kitabta ele alınması mümkün olmayan nice esrar vardır.

Hazret-i Musa'nın İlim Taleb Etmesi

Daha sonra "Musa "Sana doğru öğretilen ve faydalı ilimden bana da öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" dedi" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Amr ve Ya'kûb son kelimeyi râ ve şın harfinin fethası ile reşedâ şeklinde okumuşlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bunu, râ ve şın'ın zammesi ile ruşuda şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise râ'nın zammesi ve şin'ın sükûnu ile, ruşdâ şeklinde okumuşlardır. Kaffal şöyle der: "Bunlar, aynı manaya gelen değişik kullanışlardır. Nitekim Arapça'da aynı manada, neker ve nükr denilmesi gibi, reşed ve rüşd de denilir. Bu yine tıpkı sekam ve sukm; seğal ve şûğl, behal ve buhl ve adem ve udm denilmesi gibidir. "Rüşden" ifadesi, "Rüşd bulunan bir ilim" demektir. Kaffâl şöyle der: "Bu kelime şu iki manaya gelebilir:

a) Bu rûş'de, Hazret-i Musa ile ilgilidir ve manası "Sen bana sana öğretilenden oğretesin ve beni irşâd edesin" demektir.

b) Bu rü'd, Hazret-i Musa ile ilgilidir ve manası "Sen bana sana öğretilenden öğretesin ve beni irşâd edesin" demektir.

Bu Talepteki Âdâb

Bil ki bu ayetler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın. Hızır'dan öğrenmek istediğinde, pekçok edeb ve inceliğe riâyet ettiğine delâlet etmektedir:

1) Musa (aleyhisselâm) kendisinin Hızır'a ittibâ edeceğini bildirmiştir. Çünkü o, "Sana tabi olabilir miyim" demiştir.

2) O, bu tâbi olma hususunda, izin istemişti, çünkü o, "kendimi sana tâbi kılmam için bana müsaade eder misin?" demiştir ki, bu ileri derecede bir tevazudur.

3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "bana da öğretmen için" demiştir ki bu, kendisine cehaleti; hocasına da ilmi nisbet etmektir.

4) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) başındaki min ba'ziyyet ifade eder. Binâenaleyh o ondan, Allah'ın kendisine öğrettiği şeylerin bazısını kendisine öğretmesini istemiştir ki bu da, Hazret-i Musa'nın ne kadar mütevazı olduğunu göstermiştir. Buna göre Hazret-i Musa Hızır'a sanki, "Ben senden, sana ait olan ilim hususunda, beni kendine denk kılmanı istemiyorum. Tam aksine ben senden, çok çeşitli olan ilminden sadece bir kısmını bana vermeni istiyorum demiştir. Bu, tıpkı fakir bir kimsenin zengin bir kimseden malının bir kısmını istemesi gibidir.

5) Hazret-i Musa'nın, "sana öğretilen ilimden" ifadesi, o ilmi ona, Allah'ın öğrettiğini itiraf etmedir.

6) Hazret-i Musa'nın "doğru ve faydalı ilim" şeklindeki sözü, ondan doğruyu ve hidayeti talep etmektir. Doğrunun tahakkuk etmemesi halinde, (yerini) azgınlık ve sapıklığın aldığı bir şeydir.

7) Hazret-i Musa'nın, "sana öğretilen ilimden, bana da öğretmen için"ifadesi, "Hazret-i Musa'nın Hızır (aleyhisselâm)'dan, Allah'ın Hızır'a yaptığı muamele gibi kendisine muamelede bulunmasını istemesi" manasında olup bunda, bu öğretim esnasında Hızır'ın, ona bulunduğu lütuf ve inamın, öğretimi esnasında Allah'ın Hızır'a karşı gösterdiği in'âm ve lütfa benzediğine birîma bulunmaktadır. İşte bundan dolayı, "Ben, kendisinden bir harf öğrendiğim kimsenin kuluyum, kölestyim" denilmiştir.

8) İttibâ, o fiilin başkasına ait olmasından dolayı, o başkasının işinin bir mislini yapmak, demektir. Binâenaleyh biz, "Lâ ilahe illallah" dediğimizde, bilesin ki, yahudiler de bizden önce aynı kelimeyi söylüyorlardı. Bundan dolayı, bu kelimeyi söyleme hususunda, bizim onlara ittiba etmiş olmamız gerekmez. Çünkü biz bu cümleyi, onlar onu söyledikleri için, söylemiyoruz. Tam aksine biz bunu, söylenmesini gerektiren delil bulunduğu için söylüyoruz. Ama biz, beş vakit namazı, Hazret-i Peygamber'in fiiline muvafık olarak yaptığımızda, biz bu namazı Hazret-i Peygamber o şekilde yapıp kıldığı için biz de yapıp kılıyoruz. Bu sebeple hiç şüphesiz, bu beş vakit namaz fiili hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâ etmiş oluyoruz. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hazret-i Musa'nın, "sana tâbi olabilir miyim?" ifadesi sırf hocası o fiili yaptığı için, hocasının yaptığı fiillerinin benzerini yapma hususunda ona tâbi olacağına delâlet eder ki bu da, öğrenimde bulunan kimsenin tâ baştan, hocasına teslim olması. münazaa ve itirazları bırakması gerektiğinde delâlet eder.

9) Hazret-i Musa'nın, "tâbi olabilir miyim?" cümlesi bütün işlerinde mutlak manada ona tâbi olmayı istediğine, bunun herhangi bir kayıtla mukayyet olmadığına delâlet eder.

10) Hızır (aleyhisselâm)'ın, ilk başta Hazret-i Musa'nın, İsrâiloğullarının peygamberi olduğunu ve bunun, kendisine Tevrat verilmiş olan Musa olduğunu kabul ettiği, haberlerle sabittir. Musa, Cenâb-ı Hakk'ın vasıtasız olarak kendiyle konuştuğu ve kendisine apaçık ve kesin mucizeleri verdiği bir zattır. Sonra buna rağmen, makamının bunca yüksekliği ve derecelerinin de yüceliğine rağmen Musa (aleyhisselâm), bu pekçok çeşit tevazûyu göstermiştir ki, bu da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ilim taleb etme hususunda, her türlü fedakârlığı yaptığına delâlet eder ki ona yakışan da budur. Çünkü pekçok ilmi elde etmiş olan kimsenin, o ilimlerdeki güzellik ve mutluluğu daha çok olur. Binâenaleyh, o kimsenin, o ilimleri talep etmesi daha kuvvetli ve şiddetli olur ve, ilim erbabına olan saygısı da o nisbetle mükemmel ve güçlü olur.

11) Hazret-i Musa, "bana da öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" buyurmuş, ooylece önce, ona tâbi olmayı kabul etmiş; ikinci olarak da, ondan, kendisine öğretmesini istemiştir ki, bu da Hazret-i Musa'nın, Hazret-i Hızır'a ilk önce hizmet edeceğini: ikinci derecede olarak ondan ilim istediğini gösterir.

12) Hazret-i Musa, "bana öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" buyurmuş, bu öğrenme işinde ona tâbi olmadan dolayı, ondan herhangi bir şeyi istememiştir. Buna göre sanki o,"Ben senden, sana bu ittibâma mukabil, mal ve makam istemiyorum. Benim maksadım, sadece ilim taleb etmektir" demek istemiştir.

Hızır'ın "Beraberliğime Dayanamazsın" Demesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hızır (aleyhisselâm)'ın "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin. Kavrayamadığın oir bilgiye nasıl sabredeceksin?" dediğini bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Bil ki, öğrenimde bulunanlar iki kısımda mütalaa edilir:

a) İlimden herhangi bir nasibi olmayan görüşleri incelemeye alışmamış, bir konuyu anlatma veya itiraz etmeyi itiyat haline getirmemiş olan öğrenci

b) Pekçok ilim elde etmiş, istidlal ve itirazlara da alışmış, sonra da, tâm ve mükemmel olma derecesine ulaşabilmek için, kendisinden daha mükemmel birisiyle paşbaşa kalmayı isteyen kimse. Bu ikinci kısımdaki öğrenimi, çok zor ve çetindir. Bu böyledir, zira o öğrenci birşey gördüğünde veya birşey duyduğunda, ona göre bu iş zahiren çoğu kez kabul edilemez bir şey olur; halbuki o iş, gercekteyse hak ve doğru olandır. Binâenaleyh bu öğrenci görüşlere vakıf olduğu, itiraz ve cedelleşmeyi itiyat haline getirdiği için, işin zahirine aldanır. Fakat henüz kemale ermediği için, o işin sırnna,hakikate eremez. Bu yüzden de çekişmeye, itirazaya ve mücadeleye yönelir ki, bu tür şeyleri duymak, okyanus gibi olan, mükemmel bir hocaya ağır gelir. Böylesi haller iki veya üç defa meydana geldiğinde, o zaman tam bir arzusuzluk ve hoşnutsuzluk meydana gelir ki, işte bu, Hazret-i Musa'nın mütalaa beyan etmeye alıştığına, isbâtı, ibtâli, istidlali ve itirazı alışkanlık haline getirdiğine bir işaret olmak üzere, Hızır (aleyhisselâm)'ın "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" ifadesiyle işarette bulunmuş olduğu husustur. Hızır'ın "Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" ifadesi de, Hazret-i Musa'nın, eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmediğine bir işarettir. Biz daha evvel, bu iki durumun bulunması halinde, susmanın zor olacağını, öğretimin çetinleşeceğini, işin, sonunda nefrete, hoşnutsuzluğa varıp dayanacağını ve karşılıklı nefretin doğacağını ve münasebetlerin kesileceğini söylemiştik.

İkinci Mesele

Âlimlerimiz, ayet-i kerimedeki "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" ifadesiyle fiilden önce istitâ'anın bulunamıyacağına, istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Şayet herhangi bir fiile muktedir olma işi (istitâa), fiilden önce mevcut olsaydı, o zaman, sabra muktedir olma işi, sabır fiilen tahakkuk etmeden önce Hazret-i Musa'da mevcut olmuş olurdu. Böylece de Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" ifadesinin, yalana dönüşmesi gerekirdi. Bu böyle olamayacağına göre biz, fiilden önce, "istitâa"nın bulunamayacağını anlıyoruz. Cübbal buna şu şekilde cevap vermek İster: "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinden kastedilen Hazret-i Musa'nın ona muktedir olamaması değil, bu işin ona ağır gelmesidir. Bu, tıpkı örfte o ona ağır geldiğinde, "Falanca, falancayı görmeye.o onunla oturup kalkmaya muktedir değildir" denilmesine benzer. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar işitmeye tahammül edemezlerdi" (Hûd.20) ifadesidir. Yani, "Dinlemek onlara zor gelir" demektir. Cübbai'ye şöyle denilebilir: Bu, delil bulunmaksızın, ayetin zahirinden dönmektir ki, caiz değildir. Ben derim ki: Alimlerimizin yapmış olduğu bu istidlali, "kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" ifadesi de desteklemektedir. Çünkü bu ayet, insanın bir şeyin hakikatine vakıf olmadan sabretmesini akıldan uzak görmüştür. Binâenaleyh, şayet "Fiilden önce istitâ'a bulunsaydı, o zaman, o ilme de, o ilim bulunmazdan önce kadir olunabilirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman, o ilim bulunmadığında da sabrın bulunması, imkansız görülmezdi. Çünkü, bir şeye kadir olan kimseden, o şeye yönelmesi uzak görülemez. Cenâb-ı Hak, o "sabr"ın imkânsız olduğuna hükmedince biz, fiilden önce istitâ'anın olamıyacağını anlamış oluyoruz.

Hazret-i Musa'nın İtaat Sözü Vermesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak Musa (aleyhisselâm)'nın 'Allah dilerse (inşaallah), beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı deyeceğim" dediğini nakletmiştir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah'ın, peygamberlerini korumasını (ismetu'l-enbiyâ) tenkid edenler bu ayetle istidlal ederek, şöyle demişlerdir: "Hızır (aleyhisselâm), Hazret-i Musa'ya "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" demiş, Hazret-i Musa da, "Allah dilerse (inşaallah), beni sabırlı bulacaksm. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" diye cevap vermiştir. Binâenaleyh, bu iki sözden her biri diğerini yalanlar. Bu sebeple de bunlardan birisinin yalan olduğunun söylenilmesi gerekir. Her iki duruma göre de, peygamberler (aleyhisselâm)'den yalanın sudur etmesi gerekir." Buna verilecek cevap şudur: "Doğrusu sen, benim ımmda sabredemezsin" ifadesi, genel ve daha çok görülen duruma hamledilir. Böyle olması halinde de onların ileri sürmüş olduğu durum sözkonusu olmaz."

İkinci Mesele

"eğer şöyle olursa" sözü şüphe ifade eder. O halde, Hazret-i Musa'nın, ifadesinin manası, "Eğer Allah benim sabredici olmamı dilerse, sen beni sabırlı bulacaksın" demek olur ki, bu, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa'nın sabırlı olmasını dileyip dilemediği hususunda bir şüphe bulunduğunu gösterir. Tavakkuf makamında sabretmenin vacib olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, kuluna vâcib kıldığı şeyi bazan, irade etmediğini gösterir. Bu da, ilimlerimizin, "Allah bazan, herhangi bir şeyi istemediği halde, emreder" şeklindeki sözlerinin doğruluğuna delâlet eder. Mu'tezile ise, "Bu söz insanın ilerde, gelecekte yapacağı şeyler hakkında, edebe riâyet etmek için söylenilmiş bir sözdür" demektedir. Mu'tezile'ye şöyle denilebilir: "Eğer bu edebin anlamı doğru ise, o zaman matlub hakkuk etmiştir. Eğer bozuk ise, bu batıl ve gayesiz sözün zikredilmesinde ne gibi edeb olabilir?"

Emr Vûcub Bildirir

Ayet-i kerimedeki "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" ifadesi, emrin zahirinin, vücûb ifade ettiğine delâlet eder. çünkü bu ayetin delâletine göre, emredileni yapmayan isyankâr olur. İsyankâr İse, Cenâb-ı Hakk'ın, "kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" (Cin, 23) beyanından dolayı, ilahi cezaya müstehak olur ki, bu da emrin zahirinin vücûb ifade ettiğini gösterir.

Dördüncü Mesele

Hızır (aleyhisselâm)'ın Hazret-i Musa'ya "Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" şeklindeki sözü, Hazret-i Musa'nın ilim ve bilgisini azımsadığını gösterir. Hazret-i Musa'nın Hızır (aleyhisselâm)'a Allah dilerse (inşaallah) beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim " remesi de, yoğun bir tevazu hususunu, bir tahammül ve alçak gönüllülüğü ortaya koymaktır ki, bütün bunlar, öğrenimde bulunan kimsenin, kusursuz bir tevazu sergilemesi gerektiğini gösterir. Öğreten kimseye gelince, öğrenimde bulunan kimseye sert davranmasının ona yarar sağlayacağını ve onu güzele iteceğini görürse, ona düşen, bu metodunu devam ettirmesidir. Çünkü onun bu tür şeylere göz yumması öğrenciyi mağrur olma ve kendini beğenme hissine sürükler ki bu da, onun öğrenimine mani olur.

Daha sonra Hızır, (Hızır da), "Bana tâbi olacaksan, (bil ki) ben sana bir açıklamada bulunmadıkça bana hiçbir şey sorma" demiştir. Yani, "Manasını ve sebebini bilemediğin şeyler kabilinden benden sadır olduğunu gördüğün şeylere dair, bana bir şey sorma. (Eğer böyle yaparsan), o zaman ben onları doğrudan doğruya anlatırım" demektir, İbn Amr yâ'sız olarak harekeli lâm ve şeddeli nün ile (......) şeklinde okumuştur ki "sakın sorma" demektir. Yine İbn Amr'in yâ ve şeddeli nûn ile (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki, bu aynı zamanda Nafi'in de kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak diye okumuşlardır ki, manaları birdir.

Gemiye Binmeleri

70 ﴿