6Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman, demiştir ki: Ya Rabbî muhakkak ki . Benim kemiğim zayıfladı. Başımın da saçı aklıkla tutuştu. Ya Rabbi, Sana duâ etmem sebebiyle bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan yerime gelecek) akrabamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır. Binâenaleyh bana tarafından bir velî oğul ihsan et ki hem bana, hem de Yakûb hanedanına mirasçı olsun. Rabbim Sen onu rızana layık kıl". Cenab-ı Hakk'ın "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman" buyruğunun izahı: a) Hazret-i Zekeriyya, duasını gizleme hususunda, Allah'ın, gösterdiği yola riayet etmiştir. Çünkü Allah katında gizleme ve gizlememe eşittir. Binâenaleyh, duayı gizli yapmak daha evlâdır. Çünkü, bu riyadan daha uzak ve daha ihlaslıdır, b) İhtiyarlık zamanında çocuk istediği için kınanmasın diye, bunu gizli yapmıştır. c) O bunu, kendilerinden endişe duyduğu "mevali"sinden gizlemiştir. d) Zayıf ve ihtiyar olduğu için sesi kısık çıkmıştır. Bu tıpkı, ihtiyar kimse vasfederken, "onun sesi kısık, duyması ağırdır" denilmesi gibidir. Eğer: "Nidâ'nın şartı bağırmaktır. Binâenaleyh o, hem nidayı hem de gizleme nasıl yapabilmiştir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilebilir: 1) O, yapabileceği en yüksek sesle bunu yaptı. Ancak ne var ki O'nun sesi, son derece zayıf ve yaşlı olmasından dolayı çok alçak çıktı. Binâenaleyh bu, or bağırmaya yönelmesine nisbetle bir nida; vakıaya nisbetle de, gizlilik hali olmuş- 2) O, namazında duâ etti. Çünkü Allahü teâlâ ona namazında icabet etmiş. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O, mihrapta durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida etti: "Muhakkak ki, Allah sana... Yahya'yı müjdeler" (Âl-i İmran, 39) buyurmuştur. İcabetin namazda olması, duanın namazda yapıldığını gösterir. Binâenaleyh namazdaki nidanın da gizli olması gerekir. Ayetteki "Ya Rabbî dedi. muhakkak ki ben... Benim kemiğim zayıfladı. Başımın da saçı aklıkla tutuştu. Ya Rabbî, ben sana dua etmem sebebiyle bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan (yerime gelecek) akrabamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır. Binâenaleyh bana tarafından velî, oğul ihsan et ki hem bana, hem de Yakûb hanedanına o mirasçı olsun. Rab, Sen onu rızana layık kıl" kısmındaki kıraatle ilgili birkaç mesele vardır: Ayette Kıraatte İlgili Meseleler Peşpeşe üç hareke (vehene) şeklinde okunmuştur. Ebu Amr'a göre (......) ifadesindeki sin, şînâ idğam edilir. (......) yâ'nın fethasıyla el-mevâliye şeklinde okunur. Zührî'den, "Mevâli" kökünden olmak üzere, bu kelimenin yâ'nın sükûnuyla el-mevalî şeklinde okunduğu da rivavet edilmiştir. Hazret-i Osman, Ali İbn Huseyn, Muhammed İbn Ali, Said İbn Cübeyr, Zeyd İbn Sabit ve İbn Abbas, hâ'nın fethası şeddeli fâ ve tâ'nın da kesresiyle, (......) şeklinde okumuşlardır ki bu da şu iki manaya delâlet eder: 1) Bu ifadeden sonra gelen (veraî) kelimesinin, "Benden sonra" manasına alınmasıdır. Buna göre mana, "Onlar, azaldılar ve benden sonra, dini ikâme etmekten soldular" şeklinde olur. Bu sebeple Hazret-i Zekeriyyâ Rabb'inden, onları rızıklandıran bir velî, dost ve sahib ile takviye etmesini istemiştir. 2) Bu kelimenin, "ön" anlamına alınmasıdır. Buna göre mana, "Onlar, onun önünde azaldılar ve öldüler. Öyleki, kendisiyle kuvvetlenilecek ve desteklenilecek hiç kimse kalmadı" şeklinde olur. Bilinen kıraat, bu kelimenin, kendisinden sonra sakin bir yâ bulunan kesreli bir hemze ile, (min verâ,) şeklinde okunmasıdır. Humeyd İbn Muhsin'in yânın fethası ve hemze ile (min veraiye) şeklinde okuduğu, rivayet edilmiştir. İbn Kesir ise, (......) gibi (min verâye) şeklinde okumuştur. (......) ifadelerinin okunuşu hakkında da şunlar söylenebilir: a) Bu kelimeler, terkibte sıfat olmaları sebebiyle, ref ile yansûnî ve yerisû şeklinde okunmuşlardır. b) Ebû Amr, Kisâî, Zührî, A'meş ve Talha her iki fiili de, "bana ihsan er" emrinin olarak Yerisnî ve yeris şeklinde cezimli okumuşlardır. c) Ali İbn Ebi Talib, İbn Abbas, Cafer İbn Muhammed, Hasan el-Basrî ve Katade'nin birinci fiili cezm ile yerisnî ikincisini ise, ism-i fail sığasında vârisun şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. d) İbn Abbas'ın, bu ifadeyi (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. e)El-Cuhderî'nin bu kelimeyi, "vârisun" kelimesinin ism-i tasgiri olarak (......) vezninde (uveyrisu) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Dil ile ilgili izahlara gelince vehn kelimesi "zayıflık" demektir. Ez-Zemahşeri, El-Keşşaf'da şöyle demektedir. Şeybu "ihtiyarlık", saçların beyazlığı, parlaklığı, onun yayılması; tıpkı ateşin tutuşması gibi her tarafa yayılması bakımından, ateşin ılarına benzetilmiş; sonra da kelime istiare üslûbunda kullanılarak, sonra da, işi saçların bittiği yere, isnâd edilmiştir ki bu da "baş"tır. Buna göre (......) kelimesi de temyiz olarak getirilmiştir. Muhatabın, o başın Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın olduğunun bilmesinden dolayı da er-re's kelimesi Zekeriyya'ya nisbet edilmemiştir. İşte bundan ötürüdür ki bu cümle, fasih olmuştur. Duâ, bir işi istemek ounun mukabili de "icabet" dir. Bu, tıpkı emrin mukabilinin "tâat" olması gibidir. Velî kelimesinin terkibi yakın olmak anlamına defâlet eder. Nitekim Arapça "ona yaklaştım anlamında (evlîtuhu, elîhi, velyen) denilmektedir. Bunun if'âl vezni ise "onu, ona yaklaştırdım, böylece gerisindeki şeylerden uzaklaştı" manasına gelir. Sâide İbn Cü'ye'nin "Zamanın getirdiği pekçok bela ve musibetler, fitne ve fesatlar çıkararak, ser. yolundan saptırdı.." ifadesi de bu anlamdadır. Ve yine bu kelime, "sana yakın olup senin yanına oturduğun kimse" anlamına da gelir. Bahar yağmurunu "velyeae-(takibeden) yağmura, "Vely"; hayvanın sırtının üzerine konulan keçeye "vetiyye denmesi de bu manadadır. Yine bir İşi üstlenen kimse, o işe yakın olduğu içiı "Yetimin velisi", "maktulün velisi", "şehrin velisi" denıırnesi de bundandır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın "Yüzünü Mescid-i Haram taı, çevir" (Bakara, 144) ayetindeki bu kelime, Arapların, "Onu, kendisini tak i bedenlerde kıldı" manasında söyledikleri, (......) şeklindeki ifadelerine dayanır. Bîrisi senden ayrıldığında (......) demene gelince, bu, zıd manayı ifade etsin diye kelimenin ayne'l-fiilinin şeddelenmesi bâbındandır. Arapların, "Falan falancadan 6ar.: evlâdır" şeklindeki sözleri, ya "vâlî" kelimesinden, yahut '"veli" kelimesinder müştaktır. Bu tıpkı, "dânî" ve "karib" kelimelerinden, "ednâ" ve "akreb" daha yatan kelimelerinin türemesi gibidir. Evlâ kelimesinde de yakınlık manası vardır. Çünki birşeye daha uygun ve layık olan şey, ona daha yakın olur. "Mevlâ" kelimesi, tıpkı "mermâ" kelimesi gibi, ism-i mekandır. "Mebnâ" kelimesi de, ism-i mekandır, yan "atılan ve yapılan yer" demektir. "Akır", kısır kadın demektir. Arapça'da "âkır" yaralamak demektir. "Atar" kelimesi bundan müştaktır. Çünkü bu da, hilkatin aslını bozmuş, yaralamış bir durumdur. Yine atın ayaklarına kılıçla vurup kestiğinde, (......) denilir. Ayetteki "Al" kelimesi, insanların işlerinin kendisine varıp, dayandığı belli kimse demektir, İnsanların işleri bunlara, bazan akrabalıktan, bazan, Firavn'ın "Âl-i Firavn" gibi arkadaşlıktan; bazan da, "Âl-in-Nebiyy" gibi, dinî birlikten ötürü varıp dayanır Bil ki Zekeriya (aleyhisselâm), bu istekte bulunmazdan önce şu üç şeyi ileri sürmüştür: a) Kendisinin zayıf, güçsüz, kuvvetsiz oluşunu; b) Allahü teâlâ'nın duasını kesinlikle reddetmeyeceğini; c) Duâ ile istenen şeyin, dinî bir menfaate sebeb olacağını. Bu üç şeyi ifade ettikter sonra, açıkça isteğini bildirmiştir. Birinci makam, onun zayıf ve güçsüz oluşudur. Zayıflığın tesiri ya içte, ya dışta görülür. İçte meydana gelen zayıflık, dışta meydana gelenden daha kuvvetlidir. İşte bundan ötürü Hazret-i Zekeriya önce içindeki zayıflığı beyan ederek işe başlamış ve "Benim kemiğim zayıfladı" demiştir. Bunu şu şekilde izah ederiz: Kemikler, bedenin en kuvvetli ve sert parçalarıdır. Bunlar, şu iki sebebten ötürü Döyfe yaratılmıştır; a) Diğer uzuvların kendilerine dayandığı birer esâs ve temel olmalarından ötürü. Cunkü bedenin diğer uzuvları kemikler üzerine bina edilmiştir. Taşıyanın, taşınılandan daha kuvvetli olması gerekir. b) Bedenin bazı yerlerinde, diğer uzuvları koruyan bir kalkan olabilmesi için emiklere ihtiyaç hissedilmiştir. Kafatası ve göğüs kemikleri gibi. Bu durumda olanın, çeşitli âfetlere (tesirlere) karşı dayanıklı olup, onlardan fazla etkilenmemesi için, sert alması ve kuvvetli olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca deriz ki: Kemikler, bedenin en sert ve kuvvetli uzuvları olup, iş de onları zayıflamasına kadar vardığına göre, kemikler dışında kalan uzuvların, yumuşak oldukları için, zayıflamaları öncelikle söz konusu olur. Bir de, tamikler diğer uzuvların taşıyıcısı olup, zayıflığın taşıyıcılara kadar ulaşması taşınanlara çoktan ulaşmış olmasını gerektirir. İşte bu sebebten ötürü, Hazret-i Zekeriyya zayıflığı, diğer uzunlar için değil, kemikler için söylenmiştir: Zayıflığın dıştaki eseri ise, ağarmanın bütün başı sarmasıdır. Binâenaleyh bu ifadenin, zayıflığın Bedenin hem içine, hem dışına artık hükümran olduğunu gösterdiği anlaşılır. Bu ise, Allah'ın güç ve kudretine teslim olmayı ve zahiri sebepleri bir tarafa bırakmayı iyice koymak için, çokça duâ etmeyi gerektiren hususlardandır. İkinci Makam, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'in, duasının kesinlikle reddedilmeyeceğidir. Onun bunu ifade etmesini de şu iki açıdan izah ederiz: a) Rivayet olunduğuna göre muhtaç birisi, büyük zatların birinden birşey istedi ve isterken: "Ben, falan zamanda iyilikte bulunduğun kimseyim" dedi. O zat da: "seni sana gönderene merhaba" dedi ve isteğini verdi. Bu böyledir, çünkü o onu, ilk defa kabul edip verdiğine göre, şimdi kalkıp onu bu defa reddedecek olsa, bu red, ilk yaptığı iyiliği de boşa çıkarır. Halbuki iyilik yapan, iyiliklerini boşa çıkarmak istemez. b) Alışılmışın aksini yapmak, nefislere ağır getir. Binâenaleyh hep dualarının kabul olunmasına alışmış olan bir kimsenin duası, bu, alışmadan sonra reddedilecek olsa bu son derece güç ve ağır gelir. Bir de, kendisinden hep in'âm ve lütuf umulan kimselerden, cefânın südûr etmesi, çok zordur. İşte bundan dolayı Zekeriyya (aleyhisselâm): "Sen, lütfunu görüp tanımış, ona iyice alışmış olmama ve bedenimin güçlü kuvvetli olmasına rağmen, başlangıçta dualarımı geri çevirmedin. Binâenaleyh beni, kabul edilmeye alıştırmış iken ve ben son derece güçsüz bir halde iken, eğer beni reddedersen, bu, kalbimi son derece mahzun eden birşey olur" demiştir. Bil ki Araplar, bir kimse kendi ihtiyaçlarını elde edip, ona kavuştuğunda (......) bunları elde edemediğinde ise, (......) derler. Ayetteki (duan ile) ifadesi, "Benim sana olan duam ile" "yani sana dua etmem sayesinde" manasınadır. Çünkü masdar, bazan failine, bazan mefûlüne muzaf olur. Üçüncü makam: Bu, duâ ile istenen şeyin, dinî bir menfaat sebebi olmasıdır Bunun izahı şöyledir: Hazret-i Zerekiyya (aleyhisselâm), "Doğrusu ben arkamdan (yerime geçecek) akrabamdan endişeye düştüm"demiştir. Bu ifade ile ilgili üç bahis vardır: Birinci Bahis: İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Hasan el-Basrî ayetteki "mevâli" ye: "Bender sonra gelecek vârislerim" manasını verirlerken; Mücahid, "Asâbelerim" (uzak akrabalarım); Ebu Salih, "Kelâlelerim"; Esam, "Amca oğullarım, yani neşet bakımından ondan sonra gelecek kimselerim: Ebu Müslim, "Yardımcılarım amcaoğullarım, çoluğum-çocuğum" manalarını vermişlerdir. Bu kelime burada, onu-çocuğu yerine geçecek ve onun mirasını sürdürecek kimseler demektir. Bu hususta tercihe şayan olan, bu kelime ya siyaset, ya malları, yahut da dinî işleri yerine getirme hususunda Hazret-i Zekeriyya'ya halef olacak kimseler kastedilmiştir. Onun zamanında örf, gelenek şeriat sahibine (peygambere) yakın olanların, o hayatta iken bu iş içr belirlenmeleri şeklinde idi. Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın Endişesi İkinci Bahis: Alimler, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın mevâli (akrabaları-halefleri) için niçin endileşelendiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onur onların dini bozmalarından endişelendiğini söylemişlerdir. Bazıları da: "Hayır, o onların ilim ve nübüvvet makamının hakkını yerine getirmekten âciz kalacaklarını bildiği için, ölümünden sonra, malı ve diğer işleri hususunda, işin onlara kalmasında-endişe duymuştur" demişlerdir. Bu hususta şöyle üçüncü bir görüş daha vardır: Allahü Teâlâ'nın, Hazret-i Zekeriyyâ'ya İsrâiloğullarının peygamberlerinden birisi müstesna, artık babası bulunan başka bir peygamber kalmadığını (çıkmayacağını) bildirmiş olmas bundan dolayı da onun, bu peygamberin, amcası oğullarından olmasından endişelenmiş olması muhtemeldir. Çünkü kendisinin (o esnada) çocuğu yoktu. Bundan dolayı Allahü teâlâ'dan, işte (İsrâiloğullarından çıkacak) o son babalı Peygamber'in kendi evladı olmasını diledi. Buda her nekadar işin detayına delâlet etmese bile, onun böyle peygamberleri çok alâkadar eden bir durumdan korkmuş olduğunu gösterir. Hazret-i Zekeriyya'nın nübüvvetinin yanısıra, melik ve imam (idareci ve önder) olması ile ilgili bir siyasetin ona varıp dayanması; bu sebeble de. kendisinden sonra geride kalacak olan akrabalarından, bu biri veya ikisi hususunda endişelenmiş olması da uzak birşey değildir. Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın "endişe ettim " sözü, mâzî sigasıyla ise de, bu endişenin istikbâl ile ilgi olabileceğini ifade eder. Bu tıpkı, bir kimsenin, "şundan korktum, şundan endişe ettim" deyip de, bunlarla "Korkuyorum, endişe ediyorum" manasını kastetmesi gibidir. Zekeriyya (aleyhisselâm)ın "Karım da kısırdı" ifadesi de böyledir, yani, "şu anda da kısır" demektir. Çünkü bir kere kısır olan, alışılmış genel duruma göre, artık doğuran birisi olamaz. Binâenaleyh Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) bunu, mâzî lafzıyla haber vermesinde, bu durumun eskiden beri böyle olduğunu bildirmek içindir. Onun bunu böyle ifade etmedeki maksadı, çocuğunun olmasının uzak bir ihtimal olduğunu anlatmaktır. Dolayısıyla onun bunu mâzî sigasıyla söylemesi daha güçlü bir ifade olmuştur. Onun, "Doğrusu ben, arkamdan (yerime geçecek) akrabamdan endişeye düştüm" ifadesinde de bu incelik vardır. Çünkü o, bu ifade ile, endişesinin çok eskiye dayandığını haber vermek istemiştir. Fakat bilahere hâlin (durumun) varis meselesinin gereğinin ve ihtiyacını arzetmenin delâleti ile (onu dile getirmekle) hâl-i hazırda endişesinin bulunduğunu bildirmekten İstiğna etti (onu dile getirmesi sebebiyle bunu söylemesine, lüzum kalmadı). Hem bazan mâzî, müzari yerine; muzârî, mâzî yerine kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani Allah "Ey İsâ b. Meryem, sen mi insanlara... dedin" demişti" yani diyecek)" (Maide, 116) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. Ayetteki, min verâi "Arkamdan" ifadesine şu iki mana verilmiştir: Ebu Ubeyde: Bu, "önümden" demektir" der. Diğer âlimler: "Bu, "ölümümden sonra" demektir" semişler. Her iki mana da muhtemeldir. Buna göre şayet, "O, kendisinden sonra onlardan niçin endişelenmiş? Çünkü onların şerlerinden korkması şöyle dursun, bendinden sonra onların hayatta kalacağını nasıl bilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, zazan ipuçları ve zanlar ile bilinebilir (tahmin edilebilir) ki bu da, böyle bir korkunun -ıeydana gelmesinde yeterli bir sebebtir. Yine bu husus, onların kendi âdetlerini sürdürerek, fesad ve şer içinde yaşıyor olmaları gibi, bazı ipuçlarından anlaşılabilir. Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın "Binâenaleyh bana tarafından bir veli ihsan et" ifadesinin tefsiri hususunda ihtilaf edilmiştir: Ekseri alimler onun bununla, bir çocuk istediği kanaatindedirler. Bazıları da: "Hayır o, çocuk veya başka birşey olarak kendisinin yerine geçecek birisini istemiştir" demişlerdi. Şu üç sebebten ötürü, birincisi doğruya daha yakındır: a) Hak teâlâ, Hazret-i Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın, "Ya Rabbi, bana katından tertemiz bir zürriyet ver" (Al-i İmran, 38) dediğini nakletmiştir. b) Bu sûrede, o "Binâenaleyh bana tararından bir velî ihsan et ki bana da mirascı olsun, Yâ'kûb hanedanına da" demiştir. c) Enbiya sûresinde o "Rabbim, beni yalnız başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın"(Enbiya,89) demiştir. İşte bu ifadeler, onun çocuk istediğini göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, Meryem sûresinde (bu ayetlerde), onun akrabaları bulunduğunu ve vâris olabilecek kimseleri olduğunu haber vermiştir. Bu ifadeyi, kendisi yerine geçecek bir vâris isteme manasına hamletmek mümkün ise de, bunu çocuk isteme manasına hamletmek daha açıktır. Bu hususta üçüncü bir görüş ileri sürenler şöyle istidlal etmişlerdir: "Ona çocuğunun olacağı müjdelenince, o bunu hayretle karşılayacak, "Benim nasıl bir oğlum olabilir..."(Meryem, 19) demiştir. Binâenaleyh eğer o çocuk için dua etmiş olsaydı, bunu hayretle karşılamazdı. Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm), Kendisine verilecek şeyi sormuş ve hem kendisi, hem de karısı bu durumda (yaşlı ve kısır) iken mi, yoksa çocukları olabilecek iki genç haline getirilmek suretiyle mi o çocuğun verileceğini sormuşlardır. Bu, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen görüştür. Bir diğer alim de şöyle demiştir: Hazret-i Zekeriya (aleyhisselâm)'nın duasındaki, "Karım da kısırdı" ifadesi, onun başka bir hanımdan mı çocuğu olacağını, yahut da mevcut hanımını doğurmaya elverişli kılmak suretiyle, bundan mı çocuğu olacağını sorması manasınadır. Buna göre sanki o: "Ben bu hanımdan çocuğumun olabileceğini sanmıyorum. Binâenaleyh bana katından istediğin bir veli ver, yani, ya mevcut hanımımı bu işe elverişli hâte getir de çocuk ondan olsun, yahut da başka bir hanım vererek, bu çocuğu ondan nasib et" demek istemiştir. Bundan dolayı, ona çocuğu olacağı müjdesi verilince, o, o çocuğun bu hanımından mı, yoksa başkasından mı olacağını sormuş ve ona, çocuğun bu hanımından verileceği haber verilmiştir. Alimler, ayetteki "miras" ile ne murad edildiği hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: a) Her iki mirasçı olma ile de, mala vâris olma kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Dahhâk'n görüşüdür. b) Her iki miras ile de, peygamberliğin miras kalması kastedilmiştir. Bu, Ebu Salih'in görüşüdür. c) Birinci miras ile malım ikinci miras ile de Ya'kûb hanedanında bulunan nübüvvetin miras kalması murad edilmiştir. Bu, Süddî, Mücâhid ve Şa'bî'nin görüşüdür. Yine İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Dahhak'dan bu görüş de rivayet edilmiştir. d) Bu, "Ona Benden ilim miras kalır, Ya'kûb Hanedam'ndan da nübüvvet miras kalır" demektir. Bu görüş, Mücâhid'den rivayet edilmiştir. Bil ki rivayetlerin hepsi de şu beş şeye dayanır: a) Mal, alimlik ve ilim makamı, nübüvvet ve güzel siret (ahlak). "İrs" (vâris olma), bütün bunlar için kullanılabilen bir kelimedir. Mal hakkında kullanılışı, "(Allah) onların topraklarına ve mallarına sizi vâris kılar" (Ahzab, 27) ayetinde olduğu gibidir. İlim nakkında kullanılışı, "Andolsun ki Biz Musa'ya hidayet (rehberi Tevrat-ı) verdik ve İsrailoğullarını o kitaba vâris kildik" (Gafir, 53) ayetinde olduğu gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakırlar. Onlar ancak ilim miras bırakırlar" Keşfu'l-Hafa, 2 / 64; ibn Mace, mukaddime, 17 (1/81); Ebu Davud, İlim, 1 (3/317).buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Andolsun ki Davud ve Süleyman a bir ilim verdik ve onlar "Bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. Süleyman Davud'a mirasçı oldu" (Neml. 15-16) buyurmuştur. Bu mirasçı oluş, hem onun mülküne (hükümdarlığına), hem de nübüvvetine mirasçı olması demek olabilir. Bazan Arapça'da, "Bu, bana gam ve keder miras bıraktı" denilir. Binâenaleyh bu "miras" lafzının, bütün bu vecihlere (manalara) ihtimali olduğu sabit olur. Bu lafzı, mala vâris olma manasına hamledenler, rivayetleri ve aklî izahları delil getirmişlerdir; Rivayetten delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah Zekeriya (aleyhisselâm)'a rahmet etsin. Kendisine vâris olacak kimsesi yoktu" hadisidir. Bunun zahiri, bu mirasın, al" ile ilgili olduğunu gösterir. Aklî delil ise şu iki şekildedir. a) İlim, ahlak ve nübüvvete vâris olunamaz. Aksine bunlar Kesb (insanın bizzat kazanması, nail olması) yoluyla elde edilirler. Binâenaleyh buradaki mirası mal ile kılmak gerekir. b) Zekeriya (aleyhisselâm) "Rabbim sen onu rızana layık kıl" demiştir. Eğer ayetteki mirasçı anaktan murad, nübüvvete vâris olma olsaydı, Hazret-i Zekeriya o gelecek peygamberin rıza sahibi kılınmasını isterdi. Bu ise caiz değildir. Çünkü peygamber zaten, masum ve rıza sahibi olur. Hazret-i Peygamberin "Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız şeyler sadakadır (dağıtılır)" Buhari, humus, 1; Müslim, cihad, 49 - 51 (3/1378-1379). şeklindeki hadisi, o işin Hazret-i Zekeriya'ya verilmesine mâni değildir. "Miras" lafzını, ilim, makam ve nübüvvete vâris olma manasına alanlar da, peygamberlerin bütün gayretlerini mala değil din işine sarfettiklerinin, çok açık görülen bir durum oluşunu delil getirmişlerdir. Hazret-i Zekeriyyaya, dini hususta çok faydası olan dünyevi birşeyin verilmiş olduğu, onun işte bundan ötürü o dünyevi şeye önem verdiği de söylenmiştir. Bu görüşü kabul etmeyenlerin, "Nübüvvete vâris olunamaz" şeklindeki sözlerine karşılık şöyle deriz: Bu da mal sayılır ve ona, "Bu hususta babasının yerini tuttu" manasında, oğlu vâris olmuştur. Babası için söz konusu olan tasarruf (yetki), oğlu için de gerçekleşmiştir. Aksi halde mala malik olma da, miras bırakanlar tarafından değil, Allah tarafındandır. İşte oğlu hakkında, Hazret-i Zekeriyya'dan onun peygamber oluşu ve dini işleri ondan sonra onun yürüttüğü bilindiğine göre, onun Hazret-i Zekeriyya'ya vâris olduğunu söylemek doğru olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bizpeygamberler topluluğu"... ifadesini, Cenâb-ı Hakkın, "Zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik" (hicr, 9) ayetinde olduğu gibi, mûfred manaya hamletmek caiz ise de. mecaz olur. Binâenaleyh buradaki "Biz" kelimesinin çoğul manaya oluşu hakikidir. Bu sebeble, bir sebeb olmadan, kelimenin hakiki manasını bırakmak caiz değildir. Hele de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Biz peygamberler topluluğu, miras bırakmayız" hadisi rivayet edilmiş iken... Dolayısıyla ayetteki bu miras kelimesinin, dini açıdar fayda ve menfaati bulunan herşeye vâris olma manasına hamledilmesi daha evlâdır. Çünkü bu kelime, nübüvvete, ilime, güzel ahlaka, dini makamlara ve iyi mala mirascı olma manasını da içine alır. Zira bütün bunlar, faydanın devamlı ve istikrarlı olabilmesi için, devam etmesine pek çok sebeb bulunabilen şeylerdendir. Müfessirlerin ekserisi, ayette bahsedilen Yakûb'un, Hazret-i Ya'kûb İbnü İshak İbni İbrahim (aleyhisselâm) olduğu görüşündedirler. Çünkü Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın zevcesi Hazret-i Meryem'in kızkardeşidir. Meryem de, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un oğlu, Yahûdâ'nın çocuklarından olan, Süleyman b. Davûd (aleyhisselâm)'ın soyandandır. Zekeriya (aleyhisselâm) ise Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kardeşi, Hazret-i Harun'un soyundandır. Harun ve Musa (aleyhisselâm) da, Hazret-i İshak'ın oğlu Yakûb'un oğlu Lâvı soyundandır. Nübüvvet, Ya'kûb (aleyhisselâm)'ın soyunda idi. Çünkü onun ismi İsrail (yani Abdullah) idi. Bazı müfessirler, bu ayette bahse Ya'kûb ile, İbrahim'in oğlu olan İshak'ın oğlu Ya'kûb kastedilmemiş, tam aksine İmrân İbn Mâsân'ın kardeşi Yakûb ibn Mâsân'ın kastedildiğini Yakûb'un âli, yani ailesinin ve soyunun sopunun, Yahya ibn Zekeriyya'nın dayıları olduğunu söylemişlerdir. Bu, Kelbî ve Mukatil'in görüşüdür. Kelbî, "Mâsân oğulları, İsrâiloğullar'nın başı ve kralları; Zekeriyya (aleyhisselâm) ise, o gün, ulemâ ve ahbârın başı idi. Böylece Zekeriyya (aleyhisselâm), çocuğunun, kendisinin ilmine: Mâsân oğullarının ise mülküne varis olmasını istemiştir" demiştir. Bil ki alimler, ayette geçen (Radiyya) nın ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır. 1) Bununla, "Onu, peygamber olan ve Kendisinden razı olunmuş biri yap" manası kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü peygamberlerin hepsi, kendilerinden razı olunnu: kimselerdir. Binâenaleyh, onlardan "radî" (razı olunmuş) olan, genel anlamc onlardan üstün ve onlara ait pekçok hususlarda onların fevkinde olur. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Zekeriyya'nın bu duasına icabet etmiş, ona günah işlemesi şöyle dursun ona yeltenmemiş dahi olan bir efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı bağışladı. Bu, kişinin, kendisi sayesinde hoşnut olunmuş olacağı en üstün meziyetlerdir. 2) Ayetin bu ifadesiyle, Yahya (aleyhisselâm)'ın, ümmeti arasında yalanlanmayıp red de olunmayan bir radî, kendisinden hoşnut olunmuş birisi olduğu kastedilmiştir. 3) Bununla onun, herhangi bir şey hakkında itham edilmemiş, ta'n edilmemiş ve kendisine herhangi bir suç veya günahın isnad edilmemiş olması kastedilmiştir. 4) Hazret-i İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm) dualarında, "Ey Rabbimiz, bizi sana inkiyad eden kimseler kıl" (Bakara, 128) diyorlardı. Halbuki o ikisi o anda dahi, Allah'a inkiyât etmiş atan kimselerdi. O halde onların bu ifadeyle kasdettiği şey, "Bizi, bu hal üzerinde sabit kıl ve müdavim et" veyahutta, "Bizi, senin peygamberlerinden sana inkıyat etmiş faziletli; üstün kimse kıl" anlamlandır. İşte burada da böyledir. Âlimlerimiz, halk-ı efâl meselesinde bu ayetlerle istidlal ederek şöyle demişlerdir -çünkü Yahya (aleyhisselâm), Allah'ın yapmasıyla, O'nun fiiliyle, "kendisinden hoşnut olunmuş kimse" olacaktır. Binâenaleyh o, Allahü teâlâ'dan, onun "kendisinden hoşnut olunmuş kılınmasını istediğine göre bu, kulun fiilini Allah'ın yaratmış olduğuna delâlet eder" İmdi şayet, "Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın ona, çeşitli lütuflarda bulunması, böylece onun da, sayesinde kendisinden hoşnut kalınmış kimse olunacağı şeyi tercih ettiği e bunun Allah'a nisbet edildiği kastedilmiştir" denilirse, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz: a) Biz, Cenâb-ı Hakk'ın onu, "Kendisinden hoşnut olunmuş kimse" kılmasını lütuf fiillerini vermesi ve kişinin de onu tercih etmiş olması sebebiyle, böylece "kendisinden ümit olunan kimse olması" manasına hamledersek, bu mecazi bir mana olur tafcuki mecazi mana asıl olan (hakikat)'in hilafınadır. b) Lütuf fiillerini Allah'a vâcib kılmak, ihlâl edilmesi caiz olmayan bir husustur. Vacip olan şeyin ise, duâ ve tazarru ile istenmesi caiz değildir.  | 
	
﴾ 6 ﴿