| 8"Tâ Ha. Biz, Kur'ân'ı sana, zahmet çekesin diye değil, ancak korkacak kimselere bir öğüt ve yerle o yüce yüce gökleri yaratandan bir "tenzil" olmak üzere indirdik. O Rahman Arş'a istiva etmiştir. Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında ne varsa (hepsi) O'nundur. Sen sesiniyükseksen de, hiç şüphesiz O gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir. Allah'dan başka ilah yoktur. En güzel isimler O'nundur" . Bil ki "Ta-ha" lafzı ile ilgili iki mesele bulunmaktadır: Ebu Amr bunu tâ'nın fethası, hâ'nın kesresi ile okumuştur. Medineliler ise, bu kelimeyi fetha ve kesre arasında: İbn Kesir ve İbn Âmir, tâ ve hâ'nın fethası ile; Hamza ve Kisfiitâ ve hâ'nın kesresi ile okumuşlardır. Zeccâc: "Bu, tâ'nın fethası ve hâ'nın sukûnû ile de okunmuştur. Bütün bunlar mümkün telaffuz şekilleridir" demiştir. Yine Zeccâc şöyle der: "Tâ ve hâ'yı fethalı okuyan, elifden (harfi medden) Önceki harf meftun olduğu için böyle okumuştur. Tâ ve hâ'yı meksûr okuyan da, harf, "meksûr" olduğu için Kesreyi imale etmiştir. Çünkü meksûr olan elif, genellikle imale edilir, yani kesreye çalacak şekilde okunur. Müfessirlerin, Tâ-hâ ile ilgili iki görüşleri bulunmaktadır: 1) Bunlar, hecâ narfleridir. (Elifbanın iki harfidirler). 2) Bu, manası olan bir kelimedir. Birici görüşe göre yapılan izahlar, Bakara sûresinin başında geçti. Burada, âlimler o izahlara şu hususları ilave ederler: a) Sa'lebi şöyle demiştir: "Tâ, "Tuba ağacı", hâ da, (cehennemdeki) "Haviye" vâdisidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki bununla cennete ve cehenneme yemin etmiştir." b) Cafer es-Sâdık (aleyhisselâm)'dan nakledildiğine göre, "Tâ harfi, ehl-i beytin taharetine; hâ harfi de, hidayetlerine bir işarettir. c) Bunun manası, "Ey ümmetine şefaat ümid ettiren (mutammî) ve ey bütün insanları İslama "hidayet" eden" şeklindedir. d) Sa'id b. Cübeyr: "bunlar Cenab-ı Hakk'ın tayyib, tahir ve hadi isimlerinin başlangıç harfleridir" demiştir. e) Tâ, taharetten, "hâ"da hidayetten bedeldir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Ey günahlardan tâhir (temiz) olan ve ey gaybların âlimi Allah'a insanları hidayet eden (Peygamber)." f)Tâ, harfi kurranın kalblerinde uyandırdığı heybet ve korkudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirlerin kalblerine korku atacağız" (Al-i Imran, 151) buyurmuştur. g) Tâ, harfi ebced'e göre dokuz, hâ ise beş eder. İkisinin toplamı ondörde ulaşır. Bu ise, "Ey ayın ondördü (gibi güzel Muhammed)" demektir. Sen daha önceki izahlarda da gördün ki, böylesi sözlere itimad etmek gerekmez. İkinci görüşe göre, yani bunun harf değil de tam manası olan bir kelime olduğunu söyleyenlere göre, iki izah şekli zikredilmiştir: a) Bu ya raculu (Ey Adam) manasındadır. Bu, İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Mücâhid, Said b. Cübeyr, Katade, ikrime ve Kelbî'den rivayet edilmiştir. Sonra Sa'id b. Cübeyr onin Nabaıca; Katâde, Süryanca ve İkrime, Habeşce olduğunu; Kelbî ise uk lehcesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Kelbî, uk'lu şairin şu şiirini okumuştur. "Ey falanca (Tahâ), sefihlik, sizin karakterinizde yer etmiştir; Allah, lanetlenmiş kimselerin ruhlarını temizlemez, takdis etmez" Daha sonra alimler bu görüş hakkında şu iki şekilde söz söylemişlerdir: 1) Bu kelime, "Ey Adam" manasında olup, lügat itibarıyta bu manaya hamledilmiştir. Fakat, kelime bu manaya gelmiş ise, ancak Arapça'da caiz olabilir. Çünkü Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur. Binâenaleyh bu lafız konusunda Arapların kullanışının, yukarıda bahsettiğimiz dillere uygun düşmüş olması muhtemeldir. Ama kelime hakkındaki diğer izaha göre, bu muhtemel ve doğru değildir. 2) Keşşaf Sahibi şöyle der: "Eğer, Tâhâ, uk lügatinde, "Ey Adam" (Yâ Racül) manasında ise, muhtemelen o Araplar bu ifadede tasarrufda bulunup, yâ'yı tâ'ya dönüştürerek Tâ" demişler. Sonra bunu da kısaltarak, çekerini (med harfini), he'ye çevirerek, demişlerdir. Buna göre Tâ-hâ, "Yâ Hazâ" "Ey falanca!" manasınadır. "Bazı alimler buna, itiraz etmişler ve "Eğer bu böyle olsaydı, şeklinde, dört harfli olarak yazılması gerekirdi" demişlerdir. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teheccüd namazlarında bir ayağı üzerinde duruyordu. Cenâb-ı Hak ona, iki ayağı üzerinde durmasını emretti. Bu emrin aslı, (iki ayağın üzere bas) idi. Böylece Araplar'ın, (sana) manasında ve (akıttın) manasında (......) demeleri gibi, emirdeki bu hemzeyi hâ'ya çevirmişlerdir. Bu aslın, hemzeli olan fiilinden olması mümkündür. Böylece "Tâ-hâ"nın aslı, "Bas ey adam" şeklinde olup, vakıftan dolayı buna "he" ilave edilmiştir. Her iki izah şekiini de Zeccâc zikretmiştir. Ayetteki, "Biz Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye indirmedik" cümlesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Eğer "Tâhâ", hece harflerini saymak için getirilmiş ise, o zaman bu bir söz başlangıcıdır. Ama sen bunu, bu sûrenin ismi kabul edersen, ayetteki "Biz, Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye indirmedik" cümlesinin, bunun haberi olması muhtemeldir. Binâenaleyh o zaman tâhâ", mübtedâ mahaliinde olmuş olur. Zahir isim olarak Kur'ân kelimesi, zamir yerine kullanılmıştır. Çünkü bu, 'Taha (bu sûre)ki, Biz Kur'ân olan bu sûreyi sana zahmet çekesin diye indirmedik" demektir. Yahut Tâhâ'nın yemin olup, sonraki cümlenin bunun (kasemin) cevabı olması muhtemeldir. Bu ifade, "bu Kur'ân, sen zahmet çekesin diye inmedi" şeklinde de okunmuştur. Âlimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü ile ilgil birkaç vecih zikretmişlerdir: 1) Mukâtil şöyle demiştir: Ebu cehil, Velid b. Muğire, Mut'im b. Adiyy ve Nadr b. el- Haris, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "şüphesiz ki sen, atalarının dinini terkettiğin için bir meşakkat ve sıkıntı içindesin" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Aksine ben, alemlere rahmet olmak üzere gönderildim" dedi. Onlarda, "Hayır, aksine sen zahmet çekiyor, zahmet veriyorsun" deyince, Cenâb-ı Hak, onları reddetmek ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, islâmın sırf barış ve esenlik olduğunu; bu Kur'ân'ın bütün kazançları elde etmeye götüren bir selamet ve bütün mutlulukları elde etmeye bir sebeb olduğunu; kâfirlerin içinde bulunduğu durumun ise pür bedbahtlık olduğunu bildirmek üzere, bu ayeti indirdi. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ayakları şişinceye kadar gece namazı kılmıştı. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) ona, "(Biraz da) nefsine (zaman) bırak. Çünkü onun da, senin üzerinde bir hakkı var" dedi. Buna göre ayetin manası, "Biz, Kur'ân'ı sana, hep ibadet ede ede nefsini helak etmen ve ona büyük bir meşakkat vermen için indirmedik. Sen ancak dosdoğru, lekesiz ve hoşgörülü bir din ile gönderildin" şeklinde olur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gece, namazma kalktığı zaman, uyumamak için göğsünü bir ipe bağladığı rivayet edilmiştir. Bazıları ise şöyle demişlerdir: "O, tek bir ayağı üzerinde durup ibadet ederdi." Diğer bazıları ise, "O, bütün gece boyunca uykusuz kalırdı. İşte Cenâb-ı Hak, "Zahmet çekesin diye" ifadesi ile bunu kastetmiştir" demişlerdir. Kâdi, "Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birşeyi yaptığı zaman, şüphesiz onu Allah'ın emri ile yapar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, Allah'ın emriyle yapınca, mutluluk babından birşey olmuş olur. Dolayısıyla da ona, "Biz bunu sana emretmedik" denilmesi doğru olmaz" demiştir. 3) Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Bu ayetten muradın, "Kendine eziyet etme ve nefsine, şu kâfirlerin küfrüne üzülerek, azâb etme. Şüphesiz ki Biz, Kur'ân'ı sana, ancak onunla öğüt veresin (uyarasın) diye indirdik. Binâenaleyh kim iman eder ve kendisini düzeltirse, kendisi içindir. Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni hüzünlendirmesin. Sana düşen ancak tebliğ etmektir" manası olması muhtemeldir. Bu, "Onlar mümin olmayacaklar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara, 3) ve "Onların sözleri seni hüzünlendirmesin" (Yûnus. 76) ayetlerinde anlatıldığı gibidir. 4) Ayet, "Şüphesiz ki sen, kavminin küfründen ötürü kınanacak değilsin" manasınadır. Bu, "Onların üzerine musallat (bir adam) değilsin"(Gâşiye,22) ve "Sen onlar üzerine (görevli) bir vekil değilsin"(En'am, 107) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani, "Sen onlara tebliğ ettikten sonra, onları küfürlerinden sorumlu değilsin, günahlarından dolayı sorgulanmazsın" demektir. 5) Bu sûre Mekke'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bu dönemde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, düşmanların eziyeti ve hükümranlığı altında idi. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki ona, "Ebediyyen bu durumda kalacağını zannetme. Aksine peygamberliğin galib gelecek, kadr-u kıymetin ortaya çıkacak. Çünkü bu Kur'ân'ı sana, o müşrikler arasında mutsuz kalasın diye indirmedik. Aksine onunla yücelesin ve şereflere nâil olasın diye indirdik" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak korkacak kimselere bîr öğüt olarak" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki illâ (ancak) kelimesi hakkında iki görüş vardır: 1) Bu, "Fakat" manasında, bir istisnai munkati'dir. 2) Bunun takdiri, "Biz sana Kur'ân'ı ancak bir öğüt olsun diye, tebliğ meşakkatlerine katlanman için indirdik" şeklindedir ve tıpkı, "Senden başkaları da ibret alsın diye, eziyetlere katlanman için sana bu sözü söyledik" denilmesi gibidir. Ayette, öğüt almanın ancak korkanlar için söz konuş olduğu belirtilmiştir. Çünkü bu, hernekadar herkes hakkında umumi herkese şamil ise de netice itibariyle öğütten yararlananlar bunlardır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "(Kur'ân) muttakiler için bir hidayettir"(Bakara, 2) ayeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Furkânı (Kur'ân'ı), bütüne alemlere bir uyana olsun diye kulu (Muhammed'e) indiren (Allah'ın) şanı ne yücedir!" (Furkan. 1) "Ataları azab ile korkutulmamış bir kavmi korkutman için" (Yasin, 6) ve "Mücâdele ve inâd edenleri korkutasın diye" (Meryem. 97) ve "Hatırlat, va'z-u nasihatta bulun. Çünkü va'z-u nasihat mü'minlere fayda verir" (Zariyat. 51) buyurmuştur. Kur'ân'ı Kerim'in bir öğüt olmasının izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu okuyarak ve açıklayarak onlara öğüt veriyordu. Binâenaleyh ayetteki "Korkacak kimseye" ifadesine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de dahildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haşyet ve Kur'ân'dan öğüt alma hususunda herkesten ileri idi. Kur'ân Yücelerden Bir Tenzildir Cenâb-ı Hakk'ın "Yeri ve o yüce yüce gökleri yaratandan bir "tenzil" olmak üzere (indirdik)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, "tenzilen" kelimesinin mansûb olması hususunda birkaç izah yapmışlardır: a) Bunun takdiri, (......) şeklindedir. Buna göre bu kelime, mahzûf fiilin mefûl-ü mutlaki olarak mansubtur. b) Kelime, ayetteki (......) fiili ile mansubtur. Çünkü "Biz onu sana ancak bir öğüt ve tenzil olarak indirdik" demektir. c) Bu ifade "medih ve ihtisâs"dan ötürü mansubtur. d) Bu ifade, mefûl-ü bih olarak, fiili ile mansubtur, yani, "Allah onu, Allah'ın "tenzilinden" korkan kimseler için bir öğüt ve hatırlatma olarak İndirdi" demektir. Bu güzel bir mana ve acık bir ifadedir. Yine bu kelime, mahzûf bir mübtedânın hafceri olmak üzere, "O, tenzildir" manasında merfû olarak da okunmuştur. Tekellüm (hilab) siğasından, gayb siğasına geçmenin pek çok hikmetleri vardır: 1) Bu hususların zikredilmesi (anlatılması) ancak gayb siğası ile mümkün olabilir. 2) Cenâb-ı Hak önce, "indirdik" buyurmuş, böylece indirme işini, kendisine itaat olunan Tek Allah'a işaret eden azamet (Biz) zamirine isnâd ederek, bu işin şanını yüceltti. Sonra da azamet ve yücelik sıfatları ile muttasıf olana (yani yine Kendisine) nisbet etti ve böylece de, azamet ve yüceltme iki yoldan da kuvvetlenip-katlandı. 3) Bu ifadenin, Cebrail ve onunla İnen meleklerin sözünü nakletmek üzere, "(Onlar) Biz indirdik" dediler" şeklinde olması da caizdir. Allahü teâlâ onu, yeri ve onca büyüklüğüne rağmen gökleri yaratandan bir "tenzil" olarak belirtmek suretiyle, Kur'ân'ın şânını yüceltmiştir. Bunu şundan ötürü söylemiştir: Çünkü Allah'ın azamet ve yüceliği, onun yaratık ve nimetlerinin büyüklük ve yüceliğini ortaya koymakla zuhur eder. Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı tefekküre, mana ve hakikatlerini düşünmeye teşvik etmek için onun yüceliğini belirtmiştir. Bu durum görülen dünyamızda (şehadet âleminde)de genellikle bilinen bir şeydir. Çünkü Mesaj gönderenin makamına göre, mesajına saygı gösterilir. Böylelikle Elçinin sözünün dinlenilmesi daha çok sağlanmış olur. Arapça'da, "Semâ-un ulyâ" "semâvâtun ulâ" (yüksek sema ve semalar) denilir. Göklerin yükseklikle nitelenmesinin gayesi, bunca yüceliklerine ve boyutlarının uzaklığına .ağmen, onları böyle yaratanın kudretinin yüceliğine istidlal etmektir. Cenâb-ı Hakk'ın "O Rahman, Arşa istiva etmiştir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: "Rahman" kelimesi, yaratandan ifadesinin sıfatı olmak üzere mecrûr da okunmuştur. Merfû okunması daha güzeldir. Çünkü bu Curumda kelime, takdirinin"O, Rahmandır" şeklinde olması üzere, medinden ötürü merfû olur. Yahut da, lâm-ı tarifi ile, yaratana işaret olunmuş olan bir mübteda olarak merfû olur. Buna göre eğer "Kelimeyi mecrûr okuduğumuz, yahut "medih" üzere merfû okuduğumuz zaman, cümlesinin irabtaki mahalli nedir?" denilirse, biz deriz ki; Kelimeyi mecrûr okuduğun zaman, o, mahzûf bir mübtedanın haberi olur, başka birşey olmaz. Merfû okunduğunda da böyle olması mümkündür. Yine bunun mübteda olan Rahman kelimesinin iki haberi olması da caizdir. Müşebbihe, ma'budlarının Arş'ın üzerine oturmuş olduğunu söyleyip, bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu, hem aklen, hem naklen birkaç bakımdan bâtıl ve yanlıştır: 1) Hak teâlâ Arş ve mekan yok iken de vardı. O, mahlûkatı yarattığı zaman bir mekanda olmaya ihtiyaç duymamıştı. Aksine O, mekandan münezzehtir ve böyle olmakla hep (ezeli ve ebedi olarak) muttasıf olmuştur. Ancak, bâtıl bir iddiada ve zanda bulunan kimse, Arş'ın hep Allah'la birlikte olduğunu zannetmiştir. 2) Arş üzerinde oturanın bir cüzünün (parçasının), Arş'ın sol tarafında olan parçasının aksine, Arşın sağ tarafında olmuş olması gerekir. O zaman oturan kimse bizzat, te'lif ve terkib edilmiş (parçalardan meydana getirilmiş) bir varlık olur. Böyle olan her varlık ise, bir te'lif ve terkib edene muhtaç olur. Bu ise, Allah hakkında imkansızdır. 3) Arş üzerinde oturan, biryerden biryere hareket edip geçmeye ya muktedirdir, yahut onun için böyle birşey mümkün değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, o zaman o, hareket ve sükûnun mahalli haline gelmiş olur ve zorunlu olarak, muhdes bir varlık olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, o zaman o bağlanmış bir varlık gibi olur, hatta kötürüm birisi gibidir, hatta bundan da kötüdür. Çünkü kötürüm olan bir kimse, başını ve göz bebeklerini hareket ettirmek istediğinde, bu onun için mümkündür. Fakat bu, müşebbihenın ma'bûdu için mümkün değildir. 4) Müşebbihe'nin ma'bûdu, ya her mekânda vardır, ya da bir mekândadır. Eğer o her mekânda ise, o zaman onlar o ma'bûdun, pislik ve necaset mekanlarında da bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ki hiçbir akıllı bunu söylemez. Eğer o, bütün mekânlarda değil de bir mekânda bulunuyorsa, o zaman o kendisini bu mekana yerleştirmiş olan bir varlığa muhtaç olmuş olur ve böylece de muhtaç bir varlık olur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. 5) Cenâb-ı Hakk'ın, "O (Allah'ın) benzeri gibisi yok" (Şûra, 11) ayeti, bu ifadede istisna yapılabilir olmasının delâlet ettiği gibi, O'nun için hiçbir yönden benzerlik ve eşitliğin olmadığı manasını ifade eder. Çünkü meselâ, "Oturma, mikdar, renk.... hususları müstesna, O'nun benzeri gibi yoktur" denilerek, bundan istisna yapılabilir. İstisnâ'nın yapılabilmesi ise, bütün bu hususların bu ifadenin kapsamına girmesini gerektirir. Binâenaleyh eğer Allahü teâlâ oturuyor olsaydı, oturma bakımından ona benzeyen başkasının da olması gerekirdi. Diğer hususlar da böyledir. O zaman da, ayetin manası kaybolurdu. 6) Cenâb-ı Hak, "O gün Rabbinin Arşını, üstlerinde bulunan sekiz melek yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur. Melekler Arşı taşıdıklarında, Arşda ma'budlarınm oturduğu mekan olunca, bu durumda, meleklerin, müşebihenin ma'budunu da taşımış olmaları gerekir. Bu ise ma'kul birşey değildir. Çünkü Halik ve Ma'bud, mahlûku koruyup gözetendir. Mahlûk ise Hâlık'ı ne koruyup gözetebilir ne de taşıyabilir. 7) Şayet bir mekanda karar kılan bir varlığın ilah olması caiz (mümkün) olsaydı, güneş ve ayın da birer ilah olmadığı nasıl bilinebilecekti? Çünkü bizim güneş ve ayın ilah olmadıklarını ortaya kor iken izlediğimiz (akli) yol, onların hareket ve sükûn ile muttasıf oldukları, böyle olan varlığın ise muhdes olup, bir ilah olmadıkları şeklindeki metoddur. Siz bu yolu ibtal edince, güneşin ve ayın Hanlığını tenkid kapısı, sizin için kapanmış olur. 8) Âlem bir küre şeklindedir. Bize nisbetle "üst" olan cihet, yeryüzünün diğer tarafında oturan kimselere nisbetle "alf'dır. Bunun aksi bir cihetle (yönle) kayıtlı ve sınırlı olsaydr, bu cihet, kimi insanlara göre üst olsa bile, diğerlerine göre alt olurdu. Alimlerin ve akıllı kimselerin ittifakı ile sabittir ki, ma'bûd'un eşyanın "alt" yönünde olduğunu söylemek caiz değildir. 9) Ürnraet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın "De ki, "O, Allah'dır birdir" (İhlas. 1) ayetinin müteşâbih ayetlerden değil de muhkem ayetlerden olduğu hususunda icmâ etmiştir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, bir mekanda olsaydı, o zaman O'nun sağ tarafındaki izleyen şeylere bitişik tarafı, sol tarafındaki şeylere bitişik tarafından başka olurdu. O zaman da o, mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) ve kısımlara bölünebilecek bir varlık olmuş olurdu ve gerçekte "Tek" olmamış olurdu. O zaman da, "De ki: "O, Allah'dir tektir" (İhlas, 1) ayeti, yanlış olmuş olurdu. 10) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Ben, batıp kaybolan şeyleri sevmem "(En'am. 76) demiştir. Buna göre eğer ma'bûd bir cisim olmuş olsaydı, o da ebedi olarak batmış ve ebedi olarak kaybolmuş olurdu. Böylece de o, Hazret-i İbrahim'in "Ben, batıp kaybolan şeyleri sevmem" sözünün kapsamına girmiş olur. İşte bu deliller ile istikrar (bir mekanda karar kılma) kavramının Allah hakkında imkansız olduğu gerçeği kesinleşir. Müteşabih Ayetler Hakkındaki Tutumlar Bu gibi konularda insanların iki farklı tutumları bulunmaktadır: 1) Bir kısmı, "Biz müteşabih ayetleri te'vil etmeyiz. Aksine kesin olarak, Allah'ın mekandan ve cihetten münezzeh olduğunu söyleriz ve ayetin te'vilini yapmayız" diyenlerdir. Allâme Gazali, İmam-ı Ahmet b. Hanbel'in bazı öğrencilerinden, onun şu üç haberi te'vil ettiğini rivayet etmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Hacer-i Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir" Keşu'l-Hafâ, 1/348. Mü'minin kalbi, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır' Tirmizi, kader. 7 (4/449): Müslim, Kader, 17 (4/2045). hadisi ve "Muhakkak ki ben, Rahmanın nefesini yemen cihetinden hissediyorum" Kenzül-Ummal, 16/33951. hadisi... Bil ki bu görüş iki yönden zayıftır: a) Bu kimse eğer Allahü teâlâ'nın mekan ve cihetten münezzeh olduğuna kati olarak hükmediyorsa, aynı kat'iyyette Allah'ın bu ayetteki "istivâ"dan muradının "oturmak" olmadığına da hükmetmiş olur. İşte buda bir te'vildir. Ama o kat'î bir biçimde Allah'ın mekân ve cihetten münezzeh olduğunu söylemeyip, bu konuda şüpheli ise, o zaman Allah'ı bilip tanımamş olur. Ancak şöyle söylemesi müstesna: "Ben, Allahü teâlâ'nın muradının, ayetin lafzının zahirinin hissettirdiği mana olmadığını,bundan muradın başka birşey olduğunu; ama hata ederim korkusu ile, bu muradı belirlemeye girişemediğimi kati olarak söylüyorum." İşte o zaman bu sözü, doğruya yakın olabilir. b) Bu görüş, şu yönden de zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak bizlere Arapların dili ile hitab edince, O'nun bu lafızlarla ancak, bu lafızların Arapça olarak delâlet ettiği manayı kastetmiş olması gerekir. İmdi "İstiva" kelimesinin Arapça'da, "istikrar ve istilâ" dan başka manası olmayıp, ama ayette bunu istikrar manasına hamletmek imkansız olunca "istila" manasına hamletmek gerekir. Aksi halde, bu lafza hiçbir mana vermemiş olmak gerekir. Bu ise caiz değildir. 2) Bu, mutlaka te'vile yönelmek gerektiği hususunda kesin bir delildir. Bu da şudur: Aklın delaleti, buna, İstikrar manasını vermenin imkansızlığını gösterip; "istiva" lafzının zahiri de "istikrar" manasına delâlet edince; bizim ya iki delilden herbiri ile amel etmemiz yahut ikisini birden terketmemiz, ya da nakli olanı, akli olana tercih etmemiz; yahut da aklı tercih edip, nakli te'vil etmemiz gerekir. Birincisi bâtıldır. Aksi halde o zaman, birşeyin hem mekandan münezzeh olması, hem de mekanda bulunması gerekir. Bu ise imkansızdır. İkincisi de imkansızdır. Çünkü bu, iki zıddı birlikte yok saymayı gerektirir ki bu da yanlıştır. Üçüncüsü de batıldır. Çünkü akıl, naklin esası (mihenki)dir. Zira yaratıcının varlığı, ilmi, kudreti ve peygamber gönderişi akli delillerle sabit olmadıkça, nakille de sabit olmaz. Dolayısıyla aklı tenkid etmek, hem aklın, onunla birlikte hem naklin tenkidini gerektirir. Binâenaleyh geriye ancak, aklın doğru olduğuna kesin olarak hükmetmemiz, naklin de tevili ile meşgul olmamız kalır. Bu, maksadı elde etme hususunda kafi bir delildir. Bu sabit olunca diyoruz ki: Alimlerden bazıları burdaki "istivâ"dan muradın "İstilâ" manası olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şâirde şöyle demiştir: "Bişr, kılıç kullanmadan ve kan da akıtmadan, Irak'ı istilâ etmiştir." Eğer denilirse ki: "Bu te'vil şu bakımlardan caiz değildir: 1) İstilâ'nın manası, acziyyet halinden sonra, gâlibiyyet elde etmektir. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. 2) Bir kimsenin ancak onunla çekişen bir hasmı olduğu ve kendisine hâkim olunan -istilâ edilen şey ondan önce bulunduğu zaman ancak, "Falanca şunu istilâ etti" denilir. Bu, Allah hakkında imkansızdır. Çünkü Arş ancak Allah'ın yaratması ve var etmesi ile varolmuştur. 3) Allah'ın "istilâsı" bütün yaratıklara nisbetle söz konusudur. Binâenaleyh burada sırf "Arş"ı, zikretmenin bir manası yoktur. Böyle denilirse bunlara şu şekilde cevap verilir: Biz "Allah'ın istilâsını", kudreti manasına tefsir edersek, bütün bu tenkidler zail olur. (Mesela) Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "İstiva Arş'ın üzerine olunca, Arş da hükümdarın tahtı manasına olup, o da ancak hükümdarla birlikte söz konusu olduğu için, Araplar istivayı "mülk, iktidar güç" manasına kinaye yapmışlar ve "Hakim oldu" manasını kastederek, aslında hükümdar, üzerine oturmamış ise de, "Falanca ülkeye hakim oldu" demişlerdir. Kudret ve mülkün oluşunu Araplar böyle ifade etmişlerdir. Çünkü bu, "Falanca melik oldu, sahib oldu" gibi ifadelerden, delâlet itibarıyla daha beliğ ve daha kuvvetlidir. Bunun bir benzeri de, "Falancanın eli açık (mebsût)tur" ve "Falancanın eli sıkıdır" diyerek, bunlarla "O, cömerttir" ve "O, cimridir" manasını kastetmendir. Söylediğin lafızlar farklı ama, bu iki ifadenin manası aynıdır. Öyle ki bir kimse verme hususunda elini sıkı tutmasa, yahut hatta eli bile bulunmasa o kimse hakkında yine "Eli açık (geniş)" denilir, Çünkü Araplara göre bu ifade ile, "cömert" ifadesi arasında bir fark yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahudiler "Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır)" dediler. Hay kendi elleri bağlanasıcalar!" (Mâide, 64) ve "Hayır, O'nun iki eli de açıktır" (Maide, 64) ayeti bu manadadır, yani "Allah, hakkında eli bağlanma, açık olma düşünülmeksizin, cömerttir" demektir. Bunun nimet verme tekeffül etme manasına oluşu mecazidir. Ben derim ki: Biz şayet bu kapıyı açarsak bâtınîlerin tevillerine de kapı açılmış olur. Çünkü onlar,"Pabuçlarını çıkar" (Taha, 12) ayetinden muradın, "bir fiil tasavvur etmeksizin Allah'ın hizmetine dalmak" manasında ve "Ey ateş, İbrahim'e karşı serinlik ve selâmet ol" (Enbiya. 69) ayetinden muradın da, ortada hiçbir ateş ve ona hitab söz konusu olmaksızın. Allah'ın İbrahim (aleyhisselâm)'i kurtarması" manası olduğunu söylerler. Allah'ın kitabında vârid olan herşey hakkındaki söz de böyledir. Daha doğrusu bu hususta uyulacak kanun şudur: "Kendisinden sarf-ı nazar etmeyi gerektiren, kafi ve akli bir delilin bulunması hariç, Kur'ân'da vârid olan her lafzı hakiki manasına hamletmek gerekir." Keşke bu gibi konularda birşey bilmeyen, bu konulara dalmasa. İşte ayet hakkındaki sözün tamamı budur. Böyle müteşâbih ayet ve hadisler hakkında, daha tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin, "Te'sisü't-Takdis" adlı esere başvurması gerekir. Muvaffakıyyet Allah'dandır. Cenâb-ı Hakk'ın "Göklerde yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında ne varsa (hepsi) Onundur" ayetine gelince bil ki: Allahü teâlâ, "O Rahman Arşa istiva etmiştir" buyurarak, mülkünü anlatınca, mülk de ancak ve ilimle bulunup tam olunca, onun peşisıra önce kudretini, sonra ilmini zikretmiştir. Kudreti, işte bu ayette anlatılandır. Bundan maksad şudur: Cenâb-ı Hak, burada sayılan dört kısmın da mâlikidir. Binâenaleyh O, göklerde bulunan meleklerin, yıldızların ve bunlar dışındaki herşeyin; yerlerde bulunan madenlerin ve boş sahraların, bu ikisi arasında bulunan havanın ve toprak altında bulunan şeylerin mâlikidir. İmdi eğer, "sera, âlemin en son sathı, en alt tabakasıdır; onun altında bir şey bulunmaz. Öyleyse nasıl olurda Allah onun altında bulunan şeyin de sahibidir" denilebilir?" diye sorulursa cevaben deriz ki: "Sera Arabca'da nemli toprak demektir. Dolayısıyla, onun altında bir şey bulunması muhtemeldir. O şey de, değişik rivayetlere göre öküz, balık, kaya, deniz veya hava olabilir... 1) Müfessirimiz Razî (radıyallahü anh) dünyanın öküz veya balık üzerinde nasıl durduğu konusunda bir açıklama yapmıyor. Birçok okuyucumuzun bunu bir problem olarak göreceğini bildiğimizden, bu hususta muasır müfessirlerden B. Said Nursi (r.h.a) tarafından yapılmış bir açıklamayı biraz kısaltıp sadeleştirerek nakletmekte büyük fayda görmekteyiz: Öküz ve balığın meşhur kıssası, ravisiyle beraber İslâmiyet'e girmiş olan bir asalak (parazit) durumundadır. Hadis, olarak rivayetine gelince: 1) Hadis olduğunu kabul etmiyoruz; zira İsrailiyat olduğuna dair alametler vardır. 2) Hadis olsa bile senedi zaif olduğundan yalnız zan ifade eden nevidendir, akideye girmez. Çünkü akideye dahil olması için yakın (kesin ilim) şarttır. 3) Faraza mütevatir ve metni kafi olsa bile, delâleti kafi değildir. Sadece görünüşe çağlı olanları hayaller havalandığından, bu hadisi, mümkün manalarına yormayıp, garip bu anlayış için girmişlerdir. Halbuki şu üç izah tarz mümkündür: 1) Arş'ı-ilahiyi taşıyan (Hamele-i Arş) meleklerinin Sevr (öküz), Nesr (kartal), İnsan gibi isimleri olduğu gibi buradaki öküz ve balık dünyaya müvekkel melaikenin ismi olabilir. Çünkü şeriat, her bir nev'e mahsus ve o nev'e münasip müvekkel melek olduğunu bildirir. Şu münasebetten ötürü, melaike aleminde onun suretiyle temsil edildiğinden, onların ismiyle adlandırılmış olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Güneş, her akşam Arş'ın altma gidip secde eder. Sonra izin alıp gelir" büyurulur. Bu, Güneşe müvekkel olan meleğin böyle yaptığı anlamına gelir. 2) Ziraat insan hayatının esasıdır. Öküz bunun sembolüdür. Dünyanın büyük bir kısmı ise deniz olup, özellikle şahit ahalisinin temel gıdası da balıktır. Nasıl ki bir: "Devlet ne üzerinde durur?" diye sorsa cevaben: "Kılıçla kalem üzerinde" deriz. "Medeniyet ne ile kaimdir?" diye sorsa: "Bilim, sanat ve ticaret ile" denir. Muhatap işin gerçek mahiyetini anlayamayacağı zaman Fahr-ı kâinat (aleyhisselâm), cevabı, sualin yönünü değiştirerek verirdi: "Dünya neyin üstündedir?" diye sorana sanki şöyle buyurmuştun "Onun gerçeğini anlamak henüz sizin kârınız değil, amma sizin anlayacağınız dünya hayatının iki temel esası ziraat ve balıkçılık ile kaimdir." 3) Öküz ve balık dünyanın yıllık yörüngesinde iki burç olabilir. Eski Astronomi burçları gökte, yenisi ise yerküresinin yörüngesinde farzetmiştir. Rivayete göre soru ayrı ayrı zamanlarda sorulmuştur. Bir seferinde Balık, bir seferinde öküz üzerinde olduğu cevabı verilmiştir. Sual sırasındaki bulunduğu burç ismi bildirilmiştir (Muhakemât, İstanbul Envar neşriyat, tarihsiz, s.54-57) Cenâb-ı Hak ilmini de, "Sen sesini yükseksen de hiç şüphesiz O gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir" ayetiyle beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili iki görüş bulunmaktadır: 1) Ahfâ, mübalağa ifade eden ism-i tafdil sığasıdır. Bu görüşe göre diyoruz ki: Allahü teâlâ eşyayı üçe ayırmıştır. Açık olanlar (cehr), gizli olanlar (sır) ve en gizli olanlar (ahfâ). Binâenaleyh, açık olan (cehr)den muradın, açıkça söylenilen o söz, her ne kadar bir kısmını söylese bile, içinden geçirdiği şey ve, bazı alimlerin söylediğine göre, İnsanın hiç söylemeyip sadece içinden geçirdiği şey olması muhtemeldir. Yine, "sır" ve "ahfâ" dan muradın, söz nevinden olmayan şeyler olması mümkündür. Bu görüş, daha açıktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, duyulmayan sırrı ve ondan daha gizli olanı bildiğini binâenaleyh, açık olanı ise haydi haydi bileceğini beyan edip açıklamıştır. Bundan maksadı mükellefi, ister açık isterse gizli olsun, her türlü çirkin işlerden alıkoyup, zahir ve batıl her türlü tâate teşvik etmektir. Bu izaha göre, "sır" ve "ahfâ" kelimelerini kendisinde mükâfat veya azap bulunan şey manasına hamletmek gerekir: Ssr, insanın yapmaya azmedip de gönlünden niyet ettiği şeyler; "ahfâ" da, henüz azmetme derecesine ulaşmamış olan şeylerdir. "Ahfâ" (en gizli olanın) kişinin azmettiği şeyler ile aynı şekilde henüz azmetmemiş olup, sadece aklına gelmiş olan şeyler manasına tefsir edilmesi muhtemel olduğu gibi; henüz gönlüne düşmemiş, böylece de gönlünden en gizli ve uzak olan şey manasına, ve yine, Allah tarafından gelecek olup da, henüz zuhur etmemiş olan şeyler diye tefsir edilmesi de mümkündür. Ancak ne var ki, doğruya en yakın olanı yukarda açıklamış olduğumuz şekilde, bunun "terhib ve terğib" manası ifade ettiğidir. 2) Ahfâ kelimesi fiildir, yani, "Allahü teâlâ kullarının sırlarını bilir, ve, bildiğini onlardan gizler" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Mahlûkatı) O'nun ilminden, yalnız Kendisinin dilediği şeyi kavrayıp bilebilirler" (Bakara, 255) ayeti gibidir. Eğer, "bu ceza cümlesi, şart cümlesine nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki: Bunun manası, "Eğer, duâ ve benzeri şeylerle Allah'ı anarsan, bil ki O, senin açıkça zikretmene muhtaç değildir" şeklindedir. Bu, ya, "Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle ... an "(Araf, 205) ayetinde olduğu, üzere yüksek sesle zikirden nehydir, yahut, bu açıkça zikrin, Allah'ın duyabilmesi için değil, ancak başka bir gayeden ötürü olabileceğini kullara öğretmektir. Bil ki Allahü teâlâ, zâtı gereği Alimdir ve o, aynı anda bütün malûmatı aynı ilimle bilir ve bu ilim, değişmez. Yine bu ilim, "hudûs" ve "mümkin oluş" ile nitelendirilmeksizin, Allah'ın zâtının zorunlu niteliklerindendir. Kul, Rabbine ancak, ilk altıda birde müşterektir ki, bu da ancak bilme sıfatıdır. Sonra, Kendisiyle kulları arasında müşterek olan ilim de, iki parçadan meydana gelir. Binâenaleyh, o tüm ilmin altıda beşi ile, geriye kalan, yarısı (yani 6'dan beş buçuğu) Allah'a aittir; geriye kalan o yarım ise, bütün kullarına aittir. Kerûbiyyin ve ruhani melekler hamele-i Arş, göklerin sakinleri rahmet ve azâb meleklerinden oluşan bütün melaike ve ruhaniyet alemi, bu mahlukat içindedir. İlkleri Hazret-i Adem (aleyhisselâm), sonları da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olan peygamberlerin hepsi yine bu mahlukata dahildir. Zaruri, kesbi,sınai ve mesleki ilimleriyle diğer bütün insanlarda da böyledir. Yine, anlamaları, idrak etmeleri ve gıdaları hususunda kendilerine faydalı olanları alıp da zararlı olanlardan kaçınmaları hususunda bütün canlılar da böyledir. Bu cüzden sana düşen ise, mürekkeb bir zerreden daha azdır. Sonra, buna rağmen sen o zerrecikle, O'nun ulûhiyyetinin sırlarını, vâcib, caiz ve müstakil (imkansız) olan sıfatlarını bilir ve anlarsın. Binâenaleyh sen bu zerre ile bu sırları anlayıp tanıdığına göre, O'nun (temsilen) beşbuçuk ölçek olan ilmi ya nasıl olur? O, bu ilmiyle, senin kulluğunun sırlarını bilemez mi? Bu Cenâb-ı Hakkın, "Sen sesini yükseksen de, hiç şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir" ayetinin beyan ettiği hakikattir. Hatta, gerçek şudur ki, dinann (tüm ilmin) hepsi O'nundur. Çünkü senin öğrendiğini sen, O'nun öğretmesiyle öğrendin. Nitekim "O, onu ilmiyle indirdi" (Maide, 166) ve "O, yarattığını bilmez mi?" (Mülk, 14) buyurmuştur. Bunun bir misali vardır ki, bu da güneştir. Çünkü onun ışığı, bütün alemi aydınlatır, fakat buna rağmen onun ışığından herhangi bir şey eksilmez. İşte, burada da böyledir. Binâenaleyh O, daha nasıl sırrı ve daha gizli olanı bilemez? Cenâb-ı Hak ağaçları ve çeşitli bitkileri öylesi bir biçimde yaratıp yönetir ki onların ağızları ve, gıda almaya yarayan başka uzuvları ve aletleri yoktur... Hiç şüphesiz o ağaçların ve bitkilerin kökleri toprağın içindedir; onlar bu kökler vasıtasıyla yerden gıda ve besinlerini alırlar ve bu gıda, dallara, dallardan damarlara, damarlardan da yapraklara geçer... Sonra Allahü teâlâ o bitkilerin damarlarını, tıpkı sayesinde çadırın ayakta durabildiği, o çadırın ipleri gibi yapmıştır. Çadırın ayakta durabilmesi için, nasıl ki o ipleri her taraftan çekip germek gerekiyorsa, aynen bunun gibi, ağacın da ayakta durabilmesi için o damarlar her tarafa dağılarak nüfuz edip gider. Sonra sen, gıdanın o yaprağın her tarafına ulaşabilmesi ve o yaprağın maddesini besleyip kuvvetlendirebilmesi için yapraktaki, o yaygın kılcal damarlara ve yaprağa baktığında onları hemencecik seçip ayırdedemezsin... Bunlar, bedeni kuvvetlendirmek için, canlıların bedeninde bulunan ve kanın ve canın kanalları olan damarlara benzerler. Sonra, ağaçlara bir bak. Bunların en güzel görünümlüsü, çınar ağacıyla söğüt ağacıdır. Halbuki bunların meyveleri yoktur. Onların, manzarası en kötü olan ise, incir ve üzüm ağacıdır, ama sen, birde bunların faydasına bak! Bütün bunlar ve benzerleri, göklerde ve yerde zerre miktarı herhangi birşeyin, Allah'ın ilminin dışında kalmadığını gösteriyor. Ayetteki "Allah'dan başka ilah yoktur. En güzel isimler O'nundur" cümlesine gelince, bu husustaki söz, iki kısma ayrılır: Tevhid konusundaki söz. Bil ki, tevhidin delilleri, İnşaatları Cenab-ı Hakk'ın (......) (Enbiya. 22) ayetinin tefsirinde gelecektir. Cenâb-ı Hak tevhidi burada, daha önce bahsedildiği biçimde ilim ve kudretle tavsif edilmiş olanın, ortağı olmayan tek ilah olduğunu, ibadete müstehak olanın, başkası değil, O olduğunu beyan etmek için zikretmiştir. Biz burada, bu konuyla alâkalı olan bir takım inceliklerden bahsedelim. Bu incelikler de birkaç bahiste incelenebilir. Birinci bahis: Bil ki, tevhidin dereceleri dörttür. a) Lisan ile ikrar. b) Kalb ile tasdik (inanma) c) Kalbin, bu inancını hüccetle tekid etmesi d) Kulun, hatırına, Ehad ve Samed olan Allah'ı tanımaktan başka herhangi birşey gelmeyecek bir biçimde tevhid deryasına dalması... Lisan ile ikrara gelince, eğer bu dil ile ikrar, kalbin tasdikinden uzak bir ikrar olursa, bu ikrarın sahibi münafıktır. Kalbin tasdiki'ne gelince, bu tasdik, dilin ikrarından uzak olursa, bu durumda birkaç durum ortaya çıkabilir: 1) Tefekkür edip Allah'ı tanıyan ama, bu tanımanın üzerinde, kelime-i şehâdeti telaffuz edebileceği bir vakit geçmeksizin, bu tanıyışı üzere ölen kimseye gelince, bazı kimseler bunun imanının tam olmadığını söylemişlerdir, ama gerçek olan onun imanının tam olmasıdır. Çünkü o, mükellef olduğu şeyi yerine getirmiş, ama onu lisanıyla ifade edememiştir. Binâenaleyh o, sorumlu olarak kalmaz. Kitabların birisinde şunu gördüm: Ölüm meleğinin alnı üzerine, mümin kimse onu gördüğünde kelime-i şehâdeti hatırlasın diye "Lâ ilahe illallah" yazılıdır. Binâenaleyh, onun bunu hatırlaması, bizzat onun kendi ifadesinin yerini tutar. 2) Allah'ı tanıyıp, fakat bu tanımanın üzerinden kefime-i şehâdeti telâffuz edecek bir vakit de geçen, ancak ne var ki, bu ikrarda bulunmayan kimsenin durumu. Allâme Gazali, bu hususta şöyle der: "Lisan, kalbin tercümanıdır" denilebilir. Binâenaleyh, esas maksad kalbte tahakkuk edince, onun, o kelime-i şehâdeti telâffuzdan imtina edişi, onun tıpkı namaz ve zekâttan imtina edişi gibidir. Öyleyse, bu kimse daha nasıl, cehennemliklerden olabilir? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Kalbinde, zerre kadar iman bulunan kimse, cehennemden çıkar" Müslim, iman, 148 (1/93); Buhari, tevhid. 24. buyurmuştur. Halbuki, bu adamın kalbi, imanla doludur. Diğer alimlerde şöyle demişlerdir: îman ve küfür, serî hususlardır. Biz, bu kelimeyi (kelime-i şehâdeti) söylemekten imtina edenin, kâfir olduğunu anlar, biliriz. 3) Delilsiz olarak, dil ile ikrar edip kalb ile tasdik eden kimsenin durumu... Bu kimse, mukallittir. Bu kimsenin imanının sıhhati hususundaki ihtilaf, oldukça meşhurdur. Üçüncü makama gelince ki bu, inancın, delil ve burhanlarla tekid edilmesidir, ve biz, Cenâb-ı Hakk'ın, (Enbiya, 22) ayetinin tefsirinde bu neticeyi akli ve semi delillerle isbat etmenin mümkün olduğunu beyan etmiş ve bu hususta ayrıntılı bilgi vermiştik. Dördüncü makama gelince ki bu, tevhid deryasına dalıp yok olmaktır, bu konuda muhakkik ulema şöyle demiştir: irfan, bütün sıfatlar hakkında düşünülebilen "tefrik",nakz", "terk" ve rafd (red) 1 başlangıcı olup, bu doğruluğu dileyen zâtlar için Hakkınsıfatlarından ve, tek ve kahhâr olan zâta götürendir. Sonra bu kelimelere vukufiyyet,Allahü teâlâ'ya doğru seyredenlerin en son dereceleriyle çepeçevre kuşatılmıştır. Lailahe İllallah Demenin Önemi Hakkındaki Hadisler İkinci bahis: "Tenli!" (Lâ ilahe illallah deme) hakkında gelmiş olan haberler hakkındadır. 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "Zikrin en efdali, Lâ ilahe illallah; duanın en faziletlisi de, Estafirullah'dır" İbn Mace, edeb, 55 (2/1249) sonra da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan başka hiçbir Tanrı yoktur" hakikatim bil, hem kendinin, hem erkek müminlerle kadın müminlerin günahının bağışlanmasını iste..."(Muhammed, 19) ayetini okumuştur. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan önce bir melek yaratmıştır. O, sesini uzatarak, kısmadan ve nefes de almadan, "Eşhedu en lâ ilahe illallah.." der. O, henüz bunu tamamlamamıştır. Bu tamamladığında ise, Cenâb-ı Hak İsrafil'e sûra üflemesini emreder ve Aziz ve Celil olan Allah'ı tazim için de, kıyamet koparır." 3) Enes İbn Malik'ten Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Cenâb-ı Hakka münacatımda şefaat talebimi sürdürdüm, o da bunu kabul etti. Yine şefat talebinde bulundum, o da bunu kabul buyurdu. En sonunda 'Ya Rabbi, bana, Lâ ilahe illallah diyenler hakkında şefaat müsadesi ver" dedim.. O, "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu, ne sana, ne da başka bir kimseye ait değildir. İzzetim ve celâlime yemin ederim ki, Lâ ilahe illallah diyen hiç kimseyi, bu cehennemde bırakmayacağım..." buyurdu... 4) Süfyan es-Sevri şöyle der: Cafer İbn Muhammed'e (Şura,12) ayetlerinin tefsirini sordum. Bunun üzerine o, "Hâ, O'nun hükmü; mîm, mülkü; ayn azameti; sin, yüceliği; kaf ise, kudretidir. Aziz ve Celil olan Allah, "Hükmün, mülkü azametim, yüceliğim ve kudretime kasem ederim ki, Lâ ilahe illallah Muhammedun Resûlullah diyen kimseye ateşte azâb etmem ... der" dedi. 5) Hazret-i Ömer şöyle demektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim çarşıda bulunur da, "Allah'dan başka ilâh yoktur; O birdir, O'nun şeriki yoktur; mülk O'nundur.Hamd, O'na aittir; diriltir ve öldürür; O, ölmeyen Diridir. Bütün iyilik ve hayırlar, O'nun elindedir; ve O, her şeye kadirdir' derse, Allah ona milyonlarca mükafaat yazar onun, milyonlarca hatasını siler ve onun için cennette bir ev yapar" Üçüncü bahis: Bu, incelikler hakkındadır: 1) Lâ ilahe illallah diyenlerden olabilmeleri için, bu kelimeyi söyleyenlerde şu dört şeyin bulunması gerekir. a) Tasdik, b) Tazim c) Halâvet d) Hürriyet. Binâenaleyh, (bu kelimeyi söyleyip de) tasdiki bulunmayan kimse, münafık, tazim'i olmayan kimse, ehl-i bid'at (mubtedi); halâveti, hazzı olmayan, mürai; hürriyeti olmayan da, facirdir. 2) Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Görmedin mi, Allah sana nasıl bir mesel irad etmiştir. Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalları semada olan güzel bir ağaç gibidir" (ibrahim, 24), "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir. Onu da iyi amel yükseltir" (Fatır. 10), "... Ve birbirlerine Hakkı tavsiye edenler" (Asr,3), "De ki: "Ben size... şu tek şeyi va'z eder, öğütlerim" (Sebe,46) "Onları hapsedin. Çünkü onlar mesuldürler" (saffât, 24), "Hayır, o hakkı getirmiş, bütün peygamberleri de tasdik etmiştir" (Saffat. 37) ve "Allah, iman edenlere dünya hayatında da ahirette de, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar" ayetleriyle Lâ ilahe illallah'ın kastedildiğini söylemişlerdir. 3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Ya Rabbi, bana seni anarken söyleyeceğim bir şey öğret" deyince, Cenâb-ı Hak, "Lâ İlahe illallah, de" buyurdu. Hazret-i Musa "Bütün kulların bunu söylüyor" deyince de Cenâb-ı Allah yine, "Lâ ilahe illallah de" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Musa, "Ben, sırf bana tahsis edeceğin şeyi kastetmiştim" deyince Allahü teâlâ, "Ey Musa, şayet yedi kat gök ve oradakiler bir kefede, Lâ İlahe illallah da bir kefede bulunacak olsa, hiç şüphesiz Lâ İlahe illallah ağır basar" buyurdu. Lâ İlahe İllallah Sözünün İ'râbı Dördüncü bahis: Bu bahis, bu ifadenin irabı hakkındadır. Alimler şöyle demişlerdir: Bu cümlenin başındaki Lâ kelimesi, herhangi bir mahiyetin başına gelip, o mahiyeti nefyeder. Mahiyeti nefyedince de mahiyetin bütün fertleri nefyedilmiş olur. "Allah" lafzına gelince bu, o muayyen zâtın, ism-i alemidir, çünkü bu kelime, ism-i alem değil de ism-i mana olsaydı, o zaman onun tamamı, kesrete muhtemel olurdu. Bu kelime de tevhidi ifade etmezdi. Alimler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Lâ, şu iki bakımdan, inne edatına benzediği için, amel edebilmiştir. a) Devamlı olarak isimlerin başında bulunmaları; b) İkisinin de, tenakuz (nefy) ifade etmeleri. Çünkü bunlardan birisi sûbûtu, diğeri de nefyi (olumsuzluğu) tekid için getirilir. İki hükümleri zıt batıl iki şeyden birini diğerine aenzetmek, Arapların adetidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz Araplar dediklerine göre, (zıddını ifade için de) demeleri gerekirdi (beklenirdi). Ancak ne var ki Arablar, Lâ'nın müfret olan ismini, feth üzere mebni yapmışlardır. Lâ'nın müfret olan isminin mebni olmasına gelince, bu harf-i nefyin, kendisinin başına geldiği böylece de adeta, tek bir isim haline geldikleri kelime ile sıkı bir münâsabetten dolayıdır. Onların, hareke olarak fethayı seçmelerine gelince, irabı gerektiren delil ile mebnîliği gerektiren delilin arasını uzlaştırmak için, bunu sağlayan harekeye göre mebnî kılma gayesine yönelmiş olmalarından dolayıdır. Bir diğer husus da şudur: Bu kelimenin haberi mahzûf olup, bunun aslı, "la ilahe fi'l-vücüdi" (Varlık âleminde, Allah'dan başka bir ilâh yoktur) seklindedir. Yine meselâ, ifadeleri de, takdirinde olup, "Bizim gücümüz ve kudretimiz yoktur (...)" şeklindedir. Bu durum ise, vücudun (varlığın), mahiyyet üzerine zaid olduğuna delalet eder. Beşinci bahis: Bazı kimseler şöyle demişlerdir. Olumluyu tasavvur etmek, olumsuzu tasavvur etmekten önce gelir. Çünkü olumsuz (selb), olumluya nisbet edilmediği müddetçe, tasavvur olunamaz. Binâenaleyh, bu ifadede daha nasıl, olumsuz, olumludan önce getirilmiştir? Buna şu şekilde cevap verilir. Bu olumsuz, olumluyu tekid eden bir husus olunca, pek yerinde olarak ondan önce getirilmiştir. Allahü teâlâ'nın İsimleri İkinci kısım: Bu kısım, Allah'ın isimleriyle ilgilidir. Bu hususta da şu bahisler bulunmaktadır. Birinci bahis: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde, bir münadi şöyle nida eder. Ey insanlar, ben size bir neseb tayin ettim. Halbuki sizler kendinize başka bir neseb tayin ettiniz. Ben, sizin en keriminizin, benim nezdimde en muttaki olanınız olduğunu bildirdim. Halbuki sizler, sizin en iyinizin en zenginleriniz olduğunu kabul ettiniz. Binâenaleyh, şu anda ben, benim nesebimi yüceltiyor, sizin nesebinizi de ayaklarımın altına alıyorum. Kendileri için korku olmayan ve mahzun da olmayacak olan o müttakiler nerededirler?" Bil ki, aklın taksimatına göre eşya, şu üç kısma ayrılır: a) Noksan olmayan, kâmil... b) Kâmil olması muhtemel olmayan nakıs (noksan)... c) Bu ikisini de kabul edebilen... Noksan olmayan kâmil varlık, Allahü teâlâ'dır. O'nun hakkındaki bu kâmillik, zâtı gereğidir. Bundan sonra melekler gelir. Meleklerin, Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri asi olmamaları rrahnm.6) onların kemalinden; ikrama mazhar kullar (Enbiya, 26) olmaları da, onların sıfatlarındandır. Yine onların, iman eden kimselerin mağfiret talebinde bulunmaları da, meleklerin vasıflarındandır. Kâmil olmayan, nakıs, cansız varlıklar, bitkiler ve behaim (hayvanat...) dir. Her ikisine de muhtemel olanlar ise, insanlardır. İnsan bazan, o denli terakki eder ki, kendisinden, "Kudret sahibi, mutlak hükümran Allah'ın hak meclisinde" (Kamer, 55) diye bahsedilir. Bazan da o denli alçalır ki, hakkında, "Sonra biz onu, aşağıların aşağısına ndirdik" çrm.s) denilir. Durum böyle olunca, insanın, zâtı gereği kâmil ve mükemmel olması imkansız olur. Zâtı gereği kâmil olmayanın ise, zâtı gereği kâmil olana intisâb edinceye kadar, kemâl ile nitelenmesi imkansız olur. Ne var ki bu intisab da ikiye ayrılır: 1) Kendisine zeval arız olan kısım. 2) Kendisine zeval arız olmayan kısım. Zeval bulanın, faydası yoktur. Bunun misali, sıhhati mal ve güzelliktir. Zeval bulmayan ise, senin Allahü teâlâ'ya karşı olan ubûdiyyetindir. Zira, ulûhhiyet sıfatı ondan zail olamayacağına göre, senden de kulluk sıfatı zait olamaz. Binâenaleyh, bu kulluk nisbeti, zevali kabul etmez. Kendisine nisbet olunulan Hak Subhânehû ve Teâlâ da kâmil olma sıfatını hiç kaybetmez. Sonra, bir şehirden olduğunda, ya da bir kabileye nisbet edildiğinde sen, bu arizî nisbet sebebiyle her zaman, o beldeyi ve o kabileyi medhedip durursun. Binâenaleyh bu zâti nisbet sebebiyle senin Allah'ın zikri ve O'nun kibriyâsının vasıflarıyla meşgul olman daha evlâ olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde ona bunlarla hitab (dua) edin" (Araf, 180) işte, ancak bundan dolayı, Allah'dan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Taha, 8) buyurmuştur. İkinci bahis: Bu bahis, Allah'ın isimlerinin taksim hakkındadır. Bil ki, her şeyin smi, o isim ona, ya zâtı gereği, yahut zâtının cüzlerinin gereği, veyahutta zâtıyla ilgili olmayan şeyler münasebetiyle verilmiştir. Birinci kısma gelince, alimler Allahü teâlâ'nın, bu tarzda kendisine verilen bir ismi olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir ki bu mesele, "Cenâb-ı Allah'ın hakikatinin insanlarca bilinip bilinemeyeceği meselesine dayanır. Bu hakikatin beşer için malum olmayacağını söyleyenlere gelince onlar, Cenâb-ı Hakk'ın hususî zâtının bir İsmi olmadığını söyleyerek şöyle demişlerdir: Çünkü isim koymanın maksadı, o isimle müsemmaya işaret etmektir. O'nun hususi zâtı bilinmeyince, O'na aklen işaret etmekde imkânsız olur. Binâenaleyh böylece, O'nun için bir isim koymak imkansızlaşır. Biz, bunun hakikati hususunda lafzatullah'ı tefsir ederken konuşmuştuk. Zâtının parçalan gereği O'na isim vermek de imkânsızdır. Çünkü O'nun zâtının herhangi bir cüzü yoktur. Çünkü, mürekkeb varlık, mümkindir. Vâcibu'l-vücûd olan ise, "Mümkin" varlık olamaz. Böylece de, mürekkeb olamaz. Zâtının dışında kalan sıfatları gereği verilecek olan isme gelince, sıfatlar ya hakiki sübûti, ya izafi sübûti; veya selbi sübûti, yahut selbi izafi, veyahut da, sübûti izafi ve selbi olurlar. İzafi mümkin sıfatlar sonsuz olup, keza selb edilecek şeyler de sonsuz olunca, o zaman Cenâb-ı Hakk'a müteradif olmayan, mütebayin aynı değil de (birbirinden farklı) sınırsız isimler vermek mümkündür. İşte bu izahat, esas kaynağa dikkat çekmek için yapılmıştır. Üçüncü bahis: Allahü teâlâ'nın dörtbin isminin olduğu söylenir. Binini sadece Kendisi bilir. Binini, Kendisi ve melekler bilir. Binini, Kendisi, melekler ve peygamberler bilir. Dördüncü bine gelince, onu müminler bilebilirler. Bunlardan ücyüzü Tevrat'la üçyüzü İncil'de, üçyüzü Zebur'da, yüzü de rurkan'da, (Kur'ân'da)dır. Bu yüzün doksandokuzu açıktır, aşikârdır, birisi ise gizli ve saklıdır. Binâenaleyh, bunları kim zikrederek sayarsa, vird edinirse, cennete girer. Dördüncü bahis: Kur'ân'da geçen isimlerden bir kısmı, tek başlarına bir övgü ve medth ifade etmezler. Bu meselâ, ve kelimeleri gibidir. Ama meselâ "Sabah: yarıp çıkarandır O. Geceyi bir sükûn kılandır" (En'âm, 96) denildiğinde, bu, medh ifade etmiş olur. Kendisi medh ifade etmesine rağmen, başkasıyla beraber zikredildiğinde, daha fazla medh ifade eden ismi.. Bu, birini meselâ,(Hayyun: Diri. şeklindeki sözümüz gibidir. Ama meselâ (Bakara, 255) veya "ölmeyen hayy, diri" denildiğinde bu darıa beliğ olmuş ve daha fazla medh ifade etmiş olur. Yine bu bizim, "O, eşsiz yaratıcıdır" şeklindeki sözümüz gibidir. Çünkü sen, (Bakara, 117) dediğinde, medh artmış olur. Kendisi medh ismi olduğu halde, tek başına kullanılması caiz olmayan isimler de bu babtandır. Bu meselâ senin (delilun) ve (kâşifun) demen gibidir. Ama, "Ey şaşkınların rehberi ve kılavuzu" "Ey sıkıntıları ve zararları açıp gideren" denilirse, bu caiz olur. Bu isimlerden bir kısmı hem tek başına, hem de başkasıyla birlikte kullanıldığında medh ifade eder. Bu meselâ bizim, er-rahmâni'r-rahim "Rahman ve Rahim olan Allah" dememiz gibidir. Beşinci bahis: Allah'ın, başka kelimelerle kullanıldığında daha güzel manalar ifade eden isimleri vardır. Bu senin, el-evvelu el-âhiru, el-mubdiu el-muidu, ez-zâhiru el-bâtın" demen gibidir. Bunun misali, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İsa'dan naklettiği şu sözdür: "Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onlan bağışlarsan, mutlak galip ve yegane hüküm ve hikmet sahibi olan da doğrusu ancak sensin" (Maide. 118) Geriye kalan bahisler ise, besmelenin tefsirinde geçmiştir. Altıncı bahis: Bu ifadelerle ilgili birtakım nükteleri. 1) Bişru'l-Hafi, üzerinde "Bismillahirrahmanirrahim" yazılı bir kağıt görmüştü. Onu kaldırdı, onu miskle kokulandırdı ve yuttu. Rüyasında, birisinin kendisine, "Ey Bişr, benim ismimi güzelleştirdin, kokulandırdın. Biz de senin ismini dünya ve ahirette güzel kılacağız" dediğini gördü. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır" beyanına gelince, bilesin ki, Allah'ın bu isimleri, zâtları gereği güzel değildir. Çünkü bunları bir takım lafız ve seslerdir. Fam aksine, bunların güzel oluşları, manalarının güzelliğinden dolayıdır. Sonra Allahü teâlâ'nın isimlerinin güzel oluşu şekil ve yaratılışla alâkalı bir güzellik değildir. Çünkü bütün bunlar cisim olmayan (Allah) hakkında imkansızdırlar. Tam aksine bunlar mesela settar gaffar rahim isimleri gibi, lütuf ve ihsan manasına varıp dayanan güzellikten dolayı güzeldirler. Bunlar, ihsan manasına delâlet ettikleri için, güzel olmuşlardır. Rivayet olunduğuna göre, bir feylesofa, hem güzel, hem de çirkin olan birisi gelir ve ondan, kendilerine tavsiyede bulunmasını isterler. Bunun üzerine feyisof güzel olanına, "sen güzelsin; güzel olana ise, çirkin iş yapmak yakışmaz" diğerine de, "Sen çirkinsin, çirkin olan, çirkin iş yaptığında, kabahati ve çirkinliği artar" dedi Simdi biz de diyoruz ki: Ey Rabbimiz, senin isimlerin de sıfatların da güzel. Öyleyse sen bize o güzel isim ve sıfatlarından ancak ihsanını ve lütfunu izhâr et. Bizim fiilerimizin ve gidişatımızın çirkinliği bize yeter. Ona, ikabın, kötülüğünü ve azabın vahşetini ekleme. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İhtiyaçlarınızı, yüzleri güzel ve nurlu olanlardan isteyiniz" buyurmuştu. Ey ilâhımız, yüz güzelliği gelip geçicidir; ama, senin sıfat ve isimlerinin güzelliği ise, zâtidir. Öyleyse, sen bizi, senin ihsanından eli boş olarak çevirme. 4) Rivayet olunduğuna göre bir balıkçı, balık avlıyordu. Derken bir balık avladı. Yanında da, kızı bulunuyordu. Kızt o balığı, tuttuğu gibi denize attı ve, "o, bu tuzağa gaflet ettiği için düştü" dedi. Rabbimiz, o çocukcağız, o balığın gafletinden dolayı ona acıdı da, onu yeniden denize attı. Bizi de, İblis'in vesvesesi avladı. Böylece do bizi, senin rahmet deryandan çıkardı. Fakat sen bize lütfunla merhamet et, bizi onun vesvesesinden kurtar ve bizi, yeniden rahmetinin deryasına at! 5) Allah'ın isimlerinin beşi, Fatiha da geçmektedir. Bunlar, Allah, Rabb, Rahman, Rahim ve Melik (Mâlik) isimleridir. O'nun kahhâr oluşuna ve ululuğuna işaret için, Allah'ın önce ulûhiyyetini ifade eden Allah lafzı getirilmiştir. Böylece de ruhların, canlıların, O'nun kahrına ve yüceliğine takat getiremeyeceği bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak bunun peşinden, lütfuna delâlet eden dört ismi zikretmiştir ki, bunlardan Rabb ismi, O'nun terbiye etmesine delâlet eder. Mutâd olan, bir başkasını terbiye eden kimsenin, onun işini ihmal etmemesidir. Daha sonra O, Rahman ve Rahim isimlerini getirmiştir ki bunlar, O'nun lütuf ve merhametinin zirvesini ifade ederler. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu işi, Melik (mâlik) ismiyle hitama erdirmiştir. Halbuki, büyük olan Melik, aciz ve zayıf olan kimseden intikam almaz. Bir de, Hazret-i Aişe, Hazret-i Ali'ye şöyle demiştir: "Melik oldun... Öyleyse, yumuşak ol. Çünkü bu zayıfları ve acizleri affetmek sana daha çok yakışır" 6) Muhammed İbn Ka'b el-Kurazi'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Musa, "Allah'ım hangi canlı senin katında daha değerlidir?" deyince Cenâb-ı Hak, benim zikrimden dolayı dilinin nemi ve ıslaklığı kurumayan kimsedir" buyurdu. O, "Mahlûkatının hangisi daha bilgindir?" deyince, Allah: "Başkasının ilmini araştırarak onu kendi ilmine katandır" buyurdu. O, "Hangi kimse daha adildir?" deyince, Cenâb-ı Hak, "Kendisi hakkında, insanlara hükmettiği gibi hüküm verendir" buyurdu. O, "Hangi kimsenin suçu daha büyüktür?" deyince, Allah, "beni itham eden şu kimsedir ki Benden talepde bulunur da, sonra kendisi için hükmettiğine razı olmaz" buyurdu." Allah'ım, biz şimdi şöyle diyoruz: Biz seni itham etmiyoruz, çünkü biz. senin ihsanda bulunduğun herşeyin, senin fütfun olduğunu; yaptığın her şeyin mahza adâlet olduğunu biliyoruz. Öyleyse, sen bizi, kötü amellerimizden dolayı muaheze etme. 7) Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Kıyamet günü olduğunda, bir münadi şöyle nida eder: "Şimdi topluluk, kimin ikrama daha layık olduğunu bilecektir. Yanlan, yataklarından uzak olanlar nerededir?" Bunun üzerine onlar kalkarlar ve insanların boyunlarını çiğneye çiğneye geçerler. Daha sonra da, "Ticaretleri ve alışverişleri, kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoymayan kimseler nerede?" denilir; daha sonrada her halükârda Allah'a hamdedenler nerede?" diye nida edilir. Daha sonra kovuşturma ve hesaba çekilme işi, geride kalanlara uygulanır..." Şimdi biz diyoruz ki: Ey Rabbimiz biz gücümüze ve soy takatimize göre, sana hamdettik ve sana senada bulunduk. Öyleyse sen de lütfün ve rahmetinle bizi bağışla, affet." Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatları hususunda ayrıntılı bilgi almak isteyenler "Levâmiu'l-beyyinât fi'l-esmâi ve's-sıfat" isimli esere müracaat etsinler. Muvaffakiyyet, ancak Allah'tandır. | 
﴾ 8 ﴿