12

"Sana Musa'nın haberi geldi mi: Hani o bir ateş görmüştü ve ailesine "siz (burada) durun. Ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor getiririm yahut ateşin yanında bir doğru yol gösterici bulurum" demişti, işte ona gidince Kendisine, (şöyle) nida edildi: "Ey Musa şüphesiz Ben senin Rabbinim. Haydi pabuçlarını çıkar. Çünkü sen Mukaddes Tuvâ vâdisindesin".

Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı ve mükellef kıldığı şeyler hususunda Hazret-i Peygamber'in çok ağır bir mesuliyet mevkiinde olduğunu bildirince bunun peşinden, tebliğ hususunda onun kalbini takviye için, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hallerini zikretmek suretiyle Resulünün kalbini pekiştirecek, kuvvetlendirecek şeyleri zikretmiştir. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamberlerin haberlerinden, onunla kalbini tesbit edeceğimiz, her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz" (Hûd, 120) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak bu işe, Hazret-i Musa'dan bahsederek başlamıştır. Çünkü Hazret-i Musa'nın başına gelen sıkıntı ve belâlar daha büyük olup, bu da Hazret-i Peygamberin kalbini daha fazla teselli edip, onu sıkıntılara bağlanmaya daha fazla teşvik edicidir. İşte bu cümleden olmak üzere Cenâb-ı Hak, "Sana Musa'nın haberi geldi mi?" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki (......) ifadesinin, Hazret-i Musa'ya dair Kur'ân'da verilen ilk haber olması muhtemeldir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "sana şu ana kadar hiçbir haber ulaşmadı; ancak şu anda geldi. Öyleyse, ona dikkat et" demektir. Bu, Kelbi'nin izahıdır. Bu ifadenin manasının, "Bu haber ona eskiden gelmişti" şefinde olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu sana, daha evvel gelmemiş miydi?" demiş gibi olur ki bu, Mukatil ve Dahhak'ın İbn Abbas'dan yapmış oldukları rivayete dayanan görüştür.

İstifham'ın Dikkat Çekme Fonksiyonu

Bu ayetteki tabiri her ne kadar Allah hakkında caiz olmayan bir istifham ile gelmiş ise de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeden maksadı, bunun cevabını Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinde yerleştirip sağlamlaştırmaktır. Bu sığa, bu manayı daha beliğ olarak ifade eder. Bu tıpkı, kişinin, sfcadaşına, "Falanca haber sana ulaşmadı mı?" demesi gibidir. Böylece bunu duyan ise, kendisine söyleneni anlamaya yönelmiş olur. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın bu sdesiyle gerçek manada bir istiğnam kastedilmiş olsaydı, o zaman bunun cevabı Allah tarafından değil, Hazret-i Peygamber tarafından verilmiş olurdu.

Musa (aleyhisselâm)'nın Ailesiyle Çöl Yolculuğu

Cenâb-ı Hak, "Hani o bir ateş görmüştü" buyurmuştur. Yani, "O, bir ateş gördüğünde, onun haberi sana geldi, değil mi?" demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), annesine dönmek için, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) dan müsade istedi, o da müsaade etti. Derken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yola çıktı. Karlı kışlı bir gecede, yolda bir oğlu oldu. O gece, Cuma gecesiydi. Derken, Hazret-i Musa şaşırdı, ateş yakmak istediği, fakat çakmağı ateş çıkarmadı. O, bununla uğraşırken, yolun sonunda, uzakta bir ateş gördü. Bu noktada Süddi: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), gördüğü o ateşin, çobanların ateşi olduğunu sandı" derken, diğerleri Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı bu ateşi bir ağaçta gördüğünü söylemişlerdir ki, Kur'ân'ın lafzında buna delâlet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. İşte, bu sebepten dolayı alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, onun gördüğü şeyin ateş olmadığını, onun onu ateş sandığın söylemişlerdir. Ama doğru olanı onun verdiği haberde sadık olabilmesi için, onun bir ateş gördüğünü söylemektir. Çünkü, peygamberler yalan söylemezler.

Ateşin dört kısma ayrıldığı ileri sürülmüştür. Yiyen, (yok eden), fakat içmeyen (suya dayanamayan) ateş ki bu, dünya ateşidir. İçen, fakat yemeyen ateş ki, bu ağacın ateşidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır" (Yasin, 80) buyurmuştur. Hem yiyen, hem de içen ateş. Bu, mide ateşidir. Yemeyen ve içmeyen ateş, ki bu da Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ateşidir. Yine ateşin (birbaşka açıdan) dört kısma ayrıldığı da ileri sürülmüştür:

a) Nuru bulunan, fakat yakmayan ateş ki bu, Hazret-i Musa'nın ateşidir.

b) Nuru olmayan, fakat yakan ateş. Bu, cehennem ateşidir.

c) Hem nuru olan, hem de yakan ateş. Bu, dünya ateşidir.

d) Yakmayan ve nuru olmayan ateş ki, bu da ağaçlardaki (potansiyel) ateştir

Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o ateşi görünce ona doğru yöneldi ve: "Ve ailesine siz (burada) durun" dedi." Bu hitabın, hem hanımına, hem çocuğuna, hem de hanımıyla birlikte bulunan hizmetçiye müteveccih olması mümkün olduğu gibi, bunun sadece hanımına yapılmış olması da mümkündür. Ancak ne varki bu ifade, "ehl" kelimesinin zahiri manasından dolayı çoğul ("durun") getirilmiştir. Çünkü, "ehl" kelimesi, topluluk hakkında da kullanılır. Ayrıca, işin halini yüceltmek için de, tek kimseye, çoğul lafzıyla hitab edifmiş de olabilir. Yani, "Olduğumuz yerde kalınız. Çünkü "Ben bir ateş gördüm" demektir. (Anese) fiili, görmek manasındadır. "İnâs" kendisinde hiçbir şüphe olmayan, aşikarı apaçık görme demektir, "İnsanu'l-ayn" (göz bebeği) deyimi de bu anlamdadır. Zira bunun vasrteu'yla, eşya görülür. Cinlere, görülmedikleri için "cin" denildiği gibi, insanlara da, görüldükleri için "ins" denilmesi de böyledir. "İnas"ın, kendisiyle ünsiyyet olunan şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan böyle bir ûnsiyyet sudur edip, hakikatte ise onlarda olmayınca, onların gönüllerini yatıştırmak için ifadenin başına inni edatını getirmiş; ateş alma ve bir kılavuz bulma işide,umulan, beklenen ve gözetlenen bir şey olduğu için de, bu husustaki işi umma ve beklemeye bina ederek, "belki getiririm" demiş, ve kesin konuşmamış; yerine getirilmesi kesin olmayan şeyi va'detmiş olmamak için de, kesin konuşarak "muhakkak getireceğim" dememiştir. Bu husustaki nükte şudur: Bir takım kimseler maslahattan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yalan söylediğini söylemişlerdir ki, bu imkansızdır. Çünkü Musa (aleyhisselâm) daha peygamber olmadan önce yalan söylemekten sakınmış, "getiririm, getireceğim" dememiş, tam aksine, "belki getiririm" demiş ve kesin konuşmamış, yerine getirilmesi kati olmayan şeyi vadetmiş olmamak için, "muhakkak size getireceğim" dememiştir.

Kabes kelimesi, ağacın baş kısmında tutuşturulmuş olan ateş, veya fitil, vb. şeylerdir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Yahut ateşin yanında bir doğru yol gösterici bulurum" demiştir. Huda kendisiyle yol bulunulan şey olup, masdardır. Buna göre Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sanki "Ateşin yanında kendisiyle yol bulacağım bir kılavuz veya bir işaret bulurum" demek istemiştir.

Nâr (ateş) kelimesinin başına (âla-üzerinde) kelimesinin getirilmesinin hikmeti şudur: Çünkü, ateşin yanındakiler, ona yakın olan bir yeri istilâ eder, kaplarlar. Birde, ateşle ısınan kimseler, onun etrafını çepeçevre sardıklarında, o ateşle yüzyüze gelmiş ve onun üzerinde olmuş gibi olurlar.

Uzaktan Ateş Görmesi

"işte ona gidince" Yani, "ateşin yanına gelince" demektir. İbn Abbas bu ifadeyi şu şekilde tefsir eder. "O, tepeden tırnağa bembeyaz bir ateş gibi olan yeşil bir ağaç görünce, hem o ateşin ışığının, hem de o ağacın yeşilliğinin şiddetinden dolayı şaşakaldı. Çünkü ne ateş, o ağacın yeşilliğini, ne de o ağaçtaki suyun çokluğu, ateşin ışığını değiştirememişti... derken o, meleklerin tesbihatını duydu ve büyük bir nur gördü."

Vehb ise şöyle der: "Musa (aleyhisselâm), o ateşin tutuşturulmuş bir ateş olduğunu sandı da, onun alevinden istifade etmek için ağacın ince tarafından tuttu; bunun üzerine ateş, adeta onu istiyormuşcasına, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a doğru meyletti. Bunun üzerine Hazret-i Musa, ateşten geri durdu ve ondan ürktü. Ama, hem ateşin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a, hem de Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ateşe karşı olan arzusu devam etti. Sonra da, hiç yanmamış ve olmamış gibi, aniden sönüverdi. Daha sonra Musa (aleyhisselâm), bakışlarını o ağacın dallarına doğru çevirdi. Bir de ne görsün; onun yeşilliği, adeta gökyüzüne doğru yüklesiyor!.. Ve, gökle yer arasında bir nur ki, gözlerin kendisine bakamadığı bir aydınlığı var. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bunu görüp müşahede edince, elini gözlerinin üstüne siper etti. Derken, "Ey Musa (aleyhisselâm)" diye nida okundu"

Kadi şöyle der: "Çakmağın ateş çıkarmadığına dair rivayet edilen şey, caizdir. Ama, Hazret-i Musa'nın ateş bulamadığına dair rivayet edilen şey., caizdir. Ama, Hazret-i Musa'nın ateş bulamadığına dair rivayete gelince, eğer bu nübüvvetten önce olan bir hadise ise, bu mümkündür. Aksi halde, imkansızdır. Yine bunun, diğer peygamberlerden olan bir başkasına ait olan bir mucize olması durumu müstesna... Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben seni seçtim. Şimdi vahy olunacak şeyleri dinle" (Taha, 13) hitabında Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a o anda vahyettiğine ve onu peygamber dığına dair bir delâlet bulunmaktadır. İşte, yapılan bu izaha göre, onların, ateşin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan gecikip onu yakamadığma dair ileri sürdükleri şey uzak bir ihtimal olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, 'İşte oraya gidince kendisine (şöyle) nida edildi: "Ey Musa.." hitabı da bunun yanlış olduğunu ortaya kor. Eğer o ateş, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan bir müddet gecikmiş olsaydı, bu doğru olmaz ve bu ifadenin başındaki takibiyye fasının bir manası kalmazdı."

Biz deriz ki: Kadi, bu itirazını, kendi mezheplerine bina etmiştir. Çünkü onlara göre "irhâs" caiz değildir. Bu ise, bize göre batıldır. Binâenaleyh, onun görüşü de (bize göre) batıl olur. Onun, takibbiye fasına tutunup onunla istidlal etmesine gelince, aradaki zaman yakın olduğu için bu caizdir. Çünkü "gelme" ile "nida" arasında bulunan azıcık bir zaman, fâ-ı takibiyyeye zarar vermeye mani değildir.

Dördüncü Mesele

Ebu Amr ve İbn Kesir, fetha ile, enni, yani "Ben senin Rabinim diye nida olundu" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları kesre ile, innf şeklinde okumuşlardır. Yani, "Nida olundu da, bunu müteakiben, "Ey Musa denildi" Veyahutta, nida da bir tür söz demek olduğu için bu şekilde, kesre ile okundu.

Kelam-ı İlahiyi İşitmesi

İmam Eşari şöyle der: "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a, harf ve ses olmayan, o kadim kelâmını duyurmuştur. Mu'tezile ise, böyle bir kelâmın varlığını kabul etmeyerek şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, bu nidayı ağaç, vs. gibi herhangi bir maddede yaratmıştır. Çünkü nida, kelâmullah'dır. Allah ise, buna kadirdir. O, istediği zaman bunu yapabilir" Maverâünnehr alimlerinden, ehl-i sünnet görüşünü benimseyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, kelâm-ı kadimi olduğunu kabul etmişler, ancak ne varki onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın duyduğu şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın o ağaçta yarattığı bir ses olduğunu iddia etmişler, duyulan şeyin mundes bir ses olduğuna dair ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ nida işini, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ateşe gelmesi işine bağlamış, onun peşinden getirmiştir. Muhdese dayanan şey de muhdestir. O halde nida da rnuhdestir."

Altıncı Mesele

Alimler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın,kendisine nida edenin Allahü teâlâ olduğunu nasıl tanıdığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, ehl-i sünnet alimleri: "Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'da, bunun Kendisi olduğuna dair zaruri bir ilim yaratmasıyla olabileceği gibi, ona bunu mucizesiyle bildirmiş olması da mümkündür" derken, Mu'tezile şöyle demiştir: "Zaruri ilim meselesi caiz değildir. Çünkü o nidanın kelâmullah olduğuna dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olsaydı, hem sıfatın zaruri ilimle, hem de zâtın istidlal ile malûm olması imkânsız olduğu için âlim ve kadir olan bir yaratıcının varlığı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a zaruri bir bilgi ile malum olmuş olsaydı, o zaman Musa (aleyhisselâm), mükellef tutulamazdı. Çünkü zaruri bilginin bulunması, teklife aykırıdır. Halbuki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın da mükellef tutulduğu ittifakla sabittir. Böylece biz, Allahü Teâlâ'nın, bunu ona, mucize ile nitelendirdiğini anlamış oluyoruz.

Sonra alimler, bu mucizelerin ne olduğu hususunda, şu şekilde ihtilaf etmişlerdir:

1) Bazıları şöyle demiştir: "Biz, Allahü teâlâ'nın, bunu ona mucize vasıtasıyla bildirdiğini kesinlikle biliyoruz. Ama bizim, o mucizenin ne olduğunu bilmemize gerek yok.

2) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o ağaçtan gökyüzüne doğru yükselen o nuru görüp, meleklerin de tesbihatını duyunca, iki elini gözleri üzerine koydu ve bunu müteakiben de, "Ey Musa (aleyhisselâm)" diye hitaba muhatab oldu. Bunu üzerine o, "Emrine amadeyim.. Sesini duyuyorum. Ama, seni göremiyorum. O halde, sen nerdesin?" dedi. Bunun üzerine O, "Ben seninle beraberim, önündeyim, arkandayım, seni kuşatmışım. Sana, senden daha yakınım" buyurdu. Sonra İblis, onun kalbine bir şüphe attı da, ona, "sen, Allah'ın kelâmını duyduğunu ve dinlediğini nereden biliyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ben onu, üstümden,altımdan, arkamdan, sağımdan ve solumdan, tıpkı önümden duyduğum gibi duyuyorum. Böylece ben, O'nun mahlûklara ait bir kelâm olmadığını anlamış oluyorum" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın bütün bu yönleri sayıp dökmesinin manası, "Ben o sesi, bütün parçalarımla, kısımlarımla, cüzlerimle duyuyorum. Öyleki, benim herbir uzvum, sanki bir kulak kesilmiş gibidir" demektir.

3) Belki de o, bu nidayı, tıpkı bir çakıl taşı, vs. gibi cansız şeylerden duymuştur. Böylece bu, bir mucize olmuş olur.

4) O, o ateşi, o yeşilliğin o ateşi söndürmeyen, ateşin de, o yeşilliğe zarar vermeyecek bir şey olarak, yemyeşil bir ağaçta gördü... Buna ise, Allah'dan başka hiç kimse kadir olamaz.

Yedinci Mesele

Alimler, "Ben senin Rabbinim" ifadesindeki zamirlerin tekrar etmesinin, delili tekid ve şüpheyi izale etmek için olduğunu söylemişlerdir.

Pabuçlarım Çıkarma Emri

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi pabuçlarını çıkar" hitabı hakkında şu izahları yapmışlardır:

1) Bu pabuçlar, ölmüş eşek derisinden idi... İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, o mukaddes vadiyi korumak için, ona pabuçtarını çıkarmasını emretmiştir. İşte bundan dolayı da bunun peşinden, "Çünkü -en mukaddes Tuvâ vadisindesin" buyurmuştur. Bu, Hazret-i Ali'nin, Mukatil, Kelbi, Dahhâk, Katâde ve Sûddi'nin görüşüdür.

2) Onun iki ayağı, vadinin hereketiyle temasa geçsin diye, Cenâb-ı Hak ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, Hasan el-Basri, Said İbn Cübeyr ve Mücahidin görüşüdür.

3) Bu, o toprak parçasının tazim edilmesi manasına hamledilebilir. Çünkü o, o vadiyi tazim edebilmesi ve Rabbinin kelâmını dinlerken tam bir huzur içinde olabilmesi çin, oraya yalınayak basması gerekir. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın hemen bunun peşinden "Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin" buyurmuştur. Çünkü bu ayet, "talil-sebep" ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Pabuçlarını çıkar, çünkü sen, Mukaddes Tuvâ vadisindesin" demiştir.

Bu Emrin Tasavvufî Yorumu

Tasavvuf erbabı ise, bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Rüyada bir pabuç görüldüğünde bu, zevce, hanım ve çocuk ile yorumlanır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "pabuçlarını çıkar" ifadesi, onun gönlünün hanımına ve çocuğuna iltifat etmemesine, kalbinin onların işine takılıp kalmaması gerektiğine bir işarettir.

b) Pabuçların çıkarılmasından maksad, dünyaya ve ahirete iltifatı terketmektir. Buna göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a sanki, "Kalbinin tamamiyle merifetullaha gark olmasını, gönlünün Allah'dan başkasına iitifat etmemesini..." emretmiş olur. Mukaddes Vadî'den murat ise, Celaiullah'ın kudsiyyeti ve O'nun izzetinin taharetidir. Yani, "Sen, marifet deryasına ulaştığında, mahlûkata iltifat etme" demektir.

c) İnsanın, bir yaratıcının varlığına dair istidlalde bulunduğunda, bunu ancak şu iki mukaddime ile elde edebilir: O'nun meselâ, "Bu maddi alem, muhdestir veya mümkin bir varlıktır. Böyle olan herşeyin, mutlaka bir müdebbiri, bir müessiri ve bir sani'i vardır" demesi gibi. Bu iki mukaddime, adeta iki pabuca benzer. Çünkü bu iki mukaddime sayesinde akıl, maksuduna ulaşır; halka bakmaktan, Hâlık'ı tanımaya geçer. Hâlık'ı tanımaya ulaştıktan sonra onun, bu iki mukaddimeye artık dönüp bakmaması gerekir. Çünkü başkasıyla, bu kadarcıkdahi meşgul olmak, marifetullâha gark olmaktan alıkor. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a sanki, kalbini ve gönlünü artık, bu iki mukaddimeyle meşgul etme. Çünkü sen, Marifetullahın denizi ve O'nun ulûhiyyetinin ummanı, deryası demek olan, mukaddes bir vadiye, noktaya ulaştın" denilmek istenmiştir.

Mu'tezile'nin Kelamuliah Hakkındaki İddiası ve Cevabı

Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın, "pabuçlarını çıkar" ifadesiyle, kelamullahın kadim olmadığı hususunda istidlalde bulunarak şöyle demiştir. Çünkü, kelâmullah şayet kadim olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Allah daha Hazret-i Musa (aleyhisselâm) mevcut değilken. "Ey Musa (aleyhisselâm) pabuçlarını çıkar" demiş oturdu. Halbuki bunun, bir hafiflik ve akılsızlık olacağı malumdur. Çünkü, bomboş evde bulunan bir kimse, Zeyd'le Amr, orada mevcut olmadıkları halde, "Ey Zeyd, yap; ey Amr, yapma!" dediğinde, bu delilik ve bunaklık sayılır. Şu halde böyle bir şey, Cenâb-ı Hakk'a nasıl uygun düşer?"

Alimlerimiz, Mu'tezile'nin görüşüne şu iki bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Allahü teâlâ'nın kelâmı, her ne kadar kadim bir kelâm ise de, ancak ne var ki o, ezelde, bir emir ve vahiy değildi.

2) O, "ezelde mevcut bir şey" manasında bir emir idi. Ama, o şey, la yezale, doğru yol alınca, onda herhangi bir değişiklik meydana gelmeksizin, o şahıs bununla emrolunmuş oldu. Bu, tıpkı kudretin, fiili iktizâ etmesi gibidir. Ama, kudret ezelde mevcut iken, o fiil henüz yok idi. Kudret la yezale (ezeli olmayana) doğru yol alınca, o zaman fiil meydana gelmiş oldu... İşte burada da böyledir. Bu husustaki söz, anlaşılması zor, gizli ve incedir.

Ayakkabı ile Namaz Kılma Hk.

Onuncu Mesele

Ayette, pabuçlu olarak namaz kılmanın ve tavaf etmenin kerahatine dair bir delâlet bulunmamaktadır. Sahih olanı, kerahatin bulunmayışıdır. Bu böyledir, zira biz, pabuçları çıkarma emrini, vadinin saygınlığına ve kelamullahın ululuğuna bağlarsak, bu emir sadece buraya has bir emir olmuş olur. Yok eğer bunu, onların ölü eşeğin derisinden olma işine bağlarsak, bu durumda, debbağlanmış olsa dahi, ölü eşeğin derisini giymenin mahzurlu olabileceği söylenebilir. Eğer böyle olursa, bu da Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in, "Hangi deri debbağlanırsa, o temiz olur" Ebu Davud, Libas. 38 (4/66). mensûh olmuş olur. Bir seferinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) pabuçlu iken namaz kıldı, sonra da namaz esnasında onları çıkardı. Bunun üzerine arkasında namaz kılanlar da çıkardılar. O selâm verince, "Ne oldu da pabuçlarınızı çıkardınız?" dedi. Onlar, "Sen çıkardın, biz de çıkardık" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Cebrail bana pabuçlarımda pislik olduğunu haber verdi" buyurdu. Bundan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in pabuçlu iken namaz kılmayı kerih görmediğini, pabuçlarını çıkaranların hareketlerini tasvib etmediğini ve onlara, pabuçlarında pislik bulunduğu için onları çıkardığını bildirdiğini görüyoruz.

Onbirinci Mesele

Kelime, tî'nin zammesi ve kesresi ile, munsarıf ve gayr-ı munsarıf olarak, (......) şeklinde okunmuştur. Binâenaleyh bu kelimeyi tenvin ile okuyan, bunu vadinin ismi olduğu için böyle okumuştur. Bunu tenvinsiz okuyan da, tıpkı (......) kelimesinin, (......) kelimesinden "udûl" etmesi gibi, bu da, (......) kelimesi udûl" etmiş olduğu için, bunu gayr-ı munsarıf saymıştır. Bunun, o mübarek bek (toprak parçasının) ismi olması da mümkündür.

Tuvâ İsmi Hakkında

Onikinci Mesele

"Tuvâ" hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, o vadinin özel ismidir. İkrime ve İbn Zeyd'in görüşü budur.

2) Bu tıpkı, "mesnâ" (iki kere, ikişerli) kelimesi gibi, "iki defa" demektir, yani "Vadiyi iki kez takdis et" manasınadır. Yahut "Musa (aleyhisselâm)'a iki kez nida edildi" demektir. Nitekim Arapça'da "Ona iki kez seslendim" denilir.

3)Tuvâ, "Tayyen" demektir. İbn Abbas(radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i Musa" (aleyhisselâm), o vadiye gece vakti uğrayıp, orayı tayy etti, yani katetti." Buna göre mana, "Sen katedıp, yolunu geçip, en ucuna ulaştığın mukaddes bir vadidesin" şeklinde olur. Bu görüşü benimseyenler, "Tuvâ" kelimesinin, fiille aynı lafızda olmayan bir mef'ûl-ü mutlak olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, demiş olur. Bu tıpkı, (Tam hidayete erdi) denilmesi gibidir. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a Risalet Verilmesi

12 ﴿