3

"İnsanların hesaplan yaklaştı. Böyleyken, onlar gaflet içindeler, yüz çeviricidirler. Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun, onlar bunu mutlaka istihza ederek ve kalbleri oyuna dalarak dinlerler. Zalimler gizli fısıltı ile (şöyle) konuştular: "Bu sizin gibi (olan) bir insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken, şimdi sihre mi geleceksiniz?"

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanların hesapları yaklaştı" ifadesiyle alâkalı birkaç mesele vardır:

"Hesap Yaklaştı" Deyiminin Manası

Yaklaşmak, ancak zaman ve mekan itibariyle düşünülebilir. Burada, mekan açısından yaklaşmak imkansızdır. Böylece, zaman açısından yaklaşmanın kastedildiği anlaşılmış olur. Buna göre mana, "insanların hesaba çekilme zamanları yaklaştı" şeklinde olur.

İkinci Mesele

"Birisi şöyle diyebilir. Bu ifadeden sonra, takriben altıyüz sene geçmesine rağmen hâlâ hesap gelmediği halde nasıl olur da yaklaşmakla nitelenebilir?"

Buna şu üç açıdan cevap verilebilir:

a) "Bu, Allah katında yakındır" anlamındadır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "senden azabın çabucak gelmesini istiyorlar. Allah, vadinden asla caymaz. Doğrusu, Rabbinin indinde bir gün sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir" (Hac, 47) ayetidir.

b) Görüleceği zaman her ne kadar uzak olsa dahi, her gelecek yakındır. Uzak olan, olmuş bitmiş sona ermiş şeylerdir. Nitekim şair

"Daima arzuladığın şey, sana yarından daha yakındır; kendisinden hep korka durduğun şeyse, dünden daha uzaktır"

c) Bir muamelenin süresi bir sene sonra dolacaksa, henüz bir ay geçtiğinde, "vade yaklaştı" denilemez. Ama geçen müddet, kalandan çok olursa, "vade yaklaştı" denilebilir. İşte bu izaha göre ulema, "Bunda, kıyametin yaklaştığına bir delâlet vardır" demişlerdir. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber de:

"(Hazret-i Peygamber iki parmağını göstererek) Ben ve kıyamet şu ikişey gibi (birbirimize yakın) gönderildik" buyurmuştur. İşte, yine bu sebepten dolayı "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, nübüvvet meselesi son buldu" denilmiştir. Bütün bunlar, geriye kalan mükellefiyet süresinin, dünyanın geçen ömründen daha az olmasından dolayıdır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, bundan mükellefler için bir fayda bulunduğu için bu yaklaşmadan bahsetmiştir. Böylece bu, mükellefi, günahlarını telafi etmeye daha fazla yaklaştırmış, bundan daha fazla korktuğu için de günahlardan daha fazla sakındırmış olur. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ölüm zamanını gizlemenin mükellefler için daha faydalı olması gibi, kıyameti gizlemek de daha faydalı olduğu için, onun da zamanı tayin edilmemiştir.

Beşinci Mesele

"Kıyamet günü"ne "hesap günü" denilmesinin faydası şudur: Hesap, kişinin durumunu ortaya koyar. Binâenaleyh, hesap kelimesinin sağlayacağı korku daha büyük olur.

Altıncı Mesele

Ayetteki "insanlar" sözüyle, hesapla alâkası olmayanlar değil, hesapla ilgisi olanların kastedilmesi gerekir ki bunlar da mükelleflerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu ifadeyle müşriklerin kastedildiğini söylemiştir ki bu, müşriklerin sıfatlarına dair kendisini takib eden delilden dolayı, cins ismin, muhtevasına girenlerin hepsine değil de bir kısmına verilmesi Ulak edilmesi kabilindendir.

Kâfirlerin Gafleti

Cenâb-ı Hakk'ın "Böyleyken, onlar gaflet içindeler, yüz çeviricidirler" ifadesine gelince, bilki Allahü teâlâ onları şu iki şeyle, yani gaflet ve yüz çevirmekle vasfetmiştir. Gaflete gelince bu, "onlar hesap vereceklerinden gafildirler, habersizdirler. Akıllarının iyilik ve kötülük yapanların mutlaka karşılıklarını göreceğini bilmesine rağmen, akıbetlerinin nereye varacağını tefekkür etmezler. Sonra onlar, kendilerine okunan ayetlerden ve peygamberlerden ötürü gaflet uykusundan ve cehalet dalgınlığından uyandıklarında, yine yüz çevirdiler ve, kulaklarını tıkadılar" demektir.

Cenâb-ı Hak "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun..." ifadesine geline, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Ebi Able, (......) ifadesinin mahallinden sıfat olmak üzere, ref ile (muhdesun) şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ bunu, onların yüz çevirici olduklarını beyan etmek için zikretmiştir. Zira, Allahü teâlâ, belki öğüt alırlar diye, onların tekrar tekrar dikkatlerini çekmek ve onlara öğüt vermek için, zaman zaman zikr ve ihtarı yenilemiş, ayetten sonra ayet, sûreden sonra süre getirmiştir. Bu ise onların, sadece oyun ve istihzalarını, artırmıştır.

Halku'l Kur'ân İddiası

Mu'tezile, bu ayetle, Kur'ân'ın muhdes olduğuna istidlal ederek şöyle demiştir: "Kur'ân zikirdir. Zikir ise, muhdestir. O halde Kur'ân, muhdestir. Kur'ân'ın zikir olduğunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı zikrederken söylediği, "O ancak, alemler için bir öğüttür, zikirdir" (Kalem, 50)

"Şüphesiz ki o, senin ve kavmin için bir zikirdir, bir öğüttür" (Zuhruf, 44) "Zikirli, (şerefli) Kur'ân'a yemin olsun" (sad, 1), "Şüphesiz ki, zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik, Biz..." (hicr, 9), "O ancak, bir zikir ve apaçık bir Kur'ân'dır" (Yasin, 69) ve "Bu, indirmiş olduğumuz mübarek bir zikirdir" (Enbiya, 50) ayetleridir. Zikrin muhdes olmasının delili, hem buradaki, "Rablerinden kendilerine yeni bir (muhdes) ihtar gelmeye dursun" ayeti, hem de Şuara süresindeki

"Kendilerine O Rahmandan yeni bir öğüt gelmeye dursun" (Şuara. 5) ayetleridir, işte bütün bunlar, Kur'ân'ın muhdes olduğu hususunda, bir nas gibidirler."

Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "o ancak, alemler için bir öğüttür"(Kalem, 52) ayetiyle, "Bu, indirmiş olduğumuz mübarek bir zikirdir"(Enbiya, 50) ayetleri, harflerden ve seslerden meydana gelmeye bir işarettir. Binâenaleyh biz bu ifadeye, bir de, Cenâb-ı Hakk'ın "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun" ifâdesini ilave edersek, o zaman, harflerden ve seslerden meydana gelen şeyin "hadis" olması gerekir ki, bu konuda münakaşa yoktur, bilakis bunun hadis olduğu zaruri olarak bilenen bir husustur. Münakaşa ancak, kelâmullahın bir başka anlamda kadim olması, lususundadır.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun" ifadesi, her zikir olanın "hadis" olduğuna değil, tam aksine, muhdes olanın "zikr" olduğuna delâlet eder. Bu, tıpkı bir kimsenin, "Bu beldeye, bu şehre, fazıl bir kimse gelmesin. Onlar ona mutlaka buğzederter" demesi gibidir. Çünkü bu, her adamın faziletli olması gerektiğine delâlet etmeyip, tam aksine, o adamlar içinde faziletli kimselerin bulunduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca da, ayet ancak, bazı "zikr"in muhdes olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh ayetin nazmı şu şekilde olur: "Kur'ân. zikirdir. Zikrin bazısı rnuhdestir." Bu ifade, hiçbir sonuç vermez. Bu, hür kimsenin, "insan, hayvandır (canlıdır). Bazı hayvanlar ise, attır" şeklindeki sözünün, hiçbir netice vermemesi gibidir. Böylece, onların kesin diye zannettikleri bu şeyin, kesinlik şöyle dursun, zayıf bir zannı dahi ifade etmediği ortaya çıkmış olur.

Kafirlerin Vahiyle Alay Etmeleri

Cenâb-ı Hakk'ın "... onlar bunu mutlaka istihza ederek ve kalbleri oyuna dalarak" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Bu, hem kâfirler için bir zem, hem de başkalarını benzerini yapmaktan mendir. Çünkü, duyulan şeyden istifâde, ancak kalb ile ilgili olan tefekkür ve düşünce ile sağlanır. Onlar, onu dinlediklerinde oyun ve eğlenceye dalmışlarsa, kendisinde hayvanların da insanlara müşterek olduğu sırf dinlemeyi elde etmiş olurlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onları kınayışını, "kalbleri oyuna dalarak" ifadesiyle de tekid etmiştir. (lâhiye) kelime, bir kimse bir şeyden gaflet edip ondan habersiz olduğunda söylenilen, (Lehâ anhu) ifadesinden gelmektedir.

Lu'b kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünya hayatı ancak, bir oyun ve eğlenceden ibarettir" (Hadid, 20) ayetinde de olduğu gibi, onların, manası, "alay etmek ve eğlenmek" demek olan lu'b (oyun) ile meşgul olmalarının, manası, "gaflet etmek, habersiz olmak, oyalanmak" demek olan lehve bağlı olduğuna dikkat çekmek için, "lehv" kelimesinden önce zikredilmiştir. Çünkü onlar, hak'dan habersiz olup gafil oldukları için lu'b'e dalmışlardır. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi, ayet-i kerimedeki (......) ifadelerinin, "müteradif" veyahut, "mütedahil" (birbiri içinde düşünülen) olan iki hal ifadesi olduğunu söylemiştir. Ref ile Lahiyetun şeklinde okuyanlara göre, hâl bir tane olmuş olur. Çünkü (bu okuyuşa göre), (......) ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ikinci haberidir.

(......) Cümlesinin İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın "Zalimler gizli bir fısıltı ile (şöyle) konuştular" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili şu iki soru bulunmaktadır:

Birinci soru:

Necvâ tenâci (fısıldaşmak) masdarından bir isim olup, bu zaten, ancak gizli olur. O halde, daha Cenâb-ı Hakk'ın, "fısıltıyı gizlediler" demesinin manası nedir?

Cevap:

Bu "onlar, onu gizleme hususunda çok gayret gösterdiler ve onu, hiç kimsenin anlamayacağı bir biçimde yaptılar" demektir.

İkinci soru:

Burada denilmesi beklenirken, niçin cemi olarak getirilmiştir?

Cevap:

(......) ifadesi, onların, gizledikleri o şey hususunda aşırı ve haddi aşmış olan bir zulüm damgasını yediklerini belirtmek için eserrû fiilinin faili olan kardan bedel tutulmuştur. Veyahutta (......) tarzındaki kullanışı doğru bulan lehçe nazar-ı itibara alınmıştır. Yahut bu ifade "zem" üzere mahallen mansuptur. Veyahutta bu, haberi (......) ifadesi olan ve kendisinden önce gelen, bir mübtedâdır. Buna göre kelamın takdiri, "Bunlar, fısıltıyı gizlediler" seklinde olur. Böylece, onların yaptıklarının bir zulüm olduğunu tescil ve kayıt için, zahir isim, zamirin yerine konulmuş olur.

Müşriklerin Gizlice Söyledikleri Söz

Ayetteki "Bu sizin gibi (olan) bir insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken, şimdi sihre mi geleceksiniz?" adesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadenin tamamı, en-necva kelimesinden bedel olarak mahallen mansûb olup kelamın takdiri, şeklindedir. Takdirin, "onlar fısıltıyı gizlediler ve bu sözü gizlediler" şeklinde olması da muhtemeldir.

İkinci Mesele

Onlar bu sözü şu iki sebepten dolayı gizlemişlerdir:

a) Bu, aralarındaki bir meşkeret ve, Hazret-i Peygamberin işini yakmanın yollarını arama hususundaki görüşüp konuşma gibi bir şeydir. Bir şeyi görüşenlerin örfü ve adeti ise, o şeyi, düşmanlarından gizleme hususunda alabildiğince gayret göstermeleridir.

b) Onların, bunu fısıldamaları, sonra da Allah'ın Resulüne ve müminlere, "Eğer ddia ettiğimiz şey hak ise, bizim gizlediğimiz şeyin ne olduğunu bize haber verin bakalım!" demiş olmaları da mümkündür.

Nebinin Beşer Olmasının Lüzumu

Onlar, Hazret-i Peygamberin, nübüvvetini şu iki şekilde tenkid etmişlerdir:

a) Onun, kendileri gibi bir beşer olması.

b) Getirdiği o şeyin, (iddialarınca) sihir olması... Bu iki tenkid de yersizdir. Birincisine gelince, nübüvvetin doğruluğu suret ve şekillere değil, mucizelere ve delillere dayanır. Çünkü, şayet onlara peygamber olarak melek gönderilmiş olsaydı, onun peygamber olduğu, meleğin şeklinden ve kılığından, bilinemezdi. Bu bilme işi, özel bir bilgi (ilim) gerektirirdi. Aynı durum, "beşer" olan hakkında da böyle olunca, beşerin peygamber olması gerekr. Hatta beşere gönderilenin, bir beşer olması daha evlâdır. Çünkü kişinin kendi benzerlerinden bir şeyi alıp kabul etmesi daha uygun olur, o onunla daha iyi ünsiyet kurar. İkincisine gelince, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiğinin bir sihir olması ve onların onu bir sihir zannetmesine gelince, bu da bir cehalettir. Çünkü peygamberin Kur'ân ve diğer şeylere dair getirdiği herşeyin durumu gayet açık olup, bu hususta bir aldatma, göz boyama ve karışıklık bulunmamaktadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların da fesahat ve belagat ehli ve erbabı olmalarına ve, nübüvvetini geçersiz kılma hususunda son derece hırslı ve istekli olmalarına rağmen, onlara zaman zaman Kur'ân'la meydan okumuştur. Onun nübüvvetini ibtâl etme hususunda yapılacak olan en tesirli şey, Kur'ân'a muarazada bulunmaktır. Binâenaleyh, onlar şayet bu muârazayı yapabilselerdi, onların bunu yapmamaları, bırakmaları düşünülemezdi. Çünkü, bir işin yapılması için her türlü vasıta ve sebep bir araya gelir, her türlü engel de ortadan kalkarsa, o iş mutlaka yapılır ve meydana gelir. Binâenaleyh, onlar bunu yapamadıklarına göre, bu bize, Kur'ân'ın bizzat mucize olduğunu ve onların da, Kur'ân'ın bu durumunu bilip anladıklarını gösterir. Binâenaleyh, Kur'ân'ın durumu, bahsettiğimiz şekilde olunca.daha nasıl, "O, bir sihirdir?" denilebilir. Bütün bunlar, onların, Kur'ân'ın doğru, hak kelâm olduğunu bildiklerine; ancak ne var ki; bu konuda inâd ederek zayıf halklarına karşı gerçeği örtbas etmek için böyle dediklerine delâlet eder.

Kâfirlerin Keyfi Muzice İstekleri

3 ﴿