11

"Müminler muhakkak felah bulmuştur. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekat (vezifelerini) yaparlar. Onlar ki, ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki, zevceleriyle yahu ellerinin altındaki cariyelerle münasebetleri bundan müstesnadır. Çünkü böyle olanlar kınanmış değillerdir. O halde, kim bunların ötesini isterse, şüphe yok ki onlar, haddi aşanlardır. O mü'minler ki onlar, emânetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar. Onlar ki namazlarına devam ederler, işte onlar, kalıcıdırlar".

Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu yedi vasfı birarada bulunduranlar için, kurtuluşun tahakkuk edeceğine hükmetmiştir. Bu yedi sıfatın izahına girmeden önce, şu iki bahsi mutlaka ele almamız gerekir.

Kad Edatının Anlamı

Birinci bahis: Ayetin başındaki kad, mâ edatının zıddıdır. Çünkü kad olması beklenenin olduğunu bildirir. Mâ ise, onu nefyeder olmadığını bildirir. Müminlerin bu tür bir müjdeyi beklediklerinde şüphe yoktur. Bu müjde de, onlar için böyle bir felahın tahakkuk etmiş olduğunu haber vermektir. Binâenaleyh o müminlere bekledikleri o şeyin tahakkuk ettiğine delâlet eden bir ifadeyle hitâb edilmiştir.

Felah'ın Manası

İkinci bahis: "Felah" kişinin umduğunu elde etmesi demektir. Felahın, hayır içinde bulunmak, kalmak olduğu da ileri sürülmüştür. "eflaha" kelimesi, tıpkı "ebşere" kelimesinin, o kişinin bir müjdeye girdiğini, müjdelendiğini bildirmesi gibi, bu kelime de kişinin felaha girdiğini, felaha girdiğini gösterir. Bunun, "Onu felaha erdirdiği, ulaştırdı" manasında olduğu da söylenmiştir. Talha İbn Musarrif'in bu fiili meçhul olarak ufliha şeklinde okuması da, bunu gösterir. Yine bu zât yâ "Beni pireler yedi" lehçesinden ötürü; ya da, "Önce müphem bırakmak sonra da, tefsir etmek kaidesinden dolayı, şeklinde de okumuştur.

Kurtulan Müminlerin Sıfatları

Müminlerle ilgili birinci sıfat:

1) İman. Bu el-Mü'minûn "müminler" kelimesinin ifade ettiği husus olup, imanın ne demek olduğu hususundaki sözümüz, Bakara Sûresinde geçmişti.

Namazda Huşu

İkinci sıfat, "Onlar kî namazlarında huşu içindedirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, "huşû"un ne çeşit bir fiil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onu, "korkmak, ürpermek"gibi, Kalbi fiillerden addederken, bazıları bunu, hareket etmeme, sağa sola dönmeme gibi, uzuvlarla alâkalı fiillerden saymışlar, bazıları da bununla bu iki tür fiilin kastedildiğini söylemişlerdir ki, evlâ olanı da budur. Binâenaleyh, namazında huşu içinde olan kimsenin Mabûd'a karşı kalb ile ilgili olan fiillerden sonsuz huşu ve tezellülün, tevazünün bulunması; yapılmaması gereken fiillerden de, namazda bulunanın zihninin Cenâb-ı Hakk'ın ululamanın dışında, herhangi bir şeye iltifatın bulunmaması gerekir. Ve yine namazda huşu içinde bulunan kimsenin uzuvlarla ilgili fiillerden, onun hareketsiz olması, başını önüne eğip secde yerine bakması vb. fiiller ile, yapılmaması gereken fiillerden de, onun sağa sola dönmesi vb. şeylerin bulunmaması gerekir. Ancak ne var ki, insan üzerinde müşahede edilen huşu, ancak uzuvlarla ilgili olanıdır.

Çünkü, kalble ilgili olanlar görülemez. Hasan el-Basrî ve İbn Sîrin şöyle demişlerdir: Müslümanlar, namazlarında, gözlerini semâya doğru dikiyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de böyle yapıyordu. Bu ayet inincede, başını önüne eğdi ve onun bakışları, namazgahının dışına taşmadı."

Şayet, "Şimdi siz bunu, (huşu ve huzûun), namazda vacib olduğunu mu söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki, bu bize göre vacibdir. Bunun delilleriyse şunlardır:

1) Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'ı iyici düşünmezler mi? Doğrusu onların kalbleri üzerinde, kilitler vardır" (Muhammed, 24) buyurmuştur. Halbuki manaya vakıf olmadan düşünme ve tedebbür olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın, (Muhammed, 4) emrinin manası da, "O Kur'ân'ın hayranlık uyandıran yönlerine ve manalarına vakıf ol!" demektir.

2) Cenâb-ı Hak, "Beni hatırlamak ve anmak için, dosdoğru namaz kıl" (Tahâ, 14) buyurmuştur. Emrin zahiri ise vücub ifade eder. Halbuki gaflet, anma ve hatırlamanın : adıdır. Binâenaleyh, bütün namazı süresince gaflet içinde olan Kimse, daha nasıl Allah'ı anmak için, namazını dosdoğru kılmış olur?

3) Cenâb-ı Hak "Gafillerden olma" (Araf, 205) buyurmuştur. Nehyin zahiri de, -aramlığı ifade eder.

4) Cenâb-ı Hak, "... ne dediğinizi bilmedikçe" (Nisa, 43) buyurmuştur. Bu ayet, sarhoşun namazdan nehyedilmesinin illetidir. Bu demektir ki sarhoş da, dünyaya ehemmiyet veren ve ona iyice dalmış olan gafil kimseler arasına sokulmuştur.

5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Huşu ancak, namazında uzuvlarını) hiç kımıldatmayan ve tevazu içinde olan kimseler için tahakkuk eder" buyurmuştur ki, buradaki innemâ kelimesi, hasr ifade eder. Yine Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)"Namazı, kendisini fuhşiyyattan ve münkerâttan alıkoymayan kimse ancak, Allah'a olan uzaklığını olur" Cami'us-Sağir, 2/181. buyurmuştur. Halbuki gafil kimsenin namazı, kendisini fuhşiyyattan men etmez. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Namaza duran nice kimse vardır ki, onun bu durmasından eline geçen pay, yorgunluk ve argınlıktır" Müsned, 2/373. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber bu ifadesiyle, (namazında ruhen) gafil olan kimseyi kastetmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "(Huşu içinde olmayan) kulun kıldığı namazından elde ettiği şey, sadece (namazda ouşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır" Müsned, 2/373.buyurmuştur.

6) Gazali (r.h) şöyle der: "Namaz kılan kimse, hadiste de varid olduğu gibi, Rabbine münacaat içindedir. Halbuki, gaflet ile söylenen söz, kesinlikle münacât olmaz." Bunu şu şekilde açabiliriz: İnsan, zekâtını gaflet içinde verdiğinde, zekâttan elde edilmek istenen şeylerden sadece şunlar tahakkuk eder:

a) Kişinin, mala karşı olan düşkünlüğünü kırması;

b) Fakiri zenginleştirmesi... Oruç da, nefsî kuvvetleri ezer, Allah'ın düşmanı olan hevâ ve hevesin hücumunu kırar. Binâenaleyh, kişi gafil olmakla beraber, maksatlar yine de hasıl olur. Hac da, birtakım zor fiilleri ihtiva eder. Hac'da ise kalb ister hazır olsun, isterse olmasın, hac ibadetinde kendisiyle imtihanın tahakkuk ettiği bir nevi mücahede bulunmaktadır. Namaza galince, namazda sadece zikir, kıraat, rükû, sücûd, kıyam ve kuûd bulunmaktadır. Zikir, kişinin Allah'a karşı yakarışıdır. Binâenaleyh, bu münacattan kastedilen, onun ya tam münacat olmasıdır veyahutta sırf o harfler ve seslerdir. Bu ikinci kısmın fasit olduğunda şüphe yoktur. Çünkü dili, anlamsız, saçma sapan şeylerle kımıldatmada, sahih bir maksad aranamaz. Böylece, bundan maksadın münâcat olduğu sabit olur. Bu münacat da ancak, dilin kalbteki yalvarış ve yakarışı ifade etmesi, onu ortaya koymasıyla tahakkuk eder. Binâenaleyh kalb, bu ifadenin anlamından gafil isa, daha nasıl, "Bizi, sırât-ı müstakime ilet"(Fatiha, 5) ifadesiyle hangi talepte bulunabilir? Hatta ben şöyle diyorum: Bir kimse yemin etse ve, "Allah'a yemin ederim ki ben, falancaya teşekkür edeceğim, onu medhû sena edip öveceğim ve ondan, ihtiyacımı talep edeceğim" dese, sonra da (o kişi bu manalardan gafil olduğu halde) bu manalara delâlet eden bu lafızlar, o gün onun dilinden dökülse, o kimse, yemini yerine getirmiş olmaz. Yine bu lafızlar, karanlık bir gecede o kimse orada olup, bu kimse de, onun orada olduğunu bilmediği ve onu görmediği bir halde, onun dilinden dökülse, o kimse yine yeminini yerine getirmiş olmaz ve onun bu sözü, bu İşe kalbiyle hazır olmadığı sürece, karşı tarafa bir hitab olmuş olmaz. Yine bu kelimeler, karşı taraf güpegündüz orada bulunuyorken, o kimsenin lisânından dökülüverse, ancak ne var ki bu sözleri söyleyen kimse herhangi bir düşünceye iyice dalmış olduğu için gafil ve konuşurken hitabı o kimseye bizzat tevcih edemediği için, yeminini yerine getirmiş olmaz. Kıraat'dan maksadın, bir takım zikirler, hamd ü senalar, yalvarıp yakarmalar olduğu hususunda; bunlara muhatab olanın da, Allah olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh kalb, gaflet perdesiyle kapalı olup, o kimse de Allah'ın celâl ve kibriyasından gafil bulunsa, sonra da lisânı, alışkanlıktan ötürü hareket ediverse, bu yalvarıp yakarmalar kabul olunmaktan ne kadar uzaktır.

Rükû ve secdeye gelince, bunlardan maksad da Cenâb-ı Hakk'a ta'zimdir. Gafletle yapılan tazim Allah'ı tazim sayılsaydı, Allah yerine önüne konulan puta tazimi de bundan farksız olurdu. (Yani: bilmeyerek puta tazimi tazim sayılamayacağına göre, gafil olarak Allah'ın huzurunda durması da tazim sayılmaz). Bir de böyle bir ta'zim tahakkuk etmeyince, geriye sadece belin ve başın hareket etmesi kalır. O namazda dinin direği olmasını gerektiren, bir meşakkat ve küfür ile imanın arasını ayıran bir özellik kalmamış olur. Namaz; hac, zekat, cihad ve diğer zor taatlerden daha önceki sırada yer alır. Taatler içerisinde yalnız namazt, terketmekte ısrar edene ölüm cezası verilir. Halbuki gafletle kılınan namazın, bu zor taatlerin önüne geçmesinin manası kalmaz. Netice olarak diyebiliriz ki her insan bu büyük özellikleri görüp müşahede etmenin, sırf zahiri ameller olmadığına buna bu münacatın gayesinin de eklendiğine kesinkes hükmeder. Binâenaleyh bütün bu açıklamalar namazda mutlaka kalbî bir huzurun olması gerektiğine delâlet eder.

7) Fakihler, cemaatle veya tek başına namaz kılan kimsenin, namaz sonundaki selamı ile, kimlere selam vermeye niyet edeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimse, yanında olanlara mı, yanında olmayanlara mı yahut her ikisine de mi selama niyetlenir? (Bu iş, inceleme konusu olmuştur) Namazın sonu demek olan selamın manası üzerinde düşünmeye ihtiyaç hissedildiğine göre, namazdan esas olarak kastedilen, tekbir ve teşbihlerin manasını düşünmeye haydi haydi ihtiyaç vardır.

"Huşu Şart Değil" Diyenlere Red

Hasım, "Huzu ve huşunun şart koşulması, fakihlerin ihtilafına mebni olduğu için, buna iltifat edilmez" diye delil getirmiştir. Buna birkaç yönden cevap verilir:

a) Bize göre namazda kalbin huzuru, namazın caiz oluşunun yeterliliğinin şartı değil, kabulünün şartıdır. "Yeterli" olmadan kastımız, o namazın kazasının gerekmemesidir. "kabul"den kastımız ise, namaz için mükafaatın tahakkuk etmesidir. Halbuki Fakihler o namazın, mükafaatının tahakkukunu değil, yeterli olup olmayışını incelerler. Bizim bundan maksadımız ise mükafaat meselesidir. Bunun dünyadan bir örneği şudur: Birisi senden bir elbise ödünç alsa, sonra onu güzel bir şekilde geri verse, bu kimse sorumluluktan çıkmış ve övgüyü haketmiş olur. Fakat aynı adam o elbiseyi seni hafife alarak sana fırlatıp atsa, bu da sorumluluktan çıkmış olur. Ama övgüyü değil zemmi haketmiş olur. Tıpkı bunun gibi, bir kimse ibadetini, ta'zim ile yerine getirse, hem farzı yerine getirmiş, hem mükâfaata müstehak olmuş olur. Fakat ibadetlerini hafife alan kimse de, zahiren farzı yerine getirmiş olur, ama zemmi hakeder.

b) Biz, böyle bir icmayı kabul etmiyoruz. Çünkü kelâmcılar, namazda mutlaka huzur ve huşunun bulunması gerektiğinde ittifak etmişler, bu hususta şöyle istidlalde bulunmuşlardır: "Allah'a secde, taat; putlara secde ise küfürdür. Bunlardan herbiri ise, gerek zâtı, gerek levazımı (vasıfları-şekilleri) itibarıyla, diğeri gibidir. Dolayısıyla secdenin, bu iki şekilden birisinde, sayesinde taata dönüştüğü, diğerinde de masiyete dönüştüğü bir vasfın bulunması gerekir. Bu vasıf ise, secde edenin kastı, niyeti ve iradesidir. Kasıttan maksad, o fiillerin Allah'ın emrine imtisal duygusu ile yapılmasıdır. Böyle bir duygu ise, ancak kalb huzurlu olunca bulunabilir. İşte bundan ötürü kelâmcılar, namazda mutlaka kalb huzurunun bulunması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Fakihler'den Ebu'l-Leys (r.h.) ise "Tenbîhu'l-Gâfilin" adlı eserinde şunu belirtir; "Namazdaki kıraatin tam oluşu, hatasız ve tefekkürle (manası düşünülerek) okunuşudur. Gazali (r.h.) da, Ebu Talib el-Mekkî'nin, Bişrü'l-Hafi'den, "Kim namazda huşu içinde olmazsa, namazı fâsid olur" dediğini rivayet ettiğini yazmıştır. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin de: "Kalbinin huzurlu ve haztr olmadığı her namaz, (mükafaata değil) cezaya doğru hızla gider" dediği rivayet edilmiştir. Mu'az b. Cebel (r.h.)'in: "Kim. namazda iken, şuurlu olarak etrafındakileri tanımaya çalışırsa, o namaz kılmıyor demektir" dediği rivayet edilmiştir. Yine müsned bir hadiste, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Kul hazan namaz kılar. Ama o namazının altıda biri, hatta onda birifnin mükafatı) kendisi için yazılmaz. O kul için namazından, sadece (namazda oluşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır." Abdulvâhid b. Zeyd de şöyle der: "Alimler, kulun kıldığı namaz'dan, onun için sadece şuurlu olarak (gafil olmaksızın) kıldığı kısımların sevab temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir" demiş ve bu hususta bir icmâ bulunduğunu iddîa etmiştir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: Farzedelim ki bütün fakihler, gafil olarak (şuursuz) kılınan bir namazın da caiz olduğunu söylediler. Peki, Kelamcılar ve ehl-i takva, bu husustaki işi, daha dar tutmuş olmuyorlar mı? Dolayısıyla keşke ihtiyatlı olanı yapsan. Çünkü âlimlerden biri, imamlığı tercih etmiş. Kendisine bunun sebebi sorulunca, o: "İmâma uyan (muktedi) olmam hâlinde fatihayı okumayacağım için, İmam-ı Şâfl'nin, imam ile birlikte onu okuması halinde de, İmam Ebu Hanife'nın bana çıkışmasından korkarım. Bu ihtilaftan canımı kurtarmak için imameti tercih ettim."

Boş Şeylerden Uzak Dururlar

Üçüncü sıfat: Bu, "Onlar ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki "lağv" ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:

1) Buna, her türlü haram ve mekruh işler ile, insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler girer.

2) Bu, sadece haram işleri ifade eder. Bu görüş, birincisinden daha sınırlıdır.

3) Bu, özellikle konuşmada vaki olan masıyetlerdir. Bu da, ikinci görüşe göre, daha dardır.

4) Bu, yapılması mecbur olmayan mubah işlerdir. Bu görüşü benimseyen, "Allah, yeminlerinizdeki lağvden dolayı, sizi hesaba çekmez" (Bakara. 225) ayetini delil getirerek, "Binâenaley bu, kendisinden sorumlu tutulacak günahlar manasına hasıl hamledilebilir" demişlerdir. Önceki görüşleri ileri sürenler de, "Lağv, ilgi edilen her şeye denir. Dolayısıyla dinen lağvedilmesi gereken herşey, bu şekilde, nitelendirilebilir. Bu sebeble, her haramın lağv olması gerekir. Hem sonra "lağv", bazan, "küfür" manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O kâfirler şöyle dediler: Kur'ân-ı dinlemeyin. O'nun hakkında lağviyyat (manasız yaygaralar) yapın..." (Fussilet, 26) buyurmuştur. Bazan da, "yalan manasına gelir. Nitekim Allahü teâlâ, "O (cennette), hiçbir lağv (yalan) duymazsın"(Gâşiye. 11) ve "Onlar, orada ne bir lağv, ne günaha sokacak bir şey işitmezler" (Vakıa. 25) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, müminleri bu tür lağviyattân yüz çevirdikleri için, övmektedir. Bunlardan yüz çevirmek ise, böyle şeyleri yapmamak, bunlardan hoşlanmamak ve bunları yapanlarla içli-dışlı olmamakla mümkündür. İşte bu manada Cenâb-ı Hak, "Onlar, boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman, şerefli olarak, (yüz çevirip) geçerler" (Furkân, 72) buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ o mü'minleri, "namazlarında huşûlu olan kimseler" diye tavsif edince, mükellefiyetin iki temeli olan ve insan nefsine çok ağır gelen fiil ve terki (yapmaları ve yapmamaları) bir arada bulundurdukları için, bunun peşisıra onları, "lağviyattân yüz çevirenler" olarak tavsif etmiştir. Allah en iyi bilendir.

Zekâtı İfa Ederler

Dördüncü Sıfat: Ayetteki, "Onlar zekât (vazifelerini) yapanlardır" ayeti ile anlatılan sıfat... Ayetteki bu "zekat"la ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Ebû Müslim'e göre, zekat övgüye değer ve beğenilen her iş hakkında kullanılır. Mesela, "Tezekkî eden (nefsini temizleyen), hiç şüphesiz felaha ermiştir." (A'la, 14) ve "Nefsinizi temize çıkarmayın (tezkiye etmeyin)" (Necm, 32) ayetlerinde olduğu gibi... Maldan çıkarılıp verilene de zekat denilmesi, bu temizleme manasından ötürüdür. Çünkü zekat da nefisleri günahtan temizlediği için bu ismi almıştır. Zira Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından zekat al ki, bununla kendilerini temizlemiş, o mallarını bereketlendirmiş olasın" buyurmuştur.

b) Ekseri âlimler ise, bununla, bilhassa mallarda verilmesi farz olan hak, yani bildiğimiz zekat manası kastedilmiştir. Bu, daha doğrudur. Çünkü bu kelime, şeriat örfünde, bilhassa bu manada kullanılır.

Eğer, "Fasih bir ifadede: "O zekatı yaptı denilmemesi gerekir" denilirse, biz deriz ki: Keşşaf Sahibi şöyle söyler: "Zekat, madde ismi olarak da, mana (mefhum) ismi olarak da kullanılır. Buna göre madde, zekat veren kimsenin, zekatı verilecek mallardan ayırıp fakire verdiği miktardır. Mana ismi oluşu, zekat veren kimsenin yapmış olduğu bu tezkiye (manevî temizlik) işinin ismi oluşudur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kastettiği ve zekat verenleri bu işin yapıcısı olarak ifâde ettiği şeydir. Bu hususta zaten, başka ifade de kullanılmaz. Çünkü bu masdar, fiil ile (bir iş ismi ile) açıklanır. O işi yapana, onun faili denir. Nitekim, vurana, vurmanın faili; öldürene, öldürmenin faili, zekat verene de, zekâtın faili denir. Buna göre, buradaki zekat ile, zekat olarak verilen malın ismi olması caizdir. Dolayısıyla burada "edâ" lafzı muzaaf olarak takdir edilir."

Eğer, "Allahü teâlâ Kur'ân'da, namaz ile zekâtı hep birlikte zikretmiştir. Bu ayette niçin, ikisininin arasını, "Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çeviricidir" ifadesi ile ayırmıştır" denilirse biz deriz ki: "Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmek, namazın tamamlayıcısı olan hususlardandır.

Irzlarını Korurlar

Beşinci Sıfat: Bu, "Onlar, ırzlarını koruyuculardır. Şu varki zevcelerine yahut elleri altındaki cariyelerle münasebetleri bundan müstesnadır; böyle olanlar, kınanmış değillerdir" ayetinin anlattığı sıfattır. Bu ifade ile ilgili bir kaç soru var:

Birinci Soru: niçin denilmeyip an yerine ala kullanılmıştır? Cevab: Ferrâ, ifadesinin manasında olduğunu söylemiştir.

Keşşaf Sahibi bu hususta şu üç izahı yapmıştır:

1) Bu ifade, "hal" yerinde olup, "zevceleri üzerine veli ve kâim olanlar" takdirindedir. Bu, tıpkı, "Falanca, falanca kadına hâkimdir." demen gibidir. Bunun bir benzeri de, Ziyadpranın valisi oldu" manasında denilmesidir. Arapların, "Falan kadın, falancanın (nikâhı) altındadır" şeklindeki sözleri de bu manadadır. Bundan ötürü kadına mecazen firâş (döşek) ismi verilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, evlenip birleşmeleri ve (cariyelerden) odalık edinmeleri hâli müstesna, diğer bütün gayr-i meşru hallerden ırzlarını (uçkurlarını) korurlar" şeklinde olur.

2) Bu, ifadesinden anlaşılan mahzûf bir şeyle alakalıdır. Buna göre sanki, "Onlar, zevceleri dışında yaptıkları münasebetlerden dolayı) kınanırlar "yani" kendilerine helâl kılınmışların dışındaki her türlü cinsî münasebetten ötürü kınanırlar. Ancak bu helâl olanlardan dolayı kınanamazlar" denilmektedir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür.

3) Alâ harf-i cerrinin mutaallakı, hâfızûn kelimesidir. (Yani "Onlar, ancak zevcelerine devam ederler" manasında.)

Mut'a Nikâhının Haramlığı

İkinci Soru: Bu ayet, imam Kasım b. Muhammed'den rivayet edildiğine göre mut'a nikahının haram olduğuna delâlet eder mi?

Cevab: Evet. Bunun izahı şöyledir: Mut'a ile alınan, adamın zevcesi sayılmaz. Dolayısıyla helâl olmaması gerekir. Biz o kadının, adamın gerçek zevcesi olmadığını söylüyoruz. Çünkü bu ikisi, birbirlerine âlimlerin ittifakıyla, vâris olamazlar. Dolayısıyla eğer o onun zevcesi olmuş olsaydı, aralarında bu varislik söz konusu olurdu. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sizin için. zevcelerinizin (ölüp) geride bıraktığı malların yarısı vardır" (Nisa, 12) buyurmuştur. Mut'a ile alınan kadının, alanın gerçek zevcesi olmadığı sabit olduğuna göre bu ayetteki, "Zevceleri yahut ellerinin altındaki cariyeler müstesna " ifadesinden ötürü, mut'anın helâl olmaması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Soru: İnsanın, hanımı ve cariyesinden, hayız ve iddet gibi hallerinde; yine cariyesini başkasıyla evlendirdiğinde, iddet halinde iken, onlardan istifâde edilmesi haram değil mi? Bir de, köle de (ellerinin altındaki) şeylere dâhil değil mi?

Bunlara şu iki bakımdan cevab verilmiştir:

a) İmam Ebû Hanife (r.h)'a göre, olumsuz bir cümleden yapılan istisna, her zaman olumlu mana ifade etmez. Ebû Hanife bu görüşüne, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Temizlik (abdest) olmadan namaz olmaz" ve " "(Kızın) velisi olmadan, nikâh olmaz' Buharî, Vudû. 2; Nikah, 36. hadislerini delil getirmiştir. Çünkü sırf abdestin bulunması, namaz kılınmış olmasını; yine velinin bulunması, nikâhın kıyılmış olmasını gerektirmez. Bu hadislerdeki istisnanın faydası, hükmedilen şeyi değil, hükmü istisna etmektir. Buna göre, ayetteki "zevcelerine ve elleri altında mâlik olduklarına karşı (olan durum) müstesna" şeklindeki ifade, "Bu ikisi hariç, onların nerkesten ırzlarını korumaları gerekir. Çünkü Ben, bu ikisinin hükmünü olumlu yahut ofumsuz olarak henüz belirlemedim" manasınadır.

2) Biz, olumsuz cümleden yapılan ististânın olumlu manaya geleceğini kabul etsek Dile, bu hususta son söz, "Bu, deliller ile tahsis olunan (sınırlanan), umûmî bir ifadedir. Dolayısıyla, ayetteki bu umumilik, tahsis edildiği noktaların dışında, geçerliliğini sürdürür" demektir.

Hak teâlâ'nın "Şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır" buyruğu, "Onlar haddi aşmada, en uç, en aşırı noktaya varmışlardır" demektir.

Sözlerinde (Ahidlerinde) Dururlar

Altıncı Sıfat: Hak teâlâ'nın "Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar" ifadesinin anlattığı sıfat... Nafî ve İbni Kesir, "emânet", müfred olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki güvenilen ve üzerinde anlaşılan şey, emanet ve ahd ismi verilir. Hak teâlâ'nın, "Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor" (Nisa. 58) ve "Emânetlerinize hainlik etmeyin" (Enfal, 27) ayetleri de bu manadadır. Manalar (sıfatlar) değil de, "ayn" olan şeyler (bizzat mallar) "edâ" edilir, yerine geri verilir. Binâenaleyh buna göre, güvenilip, verilen şey, emanetin bizzat Kendisi olmuş olur. Ahd ise, insanın, kendisini Rabbine yaklaştıracak şeyler hususunda yapmayı taahhüd ettiği şeylerdir. Allahü teâlâ'nın emrettiği şeylere de ahd denir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah imân etmemizi, bize ahdetti, yani emretti" diyenler (Al-i imrân. 183) buyurmuştur. "Riayetkar", birşeyi korumak ve ıslah için, ona devam eden, üzerinde duran demektir. "Sürünün raisi (çobanı)" ve "Raiyyenin râîsi" ifadeleri de bu manadadır. Nitekim Arapça'da, "Onu kim üzerine alır" manasına denilir.

Emaneti Gözetirler

Bil ki emanet, yapılmaması hiyânet sayılan herşeyi içine alır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin, yoksa emânetlerinize hainlik etmiş olursunuz" (Enfal. 27) buyurmuştur. İnsana, güvenilip havale edilen ibadetler de emanetlerdendir. O halde, bütün ibadetler, emanet sözüne dahildir. Çünkü ibadetler, ya, oruç, cünüblükten gusül ve güzel abdest alma gibi, asılları itibarıyla gizli olur, yahut da nasıl yapılacakları itibarı ile gizli olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İnsanların en hâini, namazını tastamam ve dosdoğru kılmayandır" buyurmuştur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'ın da: "Dininizde, kaybedeceğiniz ilk umde, emânet (duygusu), son umde de namazdır" dediği rivayet edilmiştir. İnsanın, fiil veya söz olarak üstlendiği herşey emânet sayılır. Binâenaleyh onlara riayet etmesi gerekir. Emânet olarak bırakılan şeyler, anlaşmalar ve ikisiyle ilgili hususlar gibi... Söylendiği zaman, kölelerin ve hanımların haram (azâd ve boş) olduğu sözler de, emânet sayılır. Çünkü kişiye, bu sözleri hususunda güvenilir. İnsanın, emânetleri gözetmesi, onlara gasb ve benzeri yollarla hainlik etmemesi de emânete dâhildir. "And" sözcüğüne ise, çeşitli anlaşmalar, yeminler ve adaklar girer. Böylece Cenâb-ı Hak, kurtuluşun gerçekleşmesi hususunda bu tür şeylere riayet etmenin ve onların haklarını yerine getirmenin nazar-ı dikkate alındığını beyân buyurmuştur.

Namaza Devam Ederler

Yedinci Sıfat: Bu, ayetteki "Onlar, namazlarına devam ederler" ifadesinin anlattığı husustur. Cenâb-ı Hak, namazla ilgili ifadeyi tekrar getirmiştir. Çünkü huşu ve namaza, devam, birbirinden farklıdır ve birbirini gerektirmez. Zira huşu, namaz kılan kimsenin, namazı edâ esnasında takındığı bir sıfattır. Namaza devam ise, namaz kılan kimse, onu hakkıyla yerine getirmediğinde de olabilen bir durumdur. Belki de buradaki "devam" ile kastedilen, namazın vakti, temizliği gibi şartlarını ve rükünlerini hakkıyla yerine getirmek ve tastamam yapmak kastedilmiştir. Böylece, bu insanın sanki bir âdeti hâline gelmiş olur.

Cennete Varis Olacaklar

Allahü teâlâ, bu yedi sıfatın tamamını sayınca "işte onlar, vâris olanların tâ kendileridir. Onlar Firdevs (cennetine) vâris olacaklardır" buyurmuştur. Burada birkaç soru var:

Cennete Miras Denilmesinin İzahı

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, cennetliklerin elde edecekleri, mükafatları ve cenneti niçin "miras" olarak isimlendirmiştir? Halbuki Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah mü'minlerden, canlarını ve mallarını, cennet mukabilinde satın almıştır" (Tevbe. 111) ayetinde, cennetin o mü'minlerin hakkı olduğunu bildirmiştir.

Buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu husus, bu konuda söylenilen en açık sözdür: "Cenâb-ı Hak her bir mükellef için, isyan etmeleri halinde cehennemde, itaat etmeleri halinde cennette hakedecekleri yerler hazırlamış ve bunlara birer işaret vurmuştur. Binâenaleyh o mükelleflerden kimi imân edip, kimi inkâr edince, inkâr edenlerin cennetteki yerleri, iman edenlere geçmiş gibi olur. Böylece de, onların mükafaatları kesin mahrumiyet demek olan cehenneme varışları, bu kimselerin ölümü gibi olur. İşte bu, bu açıdan miras diye adlandırılmıştır. Nitekim, fakihler ölenin, geride bıraktığı mallar ile ileride sahib olabileceği düşünülen şeyler arasında, kendisine vâris olunma bakımından bir fark bulunmadığını söylemişlerdir. Yine fakihler, gerçek manada mâlik olunmadığı halde, katil (öldürme) sebebiyle vâcib olan diyete de vâris olunacağını söylemişlerdir. İşte Fakihlerin bu fetvaları da, bizim söylediğimiz şeyi destekler.

Eğer, "Allah, cennetliklerin müstehak olacakları herşeyi miras diye nitelemiştir. Sizin dediğinize göre ise, bu mirasa, itaatkar olsalardı kâfirlerin hakedecekleri şeyler de girmektedir" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın, O mü'min için bi zâtihi takdir ettiği o makam ve mevkiin aynısını, itaat etmesi halinde, o kâfir için de bir makam, bir mevki kılması imkansız değildir. Çünkü bu, bu durumda o makam ve mevkilere bir ilave demektir. Dolayısıyla o kâfir iman ettiği takdirde, bu makam ve mevki ona geçer.

2) Cennetin o mü'minlere, hesabsız ve sınırsız sunulması, tıpkı malın vâris olana geçmesine benzer.

3) Cennet, atamız Âdem (aleyhisselâm)'in yurdu idi. Binâenaleyh o, onun soyuna geçince sanki miras gibi olur.

Zikredilmeyen Mükellefiyetler

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, oruç, hac ve taharet (temizlik) gibi, bütün farzları saymışken, bu yedi sıfatı taşıyan mü'minlerin felaha ulaşacaklarını bildirmiştir?

Cevab: Ayetteki, "Onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayetkardırlar" ifadesi, Allah'ın bütün emir ve yasaklarını, daha evvel de açıkladığımız gibi, içine alır. Taharetle ilgili vecibeler de, beş vakit "namaza devam edenler" ifadesine dahildir, çünkü bunlar, namazın şartlarındandır.

Bu Ayet Hasr İfade Eder mi?

Üçüncü Soru: Hak teâlâ'nın, İşte onlar vâris olanların tâ kendileridir" buyruğu cennete bunlardan başka hiç kimsenin girmeyeceğini gösterir mi?

Cevab: Ayetteki bu söz, hasr (sadece) manası ifade eder. Fakat bu mana ile hüküm çıkarılmaması gerekir. Çünkü küçüklerin delilerin, çocukların, hurilerin ve "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar" (Nisa, 8) ayetinden ötürü, ehl-i kıblenin günahkârlarının da, atfedildikten sonra cennete girecekleri sabittir.

Firdevs Cenneti Ne Demektir?

Dördüncü Soru: Cennetlerin hepsine mi "Firdevs" denir?

Cevab: Firdevs, Habeşce'de "Cennet" demektir. Bu kelimenin aslen Rumca olduğu söylenmiştir. Ebû Musa el-Eşârî (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Firdevs Rahman (Allah'ın) sarayıdır, onda nehirler ve ağaçlar vardır" buyurduğunu rivayet etmiştir.Ebû Umâme (radıyallahü anh) da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'dan Firdevsi isteyiniz. Çünkü o, cennetlerin en yücesidir. Kanzu'l-Ummal, 2/3184Firdevs'te olanlar Arş'ın duyarlar" dediğini rivayet etmiştir.

Beşinci Soru: Bu ayet, o mü'minlerin bu sıfatlara sahib olmalarından dolayı mü'min olduklarına delâlet eder mi?

Cevab: Kadî, (Mu'tezili) görüşüne göre, durumun böyle olduğunu iddia etmiştir. Çünkü onlara göre iman, bütün farzların yerine getirilmesine verilen serî bir İsimdir. Biz (Ehl-i Sünnet'e) göre ise, bu ayet buna delâlet etmez. Çünkü ayetteki, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur.Onlar ki (...)" ifadesi, tıpkı "İnsanlar felah buldu : zekiler, âdiller" sözü gibidir. Binâenaleyh bu, zekiliğin ve adaletin, insanın insan olmasına dâhil olduklarını göstermez. İşte ayette de böyledir.

Cennetin Mü'minler Lehinde Konuşması

Altıncı Soru: Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)in "Allahü teâlâ, Adn cennetini yaratına, ona "Konuş" dedi O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi" Cami'us-Saağir. 2/127dediği rivayet edilmiştir. Ka'b da şöyle demiştir: "Allah, Hazret-i Adem'i (Kudret) eliyle yarattı. Tevratı, eliyle yazdı. Tûbâ ağacını eliyte dikti. Sonra o Tûbâ ağacına, "Konuş" dedi. O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kul, güzelce abdest alıp, namazını vaktinde kıldığında ve namazın rûkularına, secdelerine ve vakitlerine tam riayet ettiğinde, namaz, "Bana devam edip, beni koruduğun gibi, Allah da seni korusun " der ve ona şefaat eder. Fakat kul, namazını zâyî ettiğinde, (hakkıyla, tastamam kılmadığında), namaz, "Beni zâyî ettiğin gibi, Allah 'da seni zâyî etsin " der. işte bu namaz, tıpkı eski bir elbise gibi dürülüp, bükülür ve sahibinin yüzüne çarpılır" Cami'us-Saağir. 2/127 buyurduğu rivayet edilmiştir?

Cevab: Cennetin konuşması, ile, onun mü'minler için hazırlanmış oluşu Kastedilmiştir. Onun hazır oluşu, sanki konuşması kabul edilmiştir. Bu tıpkı, "(Gökler ve yerler) "İsteye isteye geldik. (Ey Rabbimiz)" dediler. "(Fussilet, 11) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın cenneti eliyle yaratması meselesine gelince, Bununla, o yaratma işini başkasına bırakmayıp bizzat yaptığı anlatılmak istenmiştir. Namazın, kendisini hakkıyla yerine getirenleri övmesine gelince, bu, imkân açısından, cennetin konuşmasından daha uzaktır. Çünkü namaz bir takım hareket ve hareketsizliklerden ibaret olup, konuşup düşünmesi mümkün değildir. Binâenaleyh bu ifâde ile, bir teşbih (benzetme) yapılmıştır. Bu tıpkı, iyilikte bulunana, insanın, "senin bana yaptığın iyilik, teşekkürümü konuşuyor (istiyor)" demesi gibidir.

Cennet Şimdi Mevcut mu?

Yedinci Soru: Bu ayet, Firdevs cennetinin yaratılmış olduğunu gösterir mi?

Cevab: Kâdî şöyle der: "Hak teâlâ'nın, "Onun yemişleri devamlıdır"(Ra'd, 3) ayeti, cennetin, mahlûk (yaratılmış) olmadığına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayeti te'vil etmek gerekir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Kıyamet günü, Allahü teâlâ, cenneti mü'minlere miras olarak yaratır (yani miras kılar)." Yahut da Allah cenneti yarattığında, cennet, "Cehennem ashabı, cennet ashabına şöyle seslenir"(A'raf, 50) ayetini te'vil ettiğimiz gibi sözler söyler." Kâdî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü onun, ayette yaptığı takdir (ve te'vil), "Onun yemişleri devamlıdır" (Ra'd, 35) ayetinde yaptığı takdirden daha evlâ değildir. Hem sonra, bu cennetin yemişleri, âhirette devamlıdır manasına gelir. Dolayısıyla bu iki ayetin, zahirî manaları çelişki teşkil edince, cennetin mahlûk olduğu hususunda, Hak teâlâ'nın, "O, muttakîler için hazırlandı" (Al-i imran, 133) ayetine sarılırız.

İnsanın Yaratılışı

11 ﴿