11"O iftirayı çıkaranlar içinizden sayılı bir zümredir. Onu sizin için bir şerr saymayın. Aksine o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese günahtan ne kazanıyorsa o vardır. Onlardan işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük azab vardır". Bu ayetle ilgili olarak, şu iki açıdan açıklama yapılır: a) Tefsiri, b) Sebeb-i nüzulü... Ayetin tefsirine gelince, bil ki, Allahü teâlâ burada şu üç husustan bahsetmiştir: a) Hadiseyi nakletmiştir. Bu, "O iftirayı çıkaranlar içinizden sayılı bir zümredir" ayetiyle ifade edilen husustur. İfk, yalan ve isnaddan daha ileri olan şeydir. Bunun, "bühtan" manasında olduğu da söylenmiştir ki "Bühtan", farkına varmadan kişinin başına ansızın gelen bir şeydir. Bunun aslı, "çevirme" manasına olan "İfk" masdarıdır. Çünkü bu olması gerekenden başka şekle sokulmuş, tersyüz edilmiş bir sözdür. Hazret-i Aişe'nin Nezaheti Müslümanlar, bununla Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnhâ) annemize atılan iftiranın kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Hak teâlâ bu yalanı, "ifk" diye isimlendirmiştir. Çünkü Hazret-i Aişe'nin bilinen hali, şu sebeblerden ötürü bu ifk ile taban tabana zıddır: 1) Onun, masum (günahsız) olan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı olması herşeyden önce buna mânidir. Çünkü peygamberler, kâfirleri hakka davet etmek, küfürden dönmelerini istemek için gönderilmişlerdir. Binâenaleyh peygamberlerde, kâfirleri kendilerinden nefret ettirecek, soğutacak ve uzaklaştıracak bir hususun bulunmaması gerekir. İnsanın hanımının zinâkar olması ise, nefret ettirip, diğer insanları onlardan uzaklaştıran en büyük'şeylerdendir. İmdi eğer denilirse ki: "Hazret-i Nûh ve Lût (aleyhisselâm)'ın hanımları gibi, bir peygamber eşinin kâfir olması caiz oluyor da, fâcire olması nasıl caiz olmuyor? Hem sonra eğer bu caiz olmasaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun imkânsız olduğunu herkesten önce bilirdi. Bunun böyle imkânsız olduğunu biliyor olsaydı, o zaman canı sıkılmazdı ve Hazret-i Aişe'ye hâdisenin nasıl olduğunu sormazdı?" denilirse, biz deriz ki: Bunlardan birinci hususa şöyle cevab verilir: Kâfir olma (insanları) nefret ettirip, uzaklaştıran şeylerden değildir. Fakat Pygamberin hanımının fâcire (zâniye) olması, insanları peygamberden nefret ettirip, soğutan şeylerdendir. İkinci hususa da şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bâtıl, boş ve asılsız olduğunu bildiği halde, kâfirlerin söylediği başka sözlerden ötürü de canı sıkılırdı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından göğsün cidden daralıyor" (Hicr, 97) buyurmuştur. Binâenaleyh bu da bu türdendi. 2) Bu hâdiseden önce, Hazret-i Aişe'nin tavır ve hareketleri hususunda herkesçe bilinen hali, onun zina bir tarafa. zinânın başlangıçlarından (yani zinaya davet eden şeylerden) bile alabildiğine uzak oluşudur. Böyle olan bir kadına ise su-i zan değil, hüsn-ü zan duyulması gerekir. 3) İftira edenler, münafıklar ile arkadaşları idi. Hâlbuki iftira eden düşmanın sözünün saçma sapan bir şey olacağı da açıktır. Dolayısıyla işte bu tür delillerin toplamından bu hususta vahiy gelmese de Hazret-i Âişe (r. anhâ) hakkındaki bu iddianın fâsid, yanlış ve asılsın olduğu anlaşılır. Ayette bahsedilen "usbe" kelimesinin on kişiden kırk kişiye kadar bir topluluğu ifade ettiği söylenmiştir. "İsâbe" de bu manadadır. Araplar, "Onlar toplandılar" manasında (......) derler. Bunlar, münafıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy b. Selül ile Zeyd b. Rifâ'a, Hassan b. Sâbit, Miştah b. Usâse, Hamne binti Cahş ve bunlara destekçi olanlardı. Ayetteki "içinizden" ifadesi."Hazret-i Âişe hadisesi hakkında yalan söyleyenler, ey mü'minler sizden bir cemaattir" demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren mü'min olduğu kabul edilen kimselerdendir. 4) Hak teâlâ iftira edilmiş kimseyle ve onunla ilgili olanların hafini, "Onu sizin için bir şen saymayın. Aksine o sizin için bir hayırdır" buyurarak anlatmıştır. Çünkü doğru olan, ayetin bu hitabı iftira edenlere değil, aksine iftira ettikleri ve eziyet verdikleri kimseleredir. Buna göre, şu iki sebebten ötürü bu müşkihik arzeder: a) İftira edilen ve onunla ilgil olanlardan, bundan önce bahsi geçmemiştir. b) İftira edilenler, Hazret-i Âise (radıyallahü anhnhâ) ile Safvan (radıyallahü anh)'dır. Dolayısıyla "Onu sizin için bir şen saymayın" ifadesindeki cemi siğa, nasıl-bu iki kişiye (tesniyeye) hamledilebilir?" denilirse. Birincisine şöyle cevap veririz: "Ayette bunlardan minkum (içinizden) kelimesiyle bahsolunmuştur." İkinci hususa da şöyle cevap veririz: Ayetin cemi ifadesiyle, ortaya atılan bu yalan ve iftiradan dolayı, iftira edilenlerin yanısıra. üzülen ve kederlenen herkes kastedilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bundan eziyet duyduğu malumdur. Yine Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile akrabalarının üzüldüğü de malumdur. Eğer, "Bu iftira, dünyevi bir zarar olduğu halde, daha nasıl onlar için bir hayır sayılabilir?" denilirse biz deriz ki: Bunun sebeblen şunlardır: a) Onlar, Allah'ın rızasını istedikleri için, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler, bu sayede mükafaat elde etmişlerdir. Bu zulme uğrayan mü'minlerin tutacakları yoldur. b) Eğer onlar bu iftirayı açıkça yapmamış olsalardı, o zaman bu töhmet bazılarının kalbinde bir soru işareti olarak kalırdı. Fakat açıkça söyledikleri için, zaman geçmesiyle onların yalanı ortaya çıkmıştır. c) Bu, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'nin böylesi birşeyden beri olduğuna dair, ayrı ayrı on ayetin inmiş olması açısından, onların şeref ve faziletleri böylece ortaya konduğu için, onlara bir hayır olmuştur. Allahü teâlâ, o ayetlerle, iftira edenlerin yalancı olduklarına şehâdet etmiş, iftira etmiş olduklarını bildirmiş ve onlara lanet ile zemmin vacib olduğunu haber vermiştir ki bu da, iftira edilenler için alabildiğine bir şeref ve fazileti ifade eder. d) Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnhâ)'yi övmenin iman, kötülemenin ise küfür sayılacak bir hale getirilmesi. Çünkü Allahü teâlâ, bu hadisenin bir iftira olduğunu açıkça ifade edip, bunu İyice ortaya koyunca, artık bundan sonra bu hususta şüphe eden herkes, kesinkes kâfir olmuş olur ki bu, iftira edilen kişiler için yüce bir mevkidir. Bazı kimseler ayet-i kerimedeki, "Onu, sizin için bir şen saymayın" cümlesinin, iftira edenlere bir hitab olduğunu ve Hak teâlâ'nın bunu şu bakımlardan onlar için bir hayır saydığını söylemişlerdir: 1) Kur'ân'dan bu olayla ilgili olarak bu ayetler, onların bu işi sürdürmelerine mani olmuş, dolayısıyla onların bu iftiradan geri durmalarını sağlamıştır. 2) Bu tıpkı bir keffâret gibi bir peşin ceza olması bakımından onlar için bir hayır olmuştur. 3) Bu, bu ayetlerin inişinden ötürü bazılarının tevbe etmiş olmasından dolayı Mira edenler için bir hayır olmuştur. Bil ki bu görüş zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ, muhatab zamiriyle (sizin içinizden) diyerek hitab etmiştir. İftira edenleri anlatırken ise, "Onlarda herkese, günahtan ne kazanıyorsa o var" buyurarak gâib zamiriyle (onlar) diye bahsetmiştir. Onların kazandıkları şeyin, bizzat kendisi ceza değildir. Dolayısıyla bununla kastedilen "onlar için, kazandıkları günahın cezası olarak, ahirette ikab, dünyada kınanma vardır" manasıdır. Bu "Günahın miktarı, tıpkı bu iftiraya dalma ve buna bulaşma nisbetindedir" demektir. Hak teâlâ'nın "Onlardan, işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük azab vardır" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: İftiranın Elebaşı (......) kelimesi, kâfin zammesiyle (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu da "günahın büyüğünü" demektir. Nüzul Sebebi Dahhâk şöyle der: "Bu işte günahın büyüğünü üstlenen, Hassan ve Mıstah'dır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'nin suçsuz olduğunu bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ikisine ve bunların yanısıra Kureyş'ten bir kadın (olan Hamne binti Cahş'a) iftira cezası uygulamıştır Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) Hassan (radıyallahü anh)'ı yadeder ve: "Onun cennete gideceğini umarım" derdi. Bunun üzerine kendisine: "O iftira günahının büyüğünü üstlenen o değil miydi?" dediğinde, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ) "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i medheden şiirlerini duydukça, onun cennete gideceğini umuyorum" derdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Allah, Hassan'ı şiirlerinde Rûhu'l-Kudus (Cibril (aleyhisselâm) ile destekler, yardımlardı" Tirmizi, Edeb, 70 (5/138); Müsned, 6/72 buyurmuştur. Bir başka rivayette de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için "Kör olmadan daha şiddetli azab nedir? Belki de Allahü teâlâ onun gözlerini alarak, bu büyük azabı (cezayı) ona vermiştir" demiştir. İfk hadisesinde günahın büyüğünü işleyen kimse ile ilgili rivayette doğruya en yakın olan, bu kimse ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün kastedilmiş olmasıdır. Çünkü bu Abdullah münafıktır. Her fırsatta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yaralamak ve ona zarar vermek isterdi. Bu hadisede ismi geçen diğerleri ise, bu İftirada onun yolundan gitmişlerdir. Onlar içinde, münafık olarak itham edilmeyenler de vardı. Elebaşının Sorumluluğu Günahın büyüğünün ona nisbet edilişi, onun bu iftirayı ilk yapan olması sebebiyledir. Dolayısıyla hiç şüphesiz ondan sonra bu sözü söyleyen herkes için söz konusu günahın ve cezanın bir misli, o ilk söyleyen için vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim kötü bir çığır açar, adet icâd ederse hem bu vebali-günahı, hem de kıyamet gününe kadar bu yol üzere amel edenlerin vebali-günahı onun üzerine olur" Müslimm, İlim, 15 (4/2059); Tirmizi, İlim 15, (5/43).buyurmuştur. Günahın büyüğünün o kimseye nisbet edilmesinin sebebi onun bu kötü sözü alabildiğine yayması arzusunun bulunuşu olduğu da söylenmiştir ki bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. Katılanların Sorumluluğu Cübbâi şöyle der: Hak teâlâ, "Onlardan herkese, günahtan ne kazanıyorsa o vardır" yani "kazandığı günahın cezası var" buyurmuştur. Binâenaleyh eğer onlar, bu yüzden bir cezaya müstehak olmamış olsalardı Cenâb-ı Hakk'ın böyle söylemesi caiz olmazdı. Hak teâlâ'nın bu şekilde beyan etmesinde onlardan tevbe etmeyenlerin, ahirette devamlı bir azaba duçar olacaklarına bir delalet vardır. Çünkü azaba müstehak olmanın yamsıra, mükafaata müstehak olunamaz. Buna şöyle cevab verilir: "Amellerin boşa gitmesi (habtı) meselesindeki görüşümüz ve sözümüz, defalarca geçti. Binâenaleyh burada bir daha tekrarın gereği yok. Allah en iyi bilendir. Nüzul Sebebi (Ifk Olayı) Bu ayetin sebeb-i nüzulüne gelince: Zühri'nin, Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Alkama b. Ebi Vakkas, Ubeydullah b. Abdullah b. Ukbe b. Mes'ud'dan, bunların da Hazret-i Âişe'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sefere çıkmak istediğinde hanımları arasında kura çekerdi. Kurada kimin ismi çıkarsa, o sefere onu götürürdü. Benî Mustalik savaşından önce çıktığı bir savaş için yine aramızda kura çekti. Bu sefer için benim adım çıktı. Böylece Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bu sefere ben gittim. Bu iş, hicâb (tesettür) ayeti indikten sonra olmuştu. Bunun için bir hevdece konuldum. Resûlullah bu savaştan dönüp Medine'ye yaklaştığında bir yere konakladı. Daha sonra da tekrar hareket edileceği nida ettirildi. Bu sırada kalkmış, yürüyüp ordugâhı (konak yerini) geçip, defi hacete gitmiştim. İhtiyacımı giderdikten sonra yerime dönerken, göğsümü yokladım ve baktım ki Zafâr boncuklarından olan gerdanlığım kopmuş. Bunun üzerine dönüp onu aramaya başladım. Onu aramam beni epey alıkoydu. Derken, benim hevdecimi taşıyan askerî takım gelip hevdecimi deveye yüklemişler ve hafif olduğum için beni o hevdeç içinde sanmışlar. Çünkü ben, henüz küçük yaşta bir kızdım. Bundan dolayı onlar benim o hevdec içinde olduğumu sanarak, devemi çekip gitmişler. Döndüğümde, orada hiç kimseyi bulamadım. Böylece oturdum ve umulur ki onlar beni aramak için geri dönerler diye beklemeye başladım. Derken uyuyakalmışım. Safvan b. Mu'attal geriden gelir, insanların unutup arkada bıraktıkları eşyalarını araştırır, birşey kalmış ise kaybolmasın diye onları alır, sonraki konak mahalline götürürdü. O, beni görünce tanıdı. 'Seni insanlardan geri bırakan ne?" deyince, ona hadiseyi anlattım. O da bineğinden İndi ve ben ona bininceye kadar oradan çekildi. Sonra deveyi çekip, götürdü. Odan sonraki konaklama yerine indiğinde insanlar beni bulamayınca, çalkalanmışlar. İnsanlar bu halde İken, ben ulaştım. Meğer herkes beni konuşmuş, beni diline dolamış ve benim hakkımda bu iftiraya dalan dalmış! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (ve ordu) Medine'ye ulaştı. Derken bana bir ağrı arız oldu. Daha önce hastalandıklarımda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den hep görmekte olduğum o lutufkâr davranışı göremedim. Çünkü o, yanıma geliyor ve sonra (yanımdakilere) "O nasıl?" diye (beni soruyordu). Bu beni şüphelendiriyordu ve ben hala başıma gelen, (hakkımda söylenenlerin) farkında değildim. Derken iyileşmeye başladım. Bir gece Mıstah'ın annesiyle birlikte, bir hacetimiz için dışarı çıkmıştım. Sonra ben ve o, işimiz bitince odama (evime) doğru yöneldik. O sırada, Mıstah'ın annesi çarşafı içinde tökezledi ve "Kahrolsun Mıstah" dedi. Buna itiraz ettim ve: "Bedir'de bulunan bir zata beddua mı ediyorsun?" dedim. O da: "Haberin yok mu?" deyince, "Ne var?" dedim. O, "Senin hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz bir mü'min olduğuna şehâdet ederim" dedi ve sonra müfterilerin söyledikleri şeyleri bana haber verdi. Bunun üzerine hastalığım iyice arttı ve ağlayarak döndüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma girip: "Nasıl o?" deyince, ben: "İzin ver, ana-babama gideyim" dedim. O bana müsaade etti. Ben de ebeveynimin evine gidip, anama "Anneciğim, halk ne söylüyor?" dedim, o, "Evladım kendini üzme, Allah'a yemin ederim ki, kendisini seven bir erkeğin yanında parlak (itibarlı ve güzel) bir kadın olacak ve onun ortakları (kumaları) bulunacak da, onlar bunun hakkında ileri-geri konuşmayacaklar, bu çok nâdirdir" dedi. Daha sonra: "Sen, şu ana kadar, hakkında söylenenleri bilmiyor musun?" dedi. Ben de, ağlamaya başladım. Bütün gece ağladım ve ağlayarak sabahladım. Yanıma babam geldiğinde ben hala ağlıyordum. Babam anneme "Onu ağlatan ne?" diye sordu. Annem, "Şu ana kadar onun hakkında söylenenleri bilmiyormuş" dedi. Bunun üzerine babam da ağlamaya başladı ve: "Sus, ağlama kızım" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali ve Üsâme b. Zeyd'i çağırmış ve onlarla bu eşinden ayrılma hususunda istişare etmiş. Üsâme: "Ya Resûlullah o senin ailendir. Biz, onun hakkında ancak hayır biliriz" demiş. Hazret-i Ali ise: "Allah sana, sahayı daraltmamıştır. Onun dışında da (evlenebileceğin) birçok kadın var. Eğer cariyene sorarsan, o sana doğruyu söyler" demiş. Resûlullah da, Berîre'yi çağırtıp benim durumumu sormuş. Berire de: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben onun şahsında, uykusu galip geldiğinden ötürü evinin hamurunu tavuklara yediren taze (yaşı küçük) saf, küçük bir kızcağız olmasından öte birşey görmedim" demiş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde hutbe okumak üzere ayağa kalkıp, Abdullah b. Übeyy'i kastederek: "Ey müslümanlar eziyeti aileme varıp dayanan bir adamdan hakkımı kim alır? Allah'a yemin ederim ki, bu hanımım hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yemin olsun ki, onlar hakkında sadece hayır bildiğim bir adamın adını buna kattılar. Hâlbuki o, ailemin yanına benimle birlikte girerdi" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Mu'az, ayağa kalktı ve: "Ey Allah'ın Resulü eğer o Evs kabilesinden (benim kabilemden) ise, onun boynunu vurup, senin hakkını ondan alırım. Eğer o, din kardeşlerimiz Hazreç'den ise, bize emredeceğini yaparız" dedi. Bunun üzerine Hazrec'in lideri Sa'd b. Ubâde ayağa kalktı. Bu, aslında iyi bir kimse olmasına rağmen, kabile taassubuna katıldı ve Sa'd İbn Muaz'a: "Yalan söylüyorsun, Allah'a yemin ederim ki, sen onu öldüremezsin!" dedi. Bunun üzerine, Sa'd İbn Muaz'ın amcasının oğlu olan Üseyd İbn Hudayr ayağa kalktı ve "Yalan söylüyorsun, Vallahi de öldürürüz, billahi de öldürürüz. Sen, münafıkları savunan, onlar namına savaşan bir münafıksın" dedi. Derken, Evs ve Hazrec kabileleri ayaklandı; nerdeyse birbirlerine gireceklerdi... Allah'ın Resulü, minberin üzerinde bulunuyordu... O, onları yatıştırmaya devam etti... Derken, sustular... Ben, bu günümü de, gözyaşı akıtarak geçirdim... Anam babam ise, ağlayışımın, ciğerimi parçalayacağını sanıyorlardı. Bir gün annem babam yanımda bulunuyorlarken, ben de ağlamaya devam ederken, yanımıza Allah'ın Resulü girdi. Selâm verdi, sonra oturdu. O, benim yanında, hakkımda söylenen o şeyler söylendiğinden bu yana oturmamıştı. Yemin olsun ki O, Allah'ın hakkımda hiçbir vahiy indirmediği bir ayı, işte böyle geçirmişti. Sonra da: "İndi, ey Âişe! Senin hakkında bana, şöyle şöyle haberler ulaştı. Şayet sen günahsız, suçsuz ve masum İsen, Allahü teâlâ seni aklayacak, suçsuzluğunu ortaya koyacaktır. Yok eğer, bir günah işledin ise, Allah'dan mağfiret dile ve ona tevbe et! Çünkü kul tevbe ettiğinde Allah da onun tevbesini kabul buyurur" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünü tamamlayınca, gözlerim yaşla dolup taştı. Derken, babama döndüm ve: "Allah'ın Resulüne benim yerime sen cevap ver!" dedim. O: "Allah'a yemin ederim ki, ne söyleyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bunun üzerine ben de anneme döndüm ve: "Allah'ın Resulüne, benim yerime sen cevap ver!" dediğimde annem: "Allah'a yemin ederim ki, ben de ne söyleyeceğim bilemiyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine ben, taze bir kız olarak: "Kur'ân'dan çok şeyler okumadım. Allah'a yemin ederim ki ben, iyi biliyorum ki, sizler bu dedikoduyu duydunuz; bu sizin gönüllerinizde yer etti de, siz bunu tasdik ettiniz... Şimdi ben size "Bundan uzağım, masumum" diyecek olsam, beni tasdik etmeyeceksiniz. Ama Allah benim masum olduğumu bilirken, ben size herhangi bir şeyi itiraf edecek olsam, beni tasdik edersiniz. Allah'a yemin ederim ki ben, siz ve kendim için ismini hatırlayamıyorum, ama Yusuf'un babası o salih kulun "Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (olan) Allah'dır"(Yusuf, 18) demesinden başka bir misâl bulamıyorum..." dedim. Sonra da döndüm ve yatağıma yattım. Allah'a and olsun ki ben, Allahü teâlâ'nın beni anlayacağını ve suçsuzluğumu ortaya koyacağını biliyordum. Ancak, Allah'a yemin olsun ki ben, hakkımda okunan ve tilâvet edilen bir vahiy indireceğini hiç sanmıyordum. Çünkü benim durumum bana göre. Allahü teâlâ'nın, hakkımda ayet indirecek kadar önemli bir hadise değildi. Ancak ne var ki ben, Resûlullah'ın rüyasında, sayesinde Allah'ın beni aklayacağı bir rüya görmesini umuyordum. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Resulü oturduğu yerden kalkmamış, ehl-i beytinden hiç kimse de dışarı çıkmamıştı ki, Allah peygamberine vahyini inzal buyurdu. Derken, onu kendisine vahiy geldiğinde onu yakalayan şey, hai yakalayıverdi. Öyle ki vahyin ağırlığından dolayı kış günü bile olsa inci taneleri gibi şapır şapır terlerdi... Bunun üzerine bir elbiseye bürünüverdi. Ben de, başımın altına bir yastık koydum. Allah'a yemin ederim ki, temiz olduğumu bildiğim için, ne bu işe fazla önem verdim, ne de buna aldırdım... Ama Allah'a yemin ederim ki, anam babam ise, Allah'ın Resulünün sıkıntısının devam ettiği bu süre içinde, Allah'ın insanların (hakkımda) ileri sürüp söyledikleri şeyin hakikat olduğuna dair, (vahiy) inzal edeceğinden korktukları için, ikisinin de korkudan canlarının çıkacağını zannettim. Hazret-i Peygamberin bu sıkıntısı geçip, gülmeye başlayınca, O'nun söylediği ilk kelime: "Gözünaydın ey Âişe, bil ki Allah'a andolsun, Allah seni akladı!.." demesi oldu. Ben de: "Sana değil, senin arkadaşlarına değil de, ancak Allah'a hamdederim" dedim. Bunun üzerine annem: "Ona doğru kaik, yönel" dedi. Ben de: "Allah'a andolsun ki, ona doğru yönelmem... Berâetimi indiren Allah'dan başka hiç kimseyi de medh u sena etmem" diye cevap verdim.. İşte, bunun üzerine Allah: "O uydurma haberi getirenler içimizden (mahdud) bir zümredir (...)" (Nur, 11-21) ayetlerini indirdi. Derken Ebu Bekir: "Allah'a yemin ederim ki, artık bundan sonra, Mıstah'a infakda bulunmayacağım" dedi. Çünkü Ebû Bekir, hem akrabası olduğundan, hem de fakir olmasından dolayı, Mıstah'a harcamada bulunuyordu. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ da: "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz..."(Nûr, 22) ayetini indirdi. Hazret-i Ebu Bekir de: "Evet, ne demek; elbette ben Allah'ın beni bağışlamasını can ü gönülden arzu ederim!" dedi ve Mıstah'a nafaka vermeye devam etti. Hazret-i Âişe şöyle demiştir: "Benim suçsuz olduğumu bildiren ayetler inince, Allah'ın Resulü minbere çıktı, olayı zikretti ve Kur'ân (ilgili ayeti) okudu. Bunu müteakip minberden inince de, Abdullah İbn Übeyy, İbn Selül'e, Mıstah'a, Hanne binti Cahş'a ve Hassana hadd uyguladı." Mü'minlerin Adabı Bil ki Allahü teâlâ, bu kıssadan ve İftira edilenlerle iftira edenlerden bahsedince bunun peşinden bu hadîse uygun düşen hareket tarzlarını, yasak ve cezalarını zikretmiştir ki, bunlar birkaç çeşittir: 1) Birbirine Sahip Çıkma Birinci çeşit: Cenâb-ı Hakk'ın, |
﴾ 11 ﴿